P.S 40, 230. Gün

Bundan bir kaç gün önce evimin verandasında oturuyordum. Hafif bir esinti saçlarıma selam verip geçiyordu. Cırcır böcekleri sevgililerine serenat yapıyorlar annem ise içeride ocağın dumanını tüttürüyordu. O an hayata dair merak ettiğim şeyler çok azdı. Zira imrenilecek kadar güzel, düzenli ve olaysız bir hayatım vardı. En büyük derdim annemin akşam doğru düzgün yemek yapmasıydı. Saçma sapan sebzelerin bir araya gelip yemek diye insanlara yutturulmasından hoşnutsuzdum. Geleceğe dair bir kaygım yoktu. Polis olacağımdan emindim, sınavı ve başka bir şeyden kalıp işsiz kalsam bile ailemin bana arka çıkacağını biliyordum. Annemin ve babamın yıllardır dişlerinden tırnaklarından arttırarak bana destek olduğunu bilmek güzel bir şeydi. Bu konuda çok şanslıydım. Babam bir çatışmada yada bir kavga da bıçaklanıp ölen polislerden olmamıştı. Dediğim gibi, pek bir derdim yoktu. Nunto'nun giydiğim elbiseyi beğenmesi, parmaklarıma sürdüğüm ojenin o elbiseyle güzel gitmesi, bunlardı en büyük dertlerim. Daha sonra evimize bir misafir geldi. Yıllardır tanıdığım ama neredeyse sadece selamlaşmaktan ibaret iletişimimiz olan birisi. Hatta öyle kopuktuk ki birbirimizden, Bok beni ne zaman görse tanımıyormuş gibi yapardı. Evet, Bok. Onun yüzünden son bir kaç gündür kafam normalden çok karışık Bok'u anlamaya çalışmaktan. Bir insanın neden kendini öldürmeye çalışmasını anlamaya çalışıyorum. Neden tüm bu güzellikleri bırakıp kendini hiçliğin sonsuz kaosuna bırakmak istediğini bilmek istiyorum. Bok'un kesilip tekrar dikilmiş bileklerini gördüğümden beri aklımda bu soru var.
Neden?
Yavaşça yatağımdan kalktım ve direk pencereme koştum. İki gündür havayı kapatan bulutlar gitmişti. Yağmur ve fırtına bekleniyordu ama beklenen fırtına gelmemişti. Güneş tüm görkemiyle Tihami'nin gökyüzünü aydınlatıyordu. Gülümsedim, çünkü Bok bizden gittiğinden beri yapmak istediğim bir şey vardı ve bunun için havanın güzel olması elzemdi. Üç gün önce birlikte yediğimiz yemek sırasında annem çocuğu konuşturmak için çok uğraşmıştı. Bok ise kısa cevaplar veriyordu ve çok az yiyordu. Kalkıp gitmek istediği yüzünden okunuyordu ama annem çocuğu elinden geldiğince tuttu sofrada. Tek başınayken yine bir delilik yapmasından korkuyordu çünkü. Lakin tüm o soğuk sohbetin arasından işime yarayacak bir şeyler çekip çıkartabilmiştim. Djuratta havanın çoğunlukla bozuk olmasından dolayı denize gidemediğini söylemişti. Ben, denize girmekten pek haz almazdım. Tüm o mikrop, tuz ve bilimum şeyin vücuduma temas etmesini, ağzımdan burnumdan içeri girmesini hiç sevemedim. Deniz benim için uzaktan güzeldi, denize karşı bir bankta Nunto ile oturup gün batımını izlemek yada bir vapurun üstünde seyahat etmek, denizden esen tatlı meltemin yanaklarımı okşaması gerçekten çok güzeldi. Yinede kalktım ve dolabımın derinliklerine atılmış bikinimi buldum. Lacivert, etekli bir bikiniydi. sol bacağında hafif bir yırtmacı vardı. Çabucak soyunup bikiniyi denedim biraz zorlasamda içine girmeyi başardım. Üzerime açık mavi pareomu giydim. Kalın bir pareoydu içimi göstermeyen cinsten. Kafama kırık beyaz renkteki plaj şapkamı geçirip güneş gözlüklerimi de taktıktan sonra askıda duran ve neredeyse bir iki yıldır kullanmadığım plaj çantamı doldurmaya başladım. Plaj havlusu güneş, kremi pet şişeye doldurulmuş su, plaja giderken ihtiyacınız olacak ne varsa. Bok yanında mayo getirmemiştir diye gidip babamın eski, küçülmüş mayolarından birini de attım çantaya. Yataktan kalktıktan on beş dakika kadar sonra denize gitmeye hazır ve nazır bir şekilde arabanın bagajının önünde duruyordum. Beni bu halde gören annem 'ne yapıyorsun?' diyen bir el hareketi yaptı mutfağın camından. "Bok'u denize götürücem!" diye cırladım kadına. Çantamı önce arabanın bagajına koymayı düşündüm ancak daha sonra arka koltukların üstüne atmaya karar verdim, böylece alması daha kolay olurdu. Bir heves direksiyonun başına geçtim ve gaza bastım!
Bok'un kaldığı otel bize yakındı, ailesi özellikle böyle seçmişti. Babama neden bizde kalmadığını sorduğumda ailesinin birazcık kendi başına vakit geçirmesinin düşünceleriyle baş başa kalmasının iyi olacağını düşündüklerini söyledi bana. İntihara meyilli bir çocuğu tek başına bırakmak bana sorarsanız çok sorumsuz bir hareketti. Babam çocuğun düzenli aralıklarla izlendiğini ancak bunu bilmediğini söylemişti ve söylememem için de tembihlemişti beni. Bence yalnızlık hiç bir şeyin çözümü olamazdı. Herkesin birilerine ihtiyacı vardı. Derdini anlatmak için, güzel vakit geçirmek, gülmek eğlenmek için. Her şey çift olarak yaratılmıştı. Kuşlar eşlerini bulunca daha canlı öterlerdi. Bok'a yalnızlık yaramazdı. Onu yalnız bırakmak, derdini kendi kendine çözmesini beklemek bencilceydi. Bu çocuğun dışarı çıkması, yeni yerler görmesi, nefes alması gerekiyordu. Eğer nefes alamazsa tekrar boğulurdu, tekrar boğulursa da...Hayır. Bir canın boğulmasına asla izin veremezdim, hele ki ona yardım etme şansım varsa. Bok ne kadar uzattığım eli geri çevirse de ben ona elimi uzatmaktan vazgeçmeyecektim. Çünkü her ne kadar kendi kabul etmese de onu içinde bulunduğu bataktan çekip çıkartacak birine ihtiyacı vardı. Otele geldiğimde hızlıca merdivenleri çıktım. Yüzümdeki hevesi ve mutluluğu gizlemeye çaba göstermiyordum bile. İç karartıcı bir koridora geldiğimde kafamı önce sola sonra sağa çevirdim. Bir çırpıda oda numarasını hatırladım ve çocuğun kapısına dikildim. Kapıyı ilk çalışımda bir tepki gelmedi, ikinci çalışımda da sessizlikle karşılık almıştım. Ufaktan tedirginleşmiştim ve bu çalışımda da kapıyı açmazsa kırıp içeri girecektim. Kendine bir şey yapmış olma ihtimaline karşı. Tekrar kapıyı çaldım. Bu sefer açıldı. Rahatladım ve derin bir nefes verdim dışarı. "Naber Bok!" dedim ve elimle çantamı karıştırıp babamın eski mayosunu çıkardım bir çırpıda. Çocuğun suratına tutup yüzümü kapatan mayonun sağından kafamı çıkartıp "Hadi denize gidiyoruz!" dedim.
Neden?
Yavaşça yatağımdan kalktım ve direk pencereme koştum. İki gündür havayı kapatan bulutlar gitmişti. Yağmur ve fırtına bekleniyordu ama beklenen fırtına gelmemişti. Güneş tüm görkemiyle Tihami'nin gökyüzünü aydınlatıyordu. Gülümsedim, çünkü Bok bizden gittiğinden beri yapmak istediğim bir şey vardı ve bunun için havanın güzel olması elzemdi. Üç gün önce birlikte yediğimiz yemek sırasında annem çocuğu konuşturmak için çok uğraşmıştı. Bok ise kısa cevaplar veriyordu ve çok az yiyordu. Kalkıp gitmek istediği yüzünden okunuyordu ama annem çocuğu elinden geldiğince tuttu sofrada. Tek başınayken yine bir delilik yapmasından korkuyordu çünkü. Lakin tüm o soğuk sohbetin arasından işime yarayacak bir şeyler çekip çıkartabilmiştim. Djuratta havanın çoğunlukla bozuk olmasından dolayı denize gidemediğini söylemişti. Ben, denize girmekten pek haz almazdım. Tüm o mikrop, tuz ve bilimum şeyin vücuduma temas etmesini, ağzımdan burnumdan içeri girmesini hiç sevemedim. Deniz benim için uzaktan güzeldi, denize karşı bir bankta Nunto ile oturup gün batımını izlemek yada bir vapurun üstünde seyahat etmek, denizden esen tatlı meltemin yanaklarımı okşaması gerçekten çok güzeldi. Yinede kalktım ve dolabımın derinliklerine atılmış bikinimi buldum. Lacivert, etekli bir bikiniydi. sol bacağında hafif bir yırtmacı vardı. Çabucak soyunup bikiniyi denedim biraz zorlasamda içine girmeyi başardım. Üzerime açık mavi pareomu giydim. Kalın bir pareoydu içimi göstermeyen cinsten. Kafama kırık beyaz renkteki plaj şapkamı geçirip güneş gözlüklerimi de taktıktan sonra askıda duran ve neredeyse bir iki yıldır kullanmadığım plaj çantamı doldurmaya başladım. Plaj havlusu güneş, kremi pet şişeye doldurulmuş su, plaja giderken ihtiyacınız olacak ne varsa. Bok yanında mayo getirmemiştir diye gidip babamın eski, küçülmüş mayolarından birini de attım çantaya. Yataktan kalktıktan on beş dakika kadar sonra denize gitmeye hazır ve nazır bir şekilde arabanın bagajının önünde duruyordum. Beni bu halde gören annem 'ne yapıyorsun?' diyen bir el hareketi yaptı mutfağın camından. "Bok'u denize götürücem!" diye cırladım kadına. Çantamı önce arabanın bagajına koymayı düşündüm ancak daha sonra arka koltukların üstüne atmaya karar verdim, böylece alması daha kolay olurdu. Bir heves direksiyonun başına geçtim ve gaza bastım!
Bok'un kaldığı otel bize yakındı, ailesi özellikle böyle seçmişti. Babama neden bizde kalmadığını sorduğumda ailesinin birazcık kendi başına vakit geçirmesinin düşünceleriyle baş başa kalmasının iyi olacağını düşündüklerini söyledi bana. İntihara meyilli bir çocuğu tek başına bırakmak bana sorarsanız çok sorumsuz bir hareketti. Babam çocuğun düzenli aralıklarla izlendiğini ancak bunu bilmediğini söylemişti ve söylememem için de tembihlemişti beni. Bence yalnızlık hiç bir şeyin çözümü olamazdı. Herkesin birilerine ihtiyacı vardı. Derdini anlatmak için, güzel vakit geçirmek, gülmek eğlenmek için. Her şey çift olarak yaratılmıştı. Kuşlar eşlerini bulunca daha canlı öterlerdi. Bok'a yalnızlık yaramazdı. Onu yalnız bırakmak, derdini kendi kendine çözmesini beklemek bencilceydi. Bu çocuğun dışarı çıkması, yeni yerler görmesi, nefes alması gerekiyordu. Eğer nefes alamazsa tekrar boğulurdu, tekrar boğulursa da...Hayır. Bir canın boğulmasına asla izin veremezdim, hele ki ona yardım etme şansım varsa. Bok ne kadar uzattığım eli geri çevirse de ben ona elimi uzatmaktan vazgeçmeyecektim. Çünkü her ne kadar kendi kabul etmese de onu içinde bulunduğu bataktan çekip çıkartacak birine ihtiyacı vardı. Otele geldiğimde hızlıca merdivenleri çıktım. Yüzümdeki hevesi ve mutluluğu gizlemeye çaba göstermiyordum bile. İç karartıcı bir koridora geldiğimde kafamı önce sola sonra sağa çevirdim. Bir çırpıda oda numarasını hatırladım ve çocuğun kapısına dikildim. Kapıyı ilk çalışımda bir tepki gelmedi, ikinci çalışımda da sessizlikle karşılık almıştım. Ufaktan tedirginleşmiştim ve bu çalışımda da kapıyı açmazsa kırıp içeri girecektim. Kendine bir şey yapmış olma ihtimaline karşı. Tekrar kapıyı çaldım. Bu sefer açıldı. Rahatladım ve derin bir nefes verdim dışarı. "Naber Bok!" dedim ve elimle çantamı karıştırıp babamın eski mayosunu çıkardım bir çırpıda. Çocuğun suratına tutup yüzümü kapatan mayonun sağından kafamı çıkartıp "Hadi denize gidiyoruz!" dedim.