[Mutlak Son] Dağdakiler

#1
Üç ay önce İkinci Kıta’ya ayak bastığınız o ilk gün, yorgun bedenleriniz ve zihninizdeki sorularla yeni bir başlangıç yapmaya çalışırken, şu an geriye dönüp baktığınızda ne kadar çok şeyin değişmiş olduğuna şaşırıyorsunuz. Bu yeni topraklarda geçirdiğiniz zamana rağmen, Birinci Kıta’daki anılar ve kayıplar hala zihninizin bir köşesinde taze. Yine de burada attığınız her adım, yeni bir düzen kurma çabasına dönüşmüş durumda.

Friks’in, kısa bir süre önce tanıştığı biriyle konuştuğu haberini alıyorsunuz sık sık. Ortak arkadaşlarınız, bu yeni kızdan bahsederken Friks’in yüzünde uzun zamandır görmediğiniz bir ifadeyi, ince bir mutluluk, belki de yeniden toparlanma arayışını yakaladıklarını söylüyor. Mavi ve diğerlerinin ise İkinci Kıta’daki yeni kurulan polis teşkilatına katıldığını duyuyorsunuz; sokaklardaki düzeni sağlamak ve ufak çaplı suçları engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bok, yeteneklerini çok daha iyi kullanabilmek adına her sabah gün doğarken kumsal kenarına iniyor ve yoğun antrenmanlara girişiyor; onu uzaktan seyrettiğinizde bile omuzlarına binen yükün ne kadar ağır olduğunu hissediyorsunuz. Shisha ise sizi en çok şaşırtan isimlerden biri. Savaşın ardından sanki içinde yeni bir umut filizlenmiş gibi davranıyor, en tuhafı da uzun bir zamandır elinden düşürmediği sigarayı bırakmış olması.

Frip’in son zamanlarda Aisi Cumhuriyeti’nde sıkça vakit geçirdiği dikkatinizi çekiyor. Orada kendisine yeni bir rol verilmiş durumda, Thrao tarafından adeta bir elçi gibi görevlendirilmiş. Bu görevi yüzünden sevdiklerini daha az görse de, ülkenin diplomasi köprülerini kurmaya çalıştığını biliyorsunuz ve bir bakıma onunla gurur da duyuyorsunuz.

Şimdi ikiniz de İkinci Kıta’nın farklı, daha önce hiç görmediğiniz bir bölgesindesiniz. Burası Prui Kabilesi’ne ait bir yerleşke. Ufak göletleri, dev ağaçları ve geleneksel motiflerle bezenmiş ahşap barınaklarıyla oldukça özgün bir atmosfere sahip. Kabile, topraktan ve ağaçlardan aldığı ilhamla zarif ama bir o kadar da dayanıklı yapılar inşa etmiş. Gözleriniz, etrafını saran özenle oyulmuş sütunlara, üzerlerinde tütsüler yanan basamaklara, duvarlarda kabile sembollerini yansıtan iple dokunmuş resimlere kayıyor. Binanın orta kısmındaki yüksek tavan, gün ışığını içeri usulca sızdırıyor ve gölgeler duvarlarda ritimle dans ediyormuş gibi duruyor.

Siz, kabile üyelerinin davetiyle bu büyük binanın iç avlusunda oturuyorsunuz. Özel hazırlanmış Pruilere özgü kahve fincanları, el oyması tahta masanın üstünde duruyor. Bu kahve, yerel bir tohumdan elde edilen koyu renkli bir karışım. İçinde hafif tatlımsı bir aroma, kakule benzeri bir baharat ve belki de bilmediğiniz birtakım yerel bitki özleri barındırıyor. İlk yudumda, damağınızda keskin ve ısınmış bir his oluşuyor, ardından damakta hoş bir serinleme bırakıyor. Kabile üyeleri, bu kahvenin asıl gücünün sadece bedeni değil, aynı zamanda ruhu da uyandırmak olduğuna inanıyor.

Fincanlarınızın sıcaklığını avuçlarınızda hissederken, binanın derinlerinde yavaşça beliren yaşlı bir kadın görüyorsunuz. Üzerinde Prui kültürüne özgü, renkli ipliklerle işlenmiş geniş bir cübbe var. Saçları gümüş renginde, uzun örgüler hâlinde arkasında sarkıyor. Kadının her adımında, sanki yaşadığı toprakların tarihi sizi selamlıyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. İç avlunun ortasına doğru yavaşça oturuyor, kısa bir sessizlik anından sonra size bakarak hafifçe gülümsüyor ve konuşmaya başlıyor.

"Biz, toprağın ve göğün çocuğuyuz. Rüzgar ruhumuzu, yağmur duygularımızı taşır. Sizler, Birinci Kıta’dan gelen misafirlerimiz… Dünya adlı gezegenin gölgesi peşinizde dolansa bile cesaretinizi yitirmediniz. Bu topraklar sizler için yeni bir hayatın başlangıcı. Aramızda durup nefes alırken, göğün hiç ölmeyeceği gibi, siz de umudunuzu kaybetmemelisiniz. Dünya’nın gaddarlığı sadece acının şarkısını söyler; ama biz biliyoruz ki, acının şarkısını söyleyen yine insanın yüreğidir. Sizin çabalarınızla, bu topraklar sadece zulmü değil, direnişi de hatırlayacaktır."

Yaşlı kadının sesi yumuşak ama kararlı bir tınıda çınlıyor. Her hecesinde sanki içinize işleyen bir bilgelik hissediyorsunuz. Pruilerin kültürüne dair duyduğunuz hikayeler, onun sözleriyle ete kemiğe bürünüyor. Dışarıdan bakan biri, bu küçük binadaki sahneyi dingin bir toplantı sanabilir, ancak gerçekte bu konuşma, İkinci Kıta’nın ve tüm Ingeniumluların kaderine giden yoldaki küçük bir kilometre taşı gibi duruyor.

Tam o sırada, kapıda bir hareketlenme hissediyorsunuz. Başınızı çevirdiğinizde Max’i görüyorsunuz. Üzerinde sade bir kıyafet var, ama hala aynı Max; kararlı bakışlarını, yorgun fakat inançlı yüz ifadesini tanıyorsunuz. Sessizce içeri giriyor, size ve yaşlı kadına hafifçe başıyla selam veriyor. Köşedeki yer masasına yöneliyor, bir fincan sıcak kahve alıyor. Bağdaş kurarak ağır bir nefes bırakıyor havaya. Kısa bir sessizlikten sonra dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme beliriyor; sanki birazdan anlatacağı çok şey varmış gibi bir enerji hissediyorsunuz. Yine de ilk olarak sözü size bırakıyor.

Pruilerin bu mütevazı, renkli ve gizem dolu mekanında, şimdi birbirinize bakarak ne konuşacağınızı tartıyorsunuz. Burada yeni bir öykü, belki de acıların arasından filizlenecek yepyeni bir umudun ilk sayfası yazılmakta.
Off Topic
Pasiflik süresi iki gündür.

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#2

Kaybetmişlerdi.

Evlerini, yuvalarını, kıtalarını, savaşı, her şeyi kaybetmişlerdi. Sürgün edilmişlerdi. Toprakları yabancılar tarafından işgal edilmiş, kültürleri istila edilmiş, sanki onlar o kıtada hiç var olmamışlar gibi onlardan tek bir iz dahi bırakılmamıştı. Üstelik her şey bu kısacık üç ay içerisinde gerçekleşmişti. Birinci Kıta'da topraklarını savunmayı sürdürenlerin haberleri dışında pek bir şey duymuyordu anavatanına dair. Onlardan geriye kalanlara ikinci sınıf vatandaş gibi davranıldığını, hor görüldüğünü, adeta soykırıma maruz kaldıklarının fısıltıları dolaşıyordu ancak dudaklarda. Livei doğduğu, büyüdüğü, ayak bastığı topraklar için ağlamayı yeni bırakmıştı. Her gün çiftliğini, ailesini, geçmişin güzel günlerini düşlüyor ve kalbinde bir sızıyla banyonun zeminine çöküyor ve bir posta ağlıyordu. Bu artık ruhu için bir katarsis görevi görmeye başlamıştı. İçine atmaktansa böyle olmasını yeğliyordu. En azından diğerlerinin gözü önünde ağlamıyordu. Böylece güçlü, dik duruşlu, güven verici lider rolünü oynamaya devam edebilirdi. İşin aslı umutları biraz kırılmıştı. Kendini gecenin bir yarısı boş koridorlarda çaresizce bir o yana bir bu yana dolanırken buluyordu. Zihni kaybettikleri, kaybedecekleri, yaptıkları ve yapabilecekleri arasında gitgeller yaşarken bedeni de adeta bu karmaşa ile hareket ediyordu. Mitga ve Meinsu'yu ve savaşta kaybedilen daha nice canları düşünüyordu sık sık. Onlara verdiği sözü tutamamanın pişmanlığı ve belki de bu sözü hiçbir zaman tutamayacak olmanın dehşeti boğazına bir düğüm gibi ilikleniyordu. Onu boğuyordu.

Savaş herkesi çok farklı etkilemişti. Kimileri kendilerine yeni amaçlar bulmuş, geleceğe dair yeni umutlar elde etmişti. Kimisi ise onun gibi belli etmeden için için matem tutuyordu. Friks yeni bir kız arkadaş edinmişti. Livei'nin onu bıraktığı duygusal göçükten yavaş yavaş kurtuluyor olması ve yeniden hayata dönüp gülümsemeye başlıyor olması Livei'nin içini rahatlatıyordu. Ona dair çektiği vicdan azabı bir nebze de olsa azalmıştı. Araları hala biraz tuhaftı ancak savaştan sonra bunları düşünmek ve aradaki yarım kalmış son meseleleri konuşmak için herhangi bir fırsatları olmamıştı. Mavi ve ekibi İkinci Kıta'nın polis teşkilatına katılmıştı. Bunu düşünmek Livei'yi duygulandırıyordu. Thrao'nun Gedhilfe polis teşkilatına çok yakışacağını, kaderi farklı olsa çok başarılı olacağını düşünürdü hep. Haklı çıkmıştı da. Onlar gibi yetenekli element kullanıcıları gerçekten de başarılı polisler olmuşlardı. İçlerinden her şeye en pozitif bakan kişi Shisha olmuştu. Krallığı yıkmak ve demokrasi getirmek adına onca uğraşısı bir parmak şıklatması gibi yok edilmişti birkaç saat içinde. Ancak o oldukça umut doluydu. Ağzından hiç düşürmediği sigarayı bile bırakmıştı. Frip elçi olarak görevlendirilmişti ve sık sık Aisi Cumhuriyeti'ne gidiyordu. Onu artık çok daha az görme fırsatı bulabiliyordu. Mabi'nin de onu özlediği şüphesizdi ancak bu konu üzerine pek konuşmamışlardı. Bok ise... Bok'un omuzlarına yüklenen sorumluluğu daha ağır hissettiği her halinden belli oluyordu. Gülümsediği zamanlarda bile gözlerindeki acı ve endişe dolu parıltıyı Livei fark ediyordu. Bu zor günlerde birbirlerine destek olmaktan başka ellerinden gelen bir şey yoktu. Bok kendisini güçlerini geliştirmeye adamıştı. Her sabah güneşle birlikte kalkıyor ve kumsala inerek antrenman yapıyordu. Belli ki yasını daha çok çalışarak tutuyordu.

Livei elindeki fincanın içerisindeki sıvıya yansıtan görüntüsünü izliyordu sessizce. Zihninde yaşanan kasırgayı dışarıdan kimsenin duymuyor olmasına seviniyordu. Prui kabile liderlerinden birisinin daveti üzerine Mabi ile birlikte onların yerleşkesini ziyarete gitmişlerdi. Livei buraya alışmakta zorlanıyordu. Onlara tamamen yabancı bir kültürdü. Sürekli olarak ülkesini özlüyordu ve bunu dile getirmemek için adeta dilini ısırıyordu. Onlara kapılarını açan bu misafirperver halka haksızlık olurdu ancak hisleri konusunda elinden gelen bir şey yoktu. En azından davranışlarını kontrol edebilirdi. Elindeki Prui usulü kahve fincanına bakarken evinin yanındaki kahveciyi özlediği geliyordu şimdi de aklına. Prui kahvesinin tadı ilginçti. Çok koyu renkli ve yoğundu. İçmesi çok kolay değildi. Livei yavaş yavaş bu ilginç kahveyi yudumlarken fincanı avuçlarının arasına aldı ve sıcaklığını hissetti. Üzerinden çıkan dumanın havada dans edişine kaydı gözleri. Sonra yeniden koyu sıvıdaki görüntüsüne takıldı gözleri. Buna alışması zaman kalacaktı. Bu sabah ani bir kararla ayna önüne geçmiş ve upuzun saçlarını kesivermişti hunharca. Omuzlarına kadar kesmişti onları. Çok uzun yıllardır saçını hiç bu kadar kısa kullanmamıştı. Bu belki de onun içten bir isyanıydı. Artık aynaya bakınca o eski Livei'yi görmek istemiyordu. Ona her baktığında kendi evini, odasını, polis teşkilatı üniformasını, Deinzei armasını ve daha nice diğer şeyleri görüyordu. Saçını her at kuyruğu bağladığında kendini Gedhilfe sokaklarında buluyordu. Bunu komple değiştirebilirse ve bir yenilik yaparsa daha kolay adapte olabileceğini düşünmüştü belki de. Ancak şimdi de üzgün hissediyordu. Geçmişten ona kalan son şeyi yok etmişti. Ona eskiyi hatırlatan, orada bir yerlerde Gedhilfe Krallığı'nda bir Livei olduğunu haykıran şeyi kesip atmıştı. Bu yüzden görüntüsüne baktıkça yine hüzünleniyor ve ağlamak istiyordu. Bunu bastırarak bir yudum daha aldı acı kahveden.

O esnada Prui motifleriyle kaplı bir cübbe giymiş yaşlıca bir kadının onlara doğru gelmekte olduğunu fark ederek başını kaldırdı. Uzun gümüş saçları örgülerle kaplıydı. Onları selamladıktan sonra bilgelik akan bir ses tonuyla cesaretlerini kutlamış ve bu topraklarda yeni bir başlangıç yapabileceklerini dillendirmişti. Umutlarını kaybetmemelerini öğütleyerek onların direnişini bu toprakların hatırlayacağını söylediğinde Livei'nin yüzünde acıklı bir tebessüm belirdi. Hayır, bu topraklar hiçbir şey hatırlamayacaktı. Onlardan geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Birinci Kıta yok olduğu gibi zamanı gelince İkinci Kıta da yok olacaktı. Bu gerçekleşirse ne bu topraklar ne de başka topraklar ne de herhangi bir tarih kitabı onlardan geriye hiçbir şeyi hatırlamayacaktı. "Çok teşekkürler. Size tamamen yabancı insanlara kucak açmanız gerçekten çok özverili bir davranış. Umarım bu fedakarlığınızın karşılığını verebiliriz." Zihnindeki düşünceler kapıda Max'i görmesi üzerine dağıldı. Yüzünde her zamanki kararlı bakışları vardı. Livei onun bu duruşuna hayret ediyordu. Her şeyini riske atmış ve kaybetme noktasına gelmişti ancak hala aynı kararlılığı sürdürebiliyordu. Yer masalarından birine geçerek bir fincan kahve almıştı. Sanki bir şey söylemek ister gibi bir hali vardı ancak nedense konuşmamıştı. Livei istemsizce elini saçlarına götürdü ve at kuyruğu ile oynamak istedi ancak parmakları kısa saçlarının arasından kayıp gitti. Buna alışması gerçekten de zaman alacaktı. Gözleri önce Mabi'ye sonra yeniden Max'e kayınca sessizliği bozan ilk kişi olmaya karar verdi. "Naber Max? Ailen nasıl? Onları görmeye gittin mi?"
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#3
Bu savaşı kazanabileceğimize inanıyordum. Bu inancımın bir anda köreldiğini düşünmeyin, hala inançlıyım, ancak başka bir savaşı kazanabileceğimiz konusunda bir inanç var içimde. Bunca kaybı boşuna vermiş olamazdık. Bu yüzden, bir daha patlak verecek olan diğer savaşı kazanmak zorundaydık. Bu zorunluluk, hem içimdeki endişeyi ve korkuyu sonuna kadar körüklüyor, hem de kazanacağımıza olan, ekibime ve dostlarıma olan inancımı arttırıyordu. Birinci Kıta'da geçirdiğim tüm anılar zaman zaman gözlerimin önüne düşse de, onları hafifçe gülümseyerek selamlayabiliyordum. En azından bu gücü kendimde bulabiliyordum ve bu beni mutlu eden bir şeydi. Birinci Kıta'ya tekrardan ayak basacağım o gün, işte o gün özgür bir Ingeniumlu olarak ayak basacaktım. Buna emindim ve bunun olması için her şeyi deneyecektim. Gerekirse, bunun uğruna ölecek ve dostlarımın bu hayalimi gerçekleştirmesine imkan sağlayacaktım. Yine de, şimdilik bu ihtimalleri ve düşünceleri bir kenara bırakmış, sadece ne yapmam gerektiğine odaklanmıştım. Yapmam gereken ise, bir süre kafamı toplamak ve dinlemekti. Öyle de yapıyordum, yaklaşık üç aydır.

Bu süreçte, Friks yeni bir manita yapmıştı sanırım. En azından birileriyle görüştüğünün haberini alıyorduk, üstelik Friks'in yüzünde bir mutluluk varmış, öyle söyleniyordu. Mavi ise İkinci Kıta'daki yeni kurulan polis teşkilatına katılmıştı, sanırım kendine yeni bir uğraş arıyordu ve bulmuştu bile. Bok ise yeteneklerini daha iyi kullanabilmek adına her sabah kumsal kenarına inip yoğun antrenmanlar yapıyordu. Shisha savaşın ardından yeni bir umutla dolmuş gibi davranışlar içerisindeydi, üstelik sigarayı da bırakmıştı. Savaşın böylesine ters psikoloji yaratabileceğini çok tahmin etmezdim açıkçası. Canım eşim, karıcığım Frip ise Aisi Cumhuriyeti'nde vaktini geçiriyordu. Thrao tarafından elçi gibi görevlendirilmişti, ülkenin diploması köprülerini kurmaya çalışıyordu. Onunla çok fazla görüşemiyor olsam da onunla gurur duyuyordum. Elinden gelenin en iyisini yaptığından emindim.

Biz ise, Prui Kabilesi'ne ait bir yerleşkedeydik. Buranın ufak göletleri vardı, benim gibi seksi ve kaslı bir vücudu olan birisi için çok daha ufaktı. Dev ağaçları vardı ve geleneksel motiflerle bezenmiş ahşap barınaklara sahipti. Değişik bir yerdeydik yani, oldukça huzurlu bir ortam yaratıyordu. İhtiyacımız olan şeylerden birisi de, bu huzurlu ortamdı zaten. Kabile üyelerinin daveti sayesinde büyük binanın iç avlusunda oturuyorduk. Yaşlı bir kadın içeriye girmişti, kendilerine özgü, renkli ipliklerle işlenmiş geniş bir cübbe giyiyordu. Ben olsam, yani bunları hiç tanımasam bu insanlara "hippi" derdim. İçten içe artık onlara "hippi" demeye başlayacağım. Bunun ne olduğunu bilmiyorum ancak tam bu kelimenin hissiyatını veriyorlar.

Kadın hafifçe gülümsedikten sonra toprağın ve göğün çocuğu olduğuna dair bir konuşma başlatmıştı. Ayıp olmasın diye dikkatli bir şekilde dinlemeye başlamıştım, ancak bazen bu konuşmalara katlanamıyordum. Rüzgar ruhunu, yağmur duygularını taşırmış. Bu topraklar bizler için yeni bir başlangıçmış, göğün hiç ölmeyeceği gibi biz de umudumuzu kaybetmemeliymişiz. Dünya acı şarkı söylerken, aslında acı şarkı söyleyen insan yüreğiymiş. Acı demişken, canım çok fena yemek çekiyordu. Güzel, acılı bir et yemek istiyordum. Üstü acı ve domates soslu bir bulamaçla kaplanmış, mangal usulü kızartılmış muhteşem bir geyik eti... Şimdi ne güzel giderdi... Elimi karnıma koymuş, gözlerimi kadından ayırmadan karnımı ovalamaya başlamıştım. Sanırım çok acıkmıştım ve canım sadece acı soslu bir et istiyordu. Acı soslu... Et...

Yaşlı kadına aç gözlerle bakarken, kapıdan içeriye Max'in girmesiyle birlikte bu düşüncemi bir kenara atmıştım. Bunun sebebi ise, acı soslu mükemmel etimi onunla paylaşmak istemememden kaynaklanıyordu. Herkesle paylaşabilirdim ancak onunla paylaşmayacaktım. Yaşlı kadına selam vermesinin ardından köşedeki yerini almıştı. Kısa bir sessizliğin ardından Livei söze girerek teşekkür etmişti kadına karşı. Ben de hızlıca söze girmiştim Livei'nin ardından. "Çok teşekkür ederiz bize kapılarınızı açtığınız için. Ayıp olmazsa bir şey soracağım, sizde acı soslu et var mı?" Karnımı daha hızlı ve kuvvetli bir şekilde ovalamaya devam ederken, Livei Max'e doğru seslenerek ona bir soru sormuştu, ancak onun vereceği cevap umurumda değildi. Ben sadece acı soslu et istiyordum...

Acı soslu et...
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#4

Lider kadın, Livei’ye doğru bakıp alçakgönüllü bir tavırla başını eğiyor, daha önce söylediklerine karşılık veriyormuş gibi bir ifadeye bürünüyor. Onun, burada yaşamınızı sürdürmenize destek olmaktan gurur duyduğunu belirtiyor. Ardından gözleri Mabi’ye kayıyor, Mabi’nin acı soslu et konusundaki merakını hissediyor gibi. Hafif bir gülümsemeyle oturduğu yerden doğruluyor ve cübbesini düzelterek elini ahşap duvara doğru uzatıyor. Sesi neredeyse şen bir tona bürünüyor. "Acı soslu et mi istersin, evlat? Eh, Prui geleneğinde tonlarca acı, tonlarca tatlı var derler. Bizim üç ayrı acı sosumuz var. İlki, Karayeli diye çağırdığımız koyu, füme bir sostur; dilde hafif serinlik yaratır, sonra da içinizi yakar. İkincisi, Ay Çiyliği, tatlımsı bir baharat karışımıyla acıyı dengeler. Üçüncüsü ise Akşamın Kızılı diye bildiğimiz, göğsünüzü ağlatana kadar yanma hissi verir. Size hangi uyarsa getirebiliriz."

Bu sözlerle kadın, dışarıya seslenerek birkaç Prui genci yardıma çağırıyor. Sevimli gençlerin kahkahaları ve hafif telaşlı ayak sesleri duyuluyor koridorun ötesinden, talimat alarak ayrılıyorlar. O sırada Max, fincanı elleri arasına alıp yüzünüze bakarken, Livei’nin ifadesine karşılık gülümser gibi oluyor ve hissediyorsunuz ki büyük bir haber geliyor. Sesini hafifçe alçaltarak konuşmaya başlıyor. "Aslında size bir sürprizim olacaktı… Tam şu an kapıdan girebilirler." Kapı, sanki tam Max’in planladığı gibi bir kez daha açılıyor. İçeriye ilk giren, uzun, açık sarı saçlarını dağınık bir atkuyruğuyla toplayan, ince ama güçlü bir havası olan bir kadın oluyor. Üzerinde sade, rahat kesimli bir elbise var; gözlerinde yorgun, ama umutlu bir bakış. Ardından sol elinden tuttuğu küçük kızla beraber odaya geçiyor. Kızın saçları omzunda son bulan, biraz bukleli bir kahverengi; bakışlarında neşe ve utangaçlık aynı anda parlıyor. Max, nazik bir el hareketiyle onları size tanıtıyor.

"Karım Belle, kızım Lili."

Belle, ağırbaşlı bir gülümsemeyle yaklaşıyor size. Duruşu hem hüzünlü bir yaşanmışlıktan hem de güçlü bir iradeden izler taşıyor. Tek tek el sıkışarak, sessiz ama samimi bir selam veriyor. Lili ise önce Livei’ye yöneliyor; kıkırdayarak yaklaşıyor. "Merhaba abla! Saçların çok güzel!" diyor ve yüzüne bakıyor. Babasının heyecanına benzer bir ışıltı kızın gözlerinde de var. Sonra hafif çekinerek Mabi’ye dönüyor, gözlerini büyütüyor ve çocuksu bir merakla sanki aylar süren bir arayışın sonuna ermiş gibi bakıyor. "Seni çok merak etmiştim, abi. Babam dedi ki, babam dedi ki çok kaslı o!" Küçük kızın o masum sesi, Prui yerleşkesinin duvarlarında yankılanırken, herkesin yüreğine sıcak bir duygu yerleşiyor. Belle, kızın arkasında durarak size destekleyici bir bakış atıyor. Bu beklenmedik tanışma karşısında ne diyeceğinizi kestiremiyorsunuz. Diğer yandan, odanın içinde yanmakta olan tütsülerin kokusu, Prui kadının kahve ve et için çağırdığı gençlerin getirip götürdüğü tabaklar, duvardaki desenler, size anbean yeni bir dünyanın kapısını aralamış gibi hissettiriyor.

Aranızdaki savaş, sürgün ve acının gölgesi hala bir yerlerde pusuda olsa da, bu yabancı topraklarda sıcacık anlar da var artık. Sanki her şey bir süre için durulmuş, ve karanlığın ortasından yeşeren bir umut kıvılcımı bu anla birlikte yüreklerinize konuyor. Max’in ailesiyle tanışmanız, Prui kabile liderinin cömertliği ve Mabi’nin midesinde dolaşan o acı soslu et hayali siz fark etmeden içinizde silik bir gülümseme yaratmaya başlıyor.

Belle, yavaşça soluklanıp bakışlarını yere doğru indiriyor. Parmakları titreyerek birbirine kenetlenmiş gibi; yıllar boyunca içinde biriktirdiklerini dile getirmek istediği, ama kelimelerin boğazına düğümlendiği anlaşılıyor. "Dünya’da, rehin olarak tutulduğumuz dönemde… Çok karanlık günler yaşadık." diye başlıyor sessizce. "Ailem, kızım, Max, hepsi bir tehdit altındaydı. Ben… Kaçmanın imkânsız olduğu uzun koridorlarda, soğuk duvarlar arasında, her gün aynı yüzlerle karşılaştım. Gülümsemeyi, neredeyse unutuyordum." Sesi biraz yükselerek devam ediyor. "Ama Lili… Onun gözleri, onun varlığı bana güç verdi. Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin sevginin ışığını söndüremeyeceğini orada anladım. Ümidimi kaybetmeye yaklaştığımda, kızımın tek bir bakışı bana bütün karanlığı unutturdu." Belle, bu sözleri söylerken yutkunuyor; gözlerinde hüzün ve kararlılığın birleştiği bir ifade beliriyor.

Tam o sırada dışarıdan telaşlı ama bir o kadar neşeli sesler duyuluyor. Gençlerden biri, elindeki büyük bir tepsiyi güçlükle tutarak içeri giriyor. Tepsinin üzerinde buharı tüten, iştah kabartıcı kırmızı tonlar içindeki et tabağı görülüyor. Yanında üç ayrı kasede, hikayesi bizzat kabile lideri tarafından anlatılan soslar yer alıyor: Koyu renkli ve füme aromalı Karayeli, tatlımsı baharat karışımıyla yumuşayan Ay Çiyliği ve göğsü titreten yakıcılığıyla Akşamın Kızılı. Kaplı ahşap masanın üzerine özenle bırakılan tabakların kokusu, bir an hepinizin zihnindeki hüznü dağıtıyor; ortam, bu kez hayatın küçük ama büyülü zevklerinin sıcaklığını hissettiriyor.

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#5
Acı soslu et için sorduğum soruya karşılık, mükemmel bir cevap almıştım. Böylesine detaylı, güzel bir cevap almayı beklemiyordum aslında. He he var falan derler zannetmiştim ama, kadın bana üç ayrı sosunun olduğunu söyledi. Birincisi Karayeli diye çağırdıkları koyu, füme bir sosmuş. Dilde hafif bir serinlik bırakır, sonra içimizi yakarmış. Aynı hayat gibi. Diğeri ise Ay Çiyliği imiş, tatlımsı bir baharat karışımı ile birlikte acıyı dengeliyormuş. Üçüncüsü ise, en bombası, Akşamın Kızılı ismini koydukları göğsümüzü mahvedecek yanma hissini yaratabilen bir acıymış. Düşünmem lazım. Bana hangisinin uygun olduğunu düşünmek zorundayım, hangisini deneyimlemem gerekiyor iyice düşünmeliyim. Bu süreçte Prui gençleri yardıma gelirken, ben derin düşünceler içerisindeydim. Uzun bir süredir böylesine derin düşüncelerin arasına girmemiştim. Hangi acıyı tatmalıydım...

Beni bu düşüncelerden çıkaran Max'in kendisi olmuştu. Bize bir sürprizi olduğunu, hatta kapıdan girebileceklerini söylemişti. Bir cevap vermemiştim, ancak kapının açılmasıyla birlikte gözlerim at kuyruklu kadına takılmıştı. Yanında küçük bir kızla beraber gelmişti. Kadının karısı Belle olduğunu, kızın ise çocukları Lili olduğunu öğrenmiştim. Sade bir gülümsemeyle birlikte el sıkışmış ve "Ben Kudretli Ayı, Mabi Mabi. Bir kere söyleyince hoş, iki kere söyleyince daha hoş." diyerek gülümsemiştim. Lili Livei'ye kıkırdayarak yaklaşmıştı, bana ise hafif çekinerek yaklaşmıştı. Beni çok merak ettiğini, Max'in hakkımda çok kaslı dediğini söylemişti. Otuz iki dişimle birlikte gülümseyerek, yumruklarımı göğsüme vurmaya başladım.

"Çok doğru duymuşsun Lili, çünkü ben mükemmel kaslı bir adamım." Dedikten sonra göğüslerimi oynatmaya başladım. "Her kasım yerinden oynayabilir, bam bam bam." Gülümseyerek göz kırptım Lili'ye. Çocukları severim, hep sevmişimdir. Arkamda bıraktığım çocuklar da vardı, kim bilir neler yaşadılar, ne oldu...

Belle söze girerek, Dünya'da rehin tutuldukları anı anlatmaya başlıyordu. Yüzümdeki gülümseme yerini donuk bir ifadeye bırakmıştı, onlara acıyormuş gibi de gözükmek istemiyordum ancak acılarını anlıyordum. Herkesin tehdit edildiği, tehlike altında olduğu bu rehinlik sürecinde, yaşadığı anları anlayabiliyordum. O hisler, gerçekten büyük bir ağırlık verirdi adama. Lili'nin varlığı sayesinde toparlandığını ve güç bulduğunu anlatıyordu. Konuşması bittiği anda içeriye gençler girmişti, yanlarında o üç acı sos da vardı. Etin kokusu, tüm hüznü götürmüş ve aklımı almayı başarmıştı. Lili'nin boyuna eğildim, gülümseyerek konuşmaya başladım.

"Bak şimdi, üç tane acı sos varmış. Birisi dehşet acıymış, adamı ağlatıyormuş. Diğeri hafif ferahlık verip, sonrasında acıtıyormuş. Bir tanesi ise dengeli bir şeymiş. Seç bakalım hangisini yiyeyim." Dedikten sonra kulağına çocuksu bir gülüşle eğildim. "Babana en acısını yedirek mi?"
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#6
Mabi'nin acı soslu et isteğini duyunca hafifçe tebessüm etti. Adamda Himotalı iştahı vardı resmen. Kabile lideri ona dönmüş ve kültürlerinde yer alan bütün acı soslar hakkında tek tek bilgi vermeye başlamıştı. Livei bu kısımda konuşulanlara pek dikkat etmemişti. Sakince elindeki fincandan bir yudum daha aldı. Gözleri merakla Max'e kilitlenmişti. Max'in yüzünde oluşan yorgun gülümsemeden birazdan bombayı patlatacağı belli oluyordu. Kısa süre sonra Max alçak bir sesle bir sürprizi olduğunu, her an kapıdan içeri girebileceklerini söyleyince Livei şaşkınlıkla büyüyen gözlerini hemen kapıya çevirdi. Çok uzun zamandır Max'in ailesi hakkında konuştuğunu duyuyordu ancak onlarla bizzat tanışma fırsatına asla erişememişti. Max'in onlara duyduğu sonsuz sevgiyi hissediyordu.

Tam bu esnada kapı açılmıştı ve içeriye güzel bir kadınla sevimli, küçük bir kız girmişlerdi. Kadının saçları sarıydı, dağınık bir at kuyruğu ile toplanmıştı. Küçük kızın saçları ise babasınınkiler gibi kahverengiydi. İçeri girdiklerinde Max işaret ederek onları tanıttı. Karısının ismi Belle, kızının ismi Lili'ydi. Livei gülümseyerek her ikisini de selamladı. "Çok memnun oldum, ben de Livei." Kadının ona uzattığı elini sıktı. Küçük kız ona doğru utangaç ama ışıl ışıl bakan gözlerle yaklaşmış ve saçlarının çok güzel olduğunu söylemişti. Livei de mahcup bir tavırla elini istemsizce saçlarına götürdü. Sonra kızın yanağından minik bir makas aldı. "Seninkiler kadar güzel değiller ama teşekkür ederim." Kızın büyülenmiş gözlerle Mabi'ye yönelişini ve kaslarından bahsetmesini izledi bir süre. Bu kadar masum olmak... Şanslıydı. Ona imreniyordu. Livei de annesiyle babasının elini tutmuş o küçük kız olduğu günlere geri dönmek isterdi. Büyüdüğünde onu bekleyen hayatın bu olacağını asla tahmin etmemişti. Hiçbir şeyden haberi olmayan, pişmanlık duyacağı hiçbir şey olmayan, hala hayat ve neşe dolu o ışıl ışıl gözler... Çocuklar büyüleyici varlıklardı. Livei hiç kendi çocuğunu yetiştirme fırsatına erişebilecek miydi acaba? Bunu her şeyden çok isterdi. Nasıl bir anne olacağını görmek, dünyadaki her kötülükten koruyacağı masum ve minik varlığı kucağına almak... Güzel olurdu.

Livei kasvet dolu derin bir iç çekti. Saklayamadığı hüznü ve yası, elini attığı her şeye bulaşıyordu sanki. Etrafta sofra kuran gençler olduğunu fark etti bakışlarını küçük kızdan kaldırınca. O anda idrak etmişti acı soslu eti gerçekten yiyeceklerini. O esnada kadının sesini duydu. İlk kez konuşmuştu. Konuşurkenki solgun bakışlarından ve çökük omuzlarından çektiği sıkıntıların büyüklüğü anlaşılıyordu. Titrek sesiyle geçirdikleri zor günleri ifade etmeye çalışmıştı ancak oldukça zorlanmıştı. En karanlıkta olduğu anlarda kızının ona kuvvet olduğunu, kızı için ayakta durabildiğini dile getirdiğinde Livei içindeki sızının yeniden keskinleştiğini hissetti. Annelerin bu ayakta kalabilme gücüne hep hayranlık duyardı. Sanki evrenin en kuvvetli varlıkları onlardı. Kuvvetleri bedensel bile değildi. Kalplerinde çocuklarına duydukları sevgiden geliyordu bu irade. Onlar için her şeyi yaparlar, her zorluğu göğüsler, imkansızı başarırlardı. "Hiç tanımadığınız, size fedakarlıklarınız için belki de minnet bile duymayacak yabancılar için hem de..." Bakışlarını kadına çevirdi. "Yaşadıklarınız için çok üzgünüm. Umarım telafi edebiliriz. Aileniz yeniden bir arada olduğu için çok mutluyum. Çok güzel yürekli ve güçlü bir ailesiniz." Boğazında düğümlenen yumruğu bastırmak için yutkundu. "Ben de hep kendi ailemi kurmak istemiştim. Bu dileğim belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ama tanrı ya da tanrılar bana kocaman, kalabalık bir aile bahşetti. Kim bilir... Belki de bugün burada olabilmemiz için tüm bunları yaşamamız gerekiyordu." Yüzüne yayılan hafif tebessüm eşliğinde Max'e döndü. "Bunu daha önce Max'e de söyledim ama bir kez daha hepinizin önünde dile getirmek istiyorum. Biz bu mücadeleyi kaybedecek olursak... Lütfen tarafınızı değiştirin. Kendinizi, canınızı koruyun. Siz Dünyalı olduğunuz için bizden daha fazla şansınız var. Bir yolunu bulabilirsiniz."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#7
Lili, Mabi’nin kulağına eğilmiş halde, gözlerinde ışıltılı bir heyecanla gülümsüyor. Çocuksu bir kahkaha atarak parmağını dudaklarına götürüyor. "Babamın tabağına Akşamın Kızılı koyabiliriz. Ama çaktırmadan, tamam mı?" Ardından, babasına bakıp dilini çıkartıyor. Küçük kızın bu yaramaz planı içini ısıtıyor. Çocuğun gözlerindeki hayat enerjisi, burada bulunmanın tüm zorluklarını bir an için hafifletiyor sanki. Lili, masaya doğru sıçrayarak gidiyor ve iki elinin arasına sığdırmaya çalıştığı küçük sos kasesini babasının tabak kenarına, kimseye göstermeden usulca bırakıyor. Kıkırdamalarına hakim olmaya çalışırken Mabi’ye göz kırpmayı da unutmuyor.

Tam bu küçük şakalara eşlik eden fısıltılı kahkahalar sürerken Belle, Livei’nin sözlerine karşılık vermek için aniden derin bir nefes alıyor. Kadının yıpranmış duruşunda, konuşmaya hazırlanırken bambaşka bir kararlılık seziliyor. "Livei, bizi düşündüğün için teşekkür ederim. Ailemizi, yeniden bir araya geldikten sonra tekrar kaybetme korkusuyla yaşamanın ne demek olduğunu anlıyorum. Ama ben… Biz, asla vazgeçmeyeceğiz." Kısa bir an duraksayıp bakışlarını etrafındakilere gezdiriyor, gözleri Max’le Lili’de uzun süre duruyor. "Dünya’da o kabus gibi günler geçtiğinde, bana kaç, saklan, tarafını değiştir diyenler de oldu. Oysa anladım ki kaderimizden kaçmak, aslında en ağır yenilgi. Lili’yi her gece uyuturken yüzüne baktığımda bir söz verdim kendime. Asla korkuya boyun eğmeyeceğim. Yürüdüğüm yolu değiştireceksem bile bu, kaybetme korkusuyla değil, kazanma umuduyla olsun. Biz, sırf daha rahat yaşayabilmek ya da kurtulmak için değerlerimizden ödün verirsek, o zaman hiçbirimizin kalbi huzur bulamaz. Düşün, Lili’ye nasıl bakarım? Kocamın gözlerine nasıl bakarım? O gözlerde, korkusuzluğun bir yansımasını görmek istiyorum. Ve eğer biz kararlıysak, eğer bu savaşı yürütenlerin yanında saf tutuyorsak, bunun sebebi çocuklarımızın yarını, dostlarımızın güvenliği ve kendi onurumuzdur. Kimse bizi, kendi korkularına ya da çıkarlarına alet edemeyecek. Ben öyle bir tutsaklıktan geldim ki, korkuya yenilmeyeceğimi orada öğrendim. Böyle bir trajedinin tekrarlanmaması için, her şeye rağmen direneceğiz. Eğer kaybedeceksek bile başımız dik, yüreğimiz cesur olacak."

Belle, sözlerini bitirdiğinde derin bir nefes veriyor. Sesindeki kararlılık, yalnızca Livei’nin değil, odadaki herkesin kalbine dokunuyor. Prui kabile lideri bile, başıyla hafifçe onayladığını gösterircesine kadının sözlerini yürekten destekler gibi duruyor. Tam o anda, ortalığı kısa süreli bir panik dalgası kaplıyor. Salonun ortasında garip, parlak bir titreşim oluşuyor ve bir anda Bok, keskin bir ışık halesinin içinden adeta sıçrayarak beliriyor. Pruili kadın ve etleri servis eden gençler, yerlerinden irkilip geri çekiliyor, içlerinden birkaçı ufak çığlıklar atıyor. Bok ise kendine gelmeye çalışırken utanarak gülümseyip el sallıyor. "Özür dilerim, özür dilerim! Sürekli unutuyorum bu ışınlanma konusunu, düşünmeden geliyorum ya!" Kısa bir anlık karışıklıktan sonra, Bok etrafa bakınıp Livei’yi görünce yüzü aydınlanıyor. Onun yanına varıyor, yanağına bir öpücük konduruyor ve dizlerini kırarak hemen yanına ilişiyor. Gülümsemesinde tatlı bir telaş var.

"Livei, haberlerim var." diye fısıldıyor. "Ne zaman çıkabiliriz? Acil konuşmamız gereken bir şey oldu." Masa etrafındaki herkesin yüzünde bir merak ifadesi beliriyor. Fakat açılan kapıdan içeri sokulan tabaklar ve etin mis gibi kokusu, büyük bir savaştan çıkmış gibi hisseden yüreklerin kısa süreliğine de olsa huzur bulmasını sağlıyor. Bok’a da çabucak bir tabak uzatıyorlar. O da farkına varmadan, kapıya yakın bir köşede diz çöker gibi oturup birkaç lokma almaya başlıyor. Yemeğin kokusu, derin acılar kadar tatlı umutları da aynı anda hatırlatıyor. Uzun süren konuşmalar ve duygu yüklü anlar, tabağın içinden yükselen sıcaklıkta biraz olsun dağılıyor.

-

Akşam yemeğinin sonrasında, Belle ve Lili, Prui kabile lideriyle uzun uzadıya sohbet etmeye dalmışken; Max de yanlarında kalıyor. Tütsülerin tatlı kokusu, ahşap duvarlara sinen otantik motiflerle bütünleşiyor. Siz ve Bok, evin önünde, serin gece rüzgarının estiği bir alanda toplanmış durumdasınız. Gökteki ay, bulutlar arasından sızarak etraftaki ağaçların gölgelerine ince bir ışık düşürüyor. Bok, kolundaki saate bir şeyler giriyor, sessizce hesaplama yapar gibi. Sonra başını kaldırıp size dönüyor. "Şimdi gitmemiz gerekiyor. Aisi Cumhuriyeti’nden haber geldi. Başkan, Kral Thrao ile bir araya gelecekmiş. Bu toplantının nasıl bir sonuca varacağını bilemiyoruz ama orada olmamız bizim yararımıza olur. Gelişmeleri yakından takip etmeliyiz. Belki de tüm stratejiyi etkileyecek bir karar çıkacak." Bir an duraksayıp çevreye bakınıyor. "Friks de olsaydı iyi olurdu. Nerede o? Onu da yanımıza alsak hiç fena olmaz." O sırada Max hava almak için dışarı çıkıyor. Size doğru yaklaşıyor ve iyice eğilip fısıldıyor. "Şu an zor tutuyorum ve tuvalet dolu. Kafayı yemek üzereyim. O sosu yemeyin arkadaşlar."

-

Friks, hafif meyilli bir tepede oturmuş, ay ışığını seyre dalmıştı. Yanında, Aisi Cumhuriyeti’nden yeni tanıştığı bir kız duruyordu. İkisi de gökyüzünü delen gümüş renkli ışınlara bakarken, tedirginlikten çok huzur dolu bir sessizlik hakimdi. Ufak bir rüzgarın dalgalandırdığı saçları yüzüne düşen kız, nihayet sessizliği bozdu. "Birinci Kıta’da yaşamak nasıldı? Yani… Bu kadar büyük bir coğrafyada, mafya ailesiyle büyümek zor olmuyor muydu?" Friks, dudaklarının kenarında beliren hafif gülümsemeyle başını salladı. Omuzlarını silkerek espriyle karışık bir ses tonuna büründü. "Zor demek hafif kalır. Koskoca aile… Üstelik sürekli bir bizim mahallede kim kime racon kesiyor muhabbeti. Söyleyeyim, pek romantik bir hayat değildi yani."

Kız, kaşlarını kaldırarak ona bir an merakla baktı. "Romantizmden yoksun bir çocukluk, ha? Yani şu anda pek de yoksun gibi görünmüyorsun." Ardından sırasını bekleyen bir soru, sanki dilinin ucunda takılı kalmış gibi gülerek ekledi. "Peki ya mafya işi… Yani, taşaklı bir adamdın diyebilir miyiz?" Friks, büyük bir kahkaha attı. Gözlerinde şeytani bir parıltı vardı. "Taşaklı mı? Eh, öyle diyelim. Adamın kafasında sürekli kim kime vuracak, kim kimi indirecek, kim hangi köşeyi tutmuş gibi dertler dolaşınca bir noktada taşak muhabbeti bile hafif kalıyor. Tabii, zamanla işi ciddiyetten çıkarıp şakaya vurduğumuz çok oldu. Aile, her daim onurumuz, şerefimiz modunda ama, arkada gizli kapaklı hepimiz korkak adamlarız."

Kız, elini ağzına götürerek kahkahayı bastırmaya çalıştı. Sonra iyice toparlanıp ayağa kalkar gibi oldu; ama Friks, daha konuşması bitmemiş gibi devam ediyordu.
"Önce mafyacılık, sonra devrimcilik, şimdi de sürgün… Bu kadar macera üst üste binince de, insanın hayatla dalga geçmekten başka şansı kalmıyor." Kız hafifçe ona yaklaştı, gülüşmeleri yatıştıktan sonra yüzünde mahcup bir neşe belirdi. Friks, bakışlarını kaçırmadan usulca elini kızın elinin üstüne koydu. Tenin sıcaklığı ikisini de bir an susturdu. Ardından Friks, yüzündeki ciddi ifade ile ama yine de samimi bir tınıyla konuştu. "Şu son üç ay… Sen olmasaydın bu diyarlar gerçekten çekilmez olurdu benim için. Ama sayende… Hayat hiç olmadık kadar katlanılır ve komik geldi." Kızın gözlerinde samimi bir tebessüm parladı. Hafifçe başını öne eğerek saçlarının bir kısmını kulak arkasına aldı, sonra nazikçe Friks’in elini sıktı. Dudaklarının kenarındaki o gülümseme, ay ışığında bir an parıldadı.

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#8
Belle her şeye rağmen asla vazgeçmeyeceğini söylemişti. Gözlerinde onca acıya rağmen kararlı bir bakış vardı. Kaçmanın en ağır yenilgi olduğunu, mücadele etmeden teslim olmayı seçerse kızının yüzüne bir daha bakamayacağını, korkuya asla boyun eğmeyeceğini, bu uğurda gerekirse canını vereceğini söylemişti. Sözleri son zamanlarda umutsuzluğun ve pes etmenin ucunda gezinen Livei'nin kalbini etkilemişti. Onlarla hiçbir alakası olmayan bir Dünyalı bile bu kadar cesur ve kararlı olabiliyorsa, bu savaşın esas muhatabı olan kendisi ve kendi halkı daha da cesur ve kararlı olmalıydı. Genç kızın gözlerindeki bakış yavaşça keskinleşti. Sonra yüzüne umut dolu bir tebessüm serpildi. Buraya kadar onları taşıyan direnç her ne ise onu yeniden bulması ve ona tutunması gerekiyordu. Savaşın seyrini değiştirebilecek ne varsa onu kullanmalıydı. Değiştiremeyecek olsa da en azından çaba göstermeliydi.

O esnada duyduğu birkaç çığlık sesiyle birlikte yüzünü kargaşanın olduğu noktaya çevirdi. Bok gelmişti. Işınlanarak geldiği için Prui halkının etrafında ufak çaplı bir korkuya sebep olmuştu. Kendileri bu acayipliklere alışmışlardı artık tabi ancak Prui hala adapte olma aşamasındaydı. Dünyalıların kocaman gemilerini ve silahlarını görseler küçük dillerini yutarlardı herhalde. Bok herkesten özür diledikten sonra kalabalıktaki yüzleri taramış, bakışları Livei ile kesişince gözleri parıldamıştı. Gülümseyerek yanına gitmiş ve yanağına bir öpücük kondurmuştu. Livei de onu görünce gülümsedi ve ona sımsıkı sarıldı. Onu özlemişti. Bok hemen lafa girerek haberleri olduğunu ve acil konuşmaları gerektiğini söylemişti. "Acilse hemen tabi ki de." diye yanıtladı onun sorusunu Livei yüzünde meraklı bakışlarla. Ancak tam o esnada et yemeği hazır edilmişti ve herkese birer tabak ikramda bulunmuşlardı. Açlık baskın gelince de konuşmadan önce yemek yemeye karar verdiler.

Yemekten sonra Max ve ailesi Prui lideri ile konuşurlarken Bok, Mabi ve Livei evin önünde onun getireceği haberleri bekliyorlardı. Gece olmuş ve etrafa serinlik çökmüştü. Bok saatiyle oynamayı bitirince hemen gitmeleri gerektiğini, Aisi Cumhuriyeti'nin başkanının Kral Thrao ile görüşmek istediğini, bu görüşmeye gitmelerinin faydalı olacağını söylemişti. Livei başıyla dediklerini onayladı. Friks'in de onlarla gelmesi gerektiğini söyleyince şaşırdı. "Neden Friks? Mavi gelse daha faydalı olmaz mı?" Tam o anda Max yanlarına gelerek tuvaletini zor tuttuğunu ve tuvalet dolu olduğu için kafayı yemek üzere olduğunu söylemişti. O esnada Livei, Mabi ve Lili'nin kurduğu tuzakla ona en acı et sosunu yedirdiklerini hatırladı. Kendini tutamayarak kocaman bir kahkaha patlattı. "Dua et de tuvaletteki kişi de o sostan yemiş olmasın. Yoksa sabaha kadar burada kıvranırsın." Sonra Bok'a çevirdi bakışlarını önceki sorusunu yanıtlamak için. "Friks buralardadır. Belki şu bahsettiği kızla takılıyordur. İstersen ona saatle mesaj yollayayım, görünce oraya gelsin. Biz de hemen Thrao'nun yanına gidelim. Bu toplantının şimdi bu saatte yapılmasının sebebini biliyor musun? Thrao'yu bir amaçla çağırmış olmalılar."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#9
Lili ile birlikte Max'e şaka yapma planını hemen uygulamaya geçmiştik. Bunun için bu kadar hevesli olması, benim de hevesimi iyice arttırmıştı. Çocukla çocuk olmak, belki de en sevdiğim şeylerden biriydi. Hiçbir yargılama olmadan, her şeyi yapabiliyor olmak çok eğlenceliydi benim gözümde. Fısıltılı kahkahalar ile sinsi planımızı uygulamaya geçerken, annesinin kararlı konuşması bir yandan kulağıma çalınmaya başlıyordu. Herhangi bir tepki vermekten kaçınmıştım, zira bu ortamı daha da düşürmek gibi bir niyetim yoktu. Bu yüzden, kadının kararlılığı ile gurur duymuş, sessizce onaylamıştım kendi içimde söylediklerini. Kadının sözleri bittiğinde, salonun ortasında Bok'un aniden belirmesiyle herkes bir anda irkilmişti. Kısa bir irkilme seansından sonra, Livei'ye haberleri olduğunu söylüyordu. Acil konuşması gerektiği bir şey olduğunu söylediğinde, içimi ufak bir endişe kaplamaya başlamıştı. Gene ne ile uğraşacaktık, acil olan ne vardı merak etmeye başlamıştım. Akşam yemeği sonrası, Max ve ailesi içeride kalmış, biz ise evin önüne çıkmıştık. Bizim Aisi Cumhuriyet'ine gitmemiz gerektiğini söylüyordu, Başkan ile Kral Thrao bir araya gelecekti. Gelişmeleri yakından takip etmemiz gerektiğini söylüyordu. Bu dediğini başımla onayladıktan sonra Max'in çıkışını görmemle birlikte kahkahayı basmam bir oldu.

Max'le olan düşmanlığımı bir kenara bırakmaya karar vermiştim. Her ne kadar ona çok fazla sempati beslemiyor olsam da, artık bunun gereği yoktu. Sırtına dostça bir tokat patlattıktan sonra, omzuna kolumu attım gülümseyerek. "Ne oldu? Akşam kızılı çok fenaymış demi?" Kahkaham iyice artmaya başladığında, iyi ki bu sosu yememişim diye düşünmeye başladım. Ya ben de bu durumda olsaydım? Üstelik, Max'le aynı oranda da yemiyorum. Onun iki üç katı yesem ve hepsini o sosla yemiş olsaydım, şuan altıma sıçıyor olabilirdim! O zaman ne oldu? Boklu Kudretli Ayı olurdum. Göt kaslarım bile bu boku tutmama yardımcı olamayabilirdi! İşte o zaman, İkinci Kıta'yı terk etmem gerekirdi ve altıma sıçtığımı gören herkesi yok etmem gerekirdi. Ben asla altıma sıçmam, Kudretli Ayı altına sıçamaz! Bu yüzden sosu yemek yerine Max'e yedirdiğim için çok mutluyum, üstelik o sos gerçekten o kadar acıysa bunun birde çıkışı olacaktı. Max'e korku dolu gözlerle eğilerek konuşmaya başladım.

"Çok acırsa götüne şıp şıp su vur, tamam mı?"
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#10
Bok, bir yandan kolundaki saat benzeri cihazla ayar yaparken, bir yandan da başını kaldırıp size dönüyor. Gözlerini hafif kısarak, konuyu Friks’e getiriyor. "Özellikle Aisi tarafı, Friks’in güçlerini ve nasıl çalıştığını merak ediyormuş. Yani bir nevi nasıl kullanıyor, doğuştan mı geliyor, yoksa sonradan mı edindi tarzı sorular sormak istiyorlar. Muhtemelen diplomatik bir yaklaşım ya da bilimsel bir araştırma… Her neyse, bizi orada görmek istiyorlar. Bir an önce oraya gitmemiz lazım." Max, Mabi'nin tuvalet sıkıntısına dair muzip yorumunu duyduktan sonra öylece sırıtırken, kapı tarafında bir açılma sesi duyuluyor. Yüzünde çaresiz bir ifade, gerçekten de tuvalet sırasını beklemeye gittiğini gösterircesine koşturuyor. Bok da omuz silkip "En iyisini yaptı." diye mırıldanıyor, hafif bir tebessümle.

Livei, Friks’e vakit kaybetmeden mesaj yollamak için bileğine takılı saati kurcalıyorsun. Bok, harekete geçmeniz gerektiğini belirterek Lumyara’ya ışınlanacağınızı işaret ediyor. Üçünüz Bok’un cihazının etrafında birbirine yakın durunca anlık bir parıltı beliriyorsunuz ve şuursuzca göz kırpıştıran Pruili gençlerin şaşkın bakışları arasında bir anda kaybolup gidiyorsunuz.

Gözünüzü açtığınız an, kendinizi yüksek duvarlı, gotik mimarili bir şatonun hemen önünde buluyorsunuz. Koca sütunlar ve sivri kemerlerle çevrili avlu, tıpkı bir masaldan fırlamış gibi. Şatonun çatısından yükselen ince kuleler, gecenin karanlığına meydan okurcasına göğe uzanıyor. Önünüzdeki taş yollar, adımlarınızı sağlam bir sükunetle karşılıyor. Yolun kenarlarında, eski tip kapalı sokak lambaları dizili; her birinden sarı-turuncu ılık bir ışık sızıyor. Lambaların altında, kemerli pencerelerin narin gölgeleri oynaşıyor. Havanın hafif serinliğine karşın, sokak boyunca duyulan müzik notaları ve neşeli uğultu, sanki halkın bugün özel bir geceyi kutladığını fısıldıyor. Şatonun büyük, demir kapısına geldiğinizde, iki iri yarı gardiyan, asalarına benzeyen silahlarını çapraz tutup yolunuzu kesiyor. Metalik, tok bir sesle soruyorlar. "Durun! Burada ne arıyorsunuz?"

Bok, omuzlarını dikleştirerek cevap veriyor. "Ben Bok Jemipech. Kral Thrao ve Cumhurbaşkanı ile bir randevumuz var." Gardiyanlardan biri, diğerine göz ucuyla bakıyor ve hemen geri durması için işaret ediyor. "Buyurun efendim." diyerek geri çekiliyor. Kapı gıcırdayarak açılıyor ve içeriye ilk adımınızı atıyorsunuz. İçeride, dışarıdan görünen gotik ihtişamın devamı var. Yüksek tavanlı holün merkezinde devasa bir avize, binlerce kristalle süslenmiş halde sarkıyor. Yan duvarlarda, Aisi Cumhuriyeti’nin eski kraliyet dönemine ait tablolar asılı. Çoğu insanın üzerinde şık fakat rahat giysiler var. Kimileri koridorlarda sohbet ediyor, kimileri holün bir köşesinde meyve suları ve şaraplarla dolu tezgahların önünde gülüşüp duruyor. Herkesin yüzünde neşeli bir ifade görmek, sanki burada süren diplomatik temasların nispeten sorunsuz ve pozitif ilerlediğini düşündürüyor.

Mermerden yapılma geniş merdivenler, üst katlara doğru kıvrılıyor. Siz, Bok’un rehberliğinde, birkaç kat boyunca süren uzun bir tırmanışa geçiyorsunuz. Arada koridorlara serpiştirilmiş halılar, altın varaklı aynalar, ufak mum aydınlatmaları derken, sizi sonunda nefis dekorlu bir salona getiriyorlar. Duvarlarda işlemeli duvar kağıtları, tavanda renkli cam süslemeler, köşelerde ise ağır ve zarif ahşap mobilyalar göze çarpıyor.

Odada iki kişi var. Biri, Gedhilfe Kralı Thrao, sevdiğiniz dostunuz. Uzun boylu, sakallı, vakur bir duruşuyla pencere kenarında duruyor. Diğeriyse kırmızı saçlı, koyu yeşil gözlü, oldukça klas bir görünüşe sahip bir adam. İnce yüz hatlarını zarif bir gülümsemeyle süslüyor. Elini size doğru uzatıyor. "Sonunda tanışabildik. Ben Befan Itumalobo." Livei, nazikçe elini uzatırken adam Livei’nin elini, onun bile fark edemeyeceği kadar hızlı bir hareketle dudaklarına götürüp öpüyor. Livei şaşkınlıkla hafifçe irkilse de, Befan’ın gülümsemesi ve kendinden emin tavrı ortamı yumuşatıyor. Ancak Bok, gözündeki belli belirsiz kıskançlıkla, durumu çaktırmamaya gayret ediyor. İkiliyi usulca ayırıp öne geçerek sertçe konuşuyor. "Ben de Bok Jemipech. Bu da eşim Livei Nyawodz."

Befan, ellerini arkasında birleştirip gülümseyerek başını eğiyor. "Çok memnun oldum. Aisi, krallıktan cumhuriyete geçtiğinden beri çok zaman olmadı. İlk cumhurbaşkanı olarak, bu tür uluslararası görüşmelere bizzat katılmayı görev biliyorum." Ardından, elini hafifçe kaldırarak hem Mabi’ye hem Livei’ye hem de Bok’a bakıyor. "Şimdi lütfen, kendinizi teker teker tanıtın. Tam olarak kim olduğunuzu ve hangi güce sahip olduğunuzu bilmek bizim için önemli. Özellikle de bu diplomatik görüşmede ne kadar destek alabileceğimizi anlamak istiyoruz." Bok, boğazını temizleyerek söze başlıyor. "Ben, Djuratlıyım. Tuplo azınlığından… Savaşlar sırasında Kurşun elementini kullanıyorum ve bazı deneyler nedeniyle, kendimin bile tam çözemediğim ek kabiliyetler kazandım. Enerji manipülasyonu mu dersiniz, yoksa duyusal algı mı, henüz isim koyamadık."

Gözleri kısa süreliğine Livei ve Mabi’ye kayıyor, sözü onlara bırakmak istercesine bir adım geri çekiliyor. Kral Thrao da sessizce, hafif bir gülümsemeyle olan biteni izlerken, Cumhurbaşkanı Befan dikkatle dinlemeye hazır görünüyor. Bu nezih odada, ağır ama aynı zamanda diplomatik ve sıcak bir atmosfer oluşuyor. Artık söz sizde.

Befan Itumalobo
► Show Spoiler

Return to “Slistua”

cron