Cevabını verdikten sonra kısa bir bekleme oluyor, bir anlığına hiçbir şey hisstemiyorsun. Bir anda sarı, yeşil, mavi ve kırmızı ışıklar soldan sağa olacak şekilde, tatlı diyebileceğin bir ses ile birlikte beliriyor. Ardından birkaç tane yeni soru gelmeye başlıyor, bu soruları teker teker cevaplaman gerektiğini varsayıyorsun. Bir yandan da bir fısıldama duyuyorsun, dikkatini hafiften dağıtıyor. Fısıldamayı bir süreliğine dinlemeye karar veriyorsun, o sırada önümüzdeki üç soru yazı halinde önünde duruyor.
Güneş yeni doğmuştu, suyun üzerinde tatlı, narin bir ışık oyunuyla dans ediyordu. Deniz sessiz ve huzurluydu, küçük balıkçı teknesi yavaşça dalgalarla salınarak ilerliyordu. Tekne, denizin üzerinde gezinen bir yaprak gibi hafifti ve içindeki adam, sanki doğanın sırlarını çözmeye çalışan meraklı bir çocuk gibiydi. Balıkçı yaşlı değildi ama gözlerinde yaşından büyük hikâyeler vardı. Yüzündeki ince çizgiler tuzlu deniz suyundan, güneşten ve rüzgârdan işlenmişti. Yalnızdı ama bu yalnızlık ona ait, onun seçtiği bir sığınaktı. Ağlarını dikkatle, özenle atıyordu sulara; her hareketi zarif ve anlamlıydı.
İlk günler deniz bonkör davrandı ona. Ağları dolu, sepetleri taşkındı. Küçük balıkçı gülümsüyordu, çünkü deniz ona armağanlar sunuyordu. Fakat adam daha fazlasını istiyordu; ağlarını daha derinlere attı, daha çok avlandı. Her geçen gün denizden aldıkları büyüdü ve her seferinde geri vermeyi unuttu. Zaman ilerledikçe, balıkçı teknedeki balıklarla birlikte başka şeyler de çekmeye başladı sulardan. Parlak, tuhaf taşlar ve üzerinde anlaşılmaz semboller bulunan eşyalar. Bunlar ilk başta masum görünüyordu. Ancak her gece, onları incelemek için eve götürdüğünde, küçük kulübesinin duvarlarında gölgeler büyüyor, garip sesler duyulmaya başlıyordu. Adam umursamadı; merakı korkusundan daha güçlüydü.
Haftalar, aylar geçti. Deniz artık ona bonkör davranmıyordu. Daha derinlere inmek zorunda kaldı; denizin kalbine, karanlık ve sessizliğin hüküm sürdüğü dipsiz derinliklere. Balıkçı her seferinde oradan daha fazlasını aldı, daha fazlasını tüketti. Kulübesinde artık geceler korkunçtu. Duvarlarda gölgeler çığlıklar atıyor, yer tahtalarının altında hareket eden şekilsiz yaratıklar hissediliyordu. Ama balıkçı duymazlıktan geldi. Gözleri artık kararmış, kalbi açgözlülüğün sessiz fısıltısıyla zehirlenmişti. Deniz ona verdiğini geri istiyordu; ama adam vermek istemiyordu.
Son bir av günü, fırtına çıktı. Deniz öfkeliydi. Gök, siyah bulutlarla kaplandı ve tekne, dev dalgaların arasında savrulmaya başladı. Balıkçı korkmuyordu artık. Sanki fırtına onun aradığı, beklediği bir dosttu. Deniz onu daha derine çekti ve sonunda, denizin dibinde devasa bir karanlıkla karşılaştı. Karanlığın içinde dev, yaşlı gözler açıldı. Dünya'nın ruhuydu bu; eski, yorgun ve zayıflamıştı. Balıkçı tereddüt etmedi. Ağını son kez savurdu ve karanlığı yakaladı. Onu çekti, çekti ve sonunda teknesine aldı. Dünya’nın ruhunu ellerinde tutarken, adamın gözlerinde artık insana ait hiçbir şey kalmamıştı. O, denizin kendisinden daha karanlık, daha açtı.
Ve o eninde sonunda Dünyayı öldürdü.
Güneş yeni doğmuştu, suyun üzerinde tatlı, narin bir ışık oyunuyla dans ediyordu. Deniz sessiz ve huzurluydu, küçük balıkçı teknesi yavaşça dalgalarla salınarak ilerliyordu. Tekne, denizin üzerinde gezinen bir yaprak gibi hafifti ve içindeki adam, sanki doğanın sırlarını çözmeye çalışan meraklı bir çocuk gibiydi. Balıkçı yaşlı değildi ama gözlerinde yaşından büyük hikâyeler vardı. Yüzündeki ince çizgiler tuzlu deniz suyundan, güneşten ve rüzgârdan işlenmişti. Yalnızdı ama bu yalnızlık ona ait, onun seçtiği bir sığınaktı. Ağlarını dikkatle, özenle atıyordu sulara; her hareketi zarif ve anlamlıydı.
İlk günler deniz bonkör davrandı ona. Ağları dolu, sepetleri taşkındı. Küçük balıkçı gülümsüyordu, çünkü deniz ona armağanlar sunuyordu. Fakat adam daha fazlasını istiyordu; ağlarını daha derinlere attı, daha çok avlandı. Her geçen gün denizden aldıkları büyüdü ve her seferinde geri vermeyi unuttu. Zaman ilerledikçe, balıkçı teknedeki balıklarla birlikte başka şeyler de çekmeye başladı sulardan. Parlak, tuhaf taşlar ve üzerinde anlaşılmaz semboller bulunan eşyalar. Bunlar ilk başta masum görünüyordu. Ancak her gece, onları incelemek için eve götürdüğünde, küçük kulübesinin duvarlarında gölgeler büyüyor, garip sesler duyulmaya başlıyordu. Adam umursamadı; merakı korkusundan daha güçlüydü.
Haftalar, aylar geçti. Deniz artık ona bonkör davranmıyordu. Daha derinlere inmek zorunda kaldı; denizin kalbine, karanlık ve sessizliğin hüküm sürdüğü dipsiz derinliklere. Balıkçı her seferinde oradan daha fazlasını aldı, daha fazlasını tüketti. Kulübesinde artık geceler korkunçtu. Duvarlarda gölgeler çığlıklar atıyor, yer tahtalarının altında hareket eden şekilsiz yaratıklar hissediliyordu. Ama balıkçı duymazlıktan geldi. Gözleri artık kararmış, kalbi açgözlülüğün sessiz fısıltısıyla zehirlenmişti. Deniz ona verdiğini geri istiyordu; ama adam vermek istemiyordu.
Son bir av günü, fırtına çıktı. Deniz öfkeliydi. Gök, siyah bulutlarla kaplandı ve tekne, dev dalgaların arasında savrulmaya başladı. Balıkçı korkmuyordu artık. Sanki fırtına onun aradığı, beklediği bir dosttu. Deniz onu daha derine çekti ve sonunda, denizin dibinde devasa bir karanlıkla karşılaştı. Karanlığın içinde dev, yaşlı gözler açıldı. Dünya'nın ruhuydu bu; eski, yorgun ve zayıflamıştı. Balıkçı tereddüt etmedi. Ağını son kez savurdu ve karanlığı yakaladı. Onu çekti, çekti ve sonunda teknesine aldı. Dünya’nın ruhunu ellerinde tutarken, adamın gözlerinde artık insana ait hiçbir şey kalmamıştı. O, denizin kendisinden daha karanlık, daha açtı.
Ve o eninde sonunda Dünyayı öldürdü.
► Show Spoiler
Soru 3
► Show Spoiler
Soru 4
► Show Spoiler