Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#31
O Sırada; Prens Thrao'nun Karargahı
Deith’in tanıdık, alaycı sesi kulaklarında yankılanırken, Bok’un kalbi hızla çarpmaya başlıyor. Deith’in adım adım yaklaşması, onun tehditkar varlığını daha da belirgin hale getiriyor. Bok, öfkeyle dişlerini sıkarak karşısında duran bu güçlü düşmana doğru atılıyor. İlk hamlesi, Deith’in yüzüne doğru savurduğu güçlü bir yumruk oluyor, ancak Deith bu saldırıyı kolayca savuşturuyor. Bok, Kurşun elementini kullanarak rakibini yere sermek amacıyla güçlerini çağırmaya çalışıyor, ancak güçleri bir türlü yanıt vermiyor. İçinde bir panik dalgası yükseliyor, çünkü ışınlanma yeteneğini de denediğinde aynı sonuçla karşılaşıyor. Deith, Bok’un bu çaresizliğini fark ederek alaycı bir gülümsemeyle ona yaklaşıyor. "Ne oldu Bok? Güçlerin işe yaramıyor mu?" diyor, sesinde alaycı bir tonla. Deith’in bu sözü, Bok’un içinde bir öfke patlamasına neden oluyor, ancak bu öfke onun hareketlerini daha da kontrolsüz hale getiriyor. Deith, Bok’un boşa harcadığı enerjiden faydalanarak hızlı ve sert darbelerle ona saldırıyor. Yumruklar ve tekmeler Bok’un vücuduna çarparken, acının dalgaları bütün vücudunda yankılanıyor. Deith’in fiziksel üstünlüğü belirgin hale geliyor; darbeleri güçlü, sert ve acı verici. Bok, Deith’in yumruklarıyla birkaç kez geri sendeleyip yere düşüyor, her seferinde yeniden ayağa kalkmaya çalışıyor ama her denemesi daha da zorlaşıyor.

Deith, Bok’un yüzüne sert bir yumruk indirdiğinde, Bok’un ağzından kan fışkırıyor. Dişlerinin arasından sıcak kanın tadını hissediyor, vücudu ise giderek ağırlaşan darbelerin etkisiyle daha da zayıf düşüyor. Bok, güçlerini tekrar tekrar çağırmayı deniyor, ancak her seferinde başarısız oluyor. Yere düşerken, Deith’in alaycı sesi kulaklarında yankılanıyor. "Gerçekten yapabileceklerin bu kadar mı?" Deith, Bok’un üzerine doğru eğilerek, gözlerinin içine bakıyor. Bok, gücünü toplamak için derin bir nefes alıyor ve son bir çabayla tekrar ayağa kalkıyor, ancak Deith’in bir tekmesiyle tekrar yere seriliyor. Vücudu yara bere içinde kalmış, gücü tükenmiş durumda. Bok’un kafasında dönüp duran sorular, Deith’in üstünlüğü karşısında çaresizlik ve korkuyla birleşiyor. Güçlerinin neden çalışmadığını anlamaya çalışırken, Deith’in darbeleriyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Her vuruş, Bok’un direncini biraz daha kırıyor, her acı dalgası, onu bir adım daha geri çekilmeye zorlamış durumda. Deith, Bok’un göğsüne son bir darbe indirdiğinde, Bok’un nefesi kesiliyor. Acıyla kıvranırken, Deith’in gözlerinde zaferin parıltısını görüyor. Bok, gözlerini kararmaya başladığını hissediyor, vücudu artık acının ağırlığına daha fazla dayanamıyor. Deith, Bok’un üzerine doğru eğilip, kulağına fısıldıyor. "Bu sadece başlangıç, genç adam." O sırada, ikili, yukarıdan gelen güçlü ayak sesleri duyuyorlar.

Mabi: Işınlanma tamamlandığında, kendini soğuk taş bir merdivenin başında buluyorsun. Merdivenler aşağıya doğru iniyor, her bir basamağın üzerinde toz ve kir birikmiş. Havadaki ağır metalik koku, seni nelerin beklediğine dair bir ipucu veriyor. Adımlarını dikkatlice atarak merdivenlerden inmeye başlıyorsun. Kalbin hızla çarparken, her adımın yankılanarak boş koridorda kayboluyor. Merdivenlerin sonunda geniş bir alana çıkıyorsun. Karşında Deith Ozæf’i ve yerde kanlar içinde yatan Bok'u görüyorsun. Bok'un yüzü morluklarla dolu, dudaklarından ve kaşının üzerinden kan sızıyor. Gözleri yarı kapalı, acıyla kıvranıyor. Deith ise eğilmiş, alaycı bir gülümsemeyle Bok'a bakıyor. Deith'in varlığı, odadaki havayı daha da ağırlaştırıyor. Deith, Bok’a bakarak alaycı bir şekilde gülüyor. "Frip’in sevgilisi gelmiş, Bok. O ve diğer arkadaşların seni daha güçlü sanıyordu, ama görüyorum ki o da yanılmış." Deith, Bok’un yüzüne doğru eğilerek, onun acı dolu gözlerinin içine bakıyor. "Senin gibiler hep aynı hatayı yapar, Bok. Sevgi ve bağlılık gibi zayıflıklarınız yüzünden hep kaybedersiniz. Ama merak etme, bu acılar kısa sürecek. Sonra ne sen kalacaksın ne de arkadaşların." Deith’in soğuk sesi, tüylerini ürpertiyor. Bok’un nefes alış verişleri hızlanıyor, gözlerinde hem acı hem de korku beliriyor. Deith, yavaşça ayağa kalkarak sana dönüyor. Gözleri seninle buluştuğunda, yüzündeki gülümseme daha da genişliyor. "Ah, bak kim gelmiş. Mabi. Senin gibi bir zavallı buraya gelmeye cesaret ettiğine göre, Bok için çok değerli olmalısın." Deith, adım adım sana yaklaşıyor. "Ama bilmelisin ki, burada hiçbirinizin şansı yok. Hepiniz benim ellerimde oyuncak gibisiniz."

Deith’in bu sözleri, onun merhametsiz doğasını gözler önüne seriyor. Onunla yüzleşmek, seni hem korkutuyor hem de öfkelendiriyor. Bok’un yerde yatarken çektiği acıyı görmek, içinde bir ateş yakıyor. Deith’in tehditleri ve alaycı tavırları, seni daha da kararlı hale getiriyor. Bu karşılaşmanın sonucunun ne olacağını bilmeden, içindeki cesareti toplamaya çalışıyorsun. Deith, bir adım daha yaklaştığında, nefesini tutarak harekete geçmeye hazırlanıyorsun. Bok’un çektiği acıyı ve Deith’in tehditlerini aklında tutarak, bu savaşı kazanmak için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlısın. Deith, sana doğru yürümeye başlıyor. Hiçbir silahı yok, yanında taşıdığı başka bir şey de yok. Gözlüklerini çıkarıyor ve yere fırlatıyor. Yavaşça eldivenlerini de çıkarıyor ve yere atıyor. Ne yapacaksın? Karşılık vermen gerekmiyor mu?

Livei: Thomas sana doğru yaklaşıp omzuna hafifçe dokunuyor. Gözlerinde bir üzgünlük ve çaresizlik ifadesi belirgin. "Madame Livei, Mabi'nin isteği doğrultusunda sana yardım edemem. Üzgünüm, ama Max'in söylediklerine güvenmemiz gerekiyor. Şu anda yapabileceğimiz en iyi şey bu." diyor. Sözleriyle seni biraz daha sakinleştirmeye çalışsa da, içinde büyüyen endişe ve çaresizlik hissi giderek artıyor. Bok'un hala dönmemiş olması, içinde derin bir korku yaratıyor. Tam bu sırada Hae, seni ve Mitga'yı kenara çekiyor. Etrafınıza dikkatlice bakarak alçak bir sesle "Burası gerçekten güvenli mi?" diye soruyor. Gözlerindeki tedirginlik ve endişe, senin hislerini yansıtıyor. Mitga ise biraz tereddütle "Observerların girmemesi için bir sistem vardır herhalde." diyor, ama sesinde tam bir emin olamamanın tedirginliği var. Burası gerçekten güvenli mi? İçinde bir belirsizlik dalgası büyüyor. Tam bu esnada, yanınıza Wændz'i eğitmekle görevli olan kadın Elara geliyor. Nazik ama kararlı bir ifadeyle size selam veriyor. "Merhaba, ben Elara. Wændz benim gözetimimde." diyor. Elara'nın varlığı, biraz olsun güven veriyor sana ve ekibine. Bakışlarıyla sizi değerlendirirken "Burada güvende olmanız için elimizden geleni yapacağız. İkinci Kıta'daki ana karargah en iyi korunan yerlerden biri. Ancak dikkatli olmalıyız, hiçbir yer tamamen güvenli değil, düşmanımızı düşününce yani." diye ekliyor. Elara'nın sözleri, biraz olsun içindeki endişeyi hafifletiyor, ama tamamen geçmiyor. Bok'un nerede olduğu, ne durumda olduğu sorusu hala zihninin bir köşesinde yankılanıyor.

Wændz: Elara, Livei ve Mitga'ya selam verdikten sonra, bakışlarını sana çeviriyor. "Wændz, yeteneklerini biraz daha açıklamamız gerekiyor." diyor. Gözlerindeki ciddiyet, konunun önemini vurguluyor. "Öncelikle zaman manipülasyonu yeteneğinden bahsedelim. Bu yetenek, Observerların saatlerle yaptığı güç ile denk diyebiliriz. Ancak, Wændz'in yeteneği sadece saatlerle sınırlı değil. Kendi iradesiyle hem kendisi için hem de başkaları için zamanda kaymalar oluşturabilir." Elara, çevresine dikkatlice bakarak konuşmasına devam ediyor. "Bu yeteneğin sınırları şu an için tam olarak bilinmiyor. Wændz'in kontrolü altında zaman kavramı esneyebilir, gerilebilir veya hızlanabilir. Ancak, zaman manipülasyonunun doğası bilimsel anlamda tam olarak açıklanabilir değil. Zamanın doğası hala bilim dünyasında tartışılan bir konu. Bu nedenle, Wændz'in yeteneğinin tam potansiyeli ve sınırları hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz." Elara, sana dönerek gözlerinin içine bakıyor. "Wændz, bu yeteneğin çok güçlü ve aynı zamanda tehlikeli olduğunu unutmamalısın. Kontrolünü sağlamak için çok çalışman gerekecek. Zamanla daha fazla bilgi ve deneyim kazandıkça, bu yeteneği daha iyi anlayabileceksin." Elara'nın sözleri odadaki herkesin dikkatini çekiyor. Zaman manipülasyonu gibi bir yeteneğin gücü ve tehlikesi hakkında düşüncelere dalıyorlar. Bu yeteneğin ne kadar önemli olduğunu ve doğru ellerde nasıl kullanılabileceğini anlamaya çalışıyorlar. Elara, sözlerini bitirdikten sonra, yanına geçiyor ve omzuna hafifçe dokunarak destek veriyor. "Birlikte çok şey başarabiliriz." diyor. "Ama bunun için birlikte çalışmamız gerekiyor."

"Şimdi de Wændz'in biyoloji manipülasyonu yeteneğinden bahsedelim. Bu yetenek, zaman manipülasyonu kadar karmaşık ve tehlikeli. Biyoloji manipülasyonu, Wændz'in canlı organizmaların biyolojik yapısını değiştirebilme yeteneğidir." Elara, gözlerini ekibin her bir üyesine gezdirerek devam ediyor. "Wændz, bu yeteneğiyle bir canlının genetik yapısını değiştirebilir, hücrelerini yeniden yapılandırabilir ve hatta biyolojik süreçleri hızlandırıp yavaşlatabilir. Bu, iyileşme süreçlerini hızlandırabileceği gibi, bir organizmanın yaşlanma sürecini de kontrol edebilir." Elara, sana dönüyor ve gözlerinin içine bakıyor. "Biyoloji manipülasyonu, hücresel düzeyde çalışır. Bu, sadece dışsal yaraları iyileştirmekle kalmaz, aynı zamanda içsel organları da tedavi edebilir. Aynı zamanda, bir canlının fiziksel yapısını değiştirebilir; kas yoğunluğunu artırabilir, kemik yapısını güçlendirebilir veya zayıflatabilir. Bu yetenek, biyolojik sınırlamaları aşmanın bir yoludur." Elara, kısa bir duraksamadan sonra devam ediyor. "Ancak, bu yeteneğin büyük sorumluluklar getirdiğini unutmamak gerekiyor. Yanlış kullanıldığında, ciddi zararlar verebilir. Genetik yapıyı değiştirirken dikkatli olmazsan, kalıcı hasarlara yol açabilir veya istenmeyen mutasyonlar yaratabilirsin. Bu yüzden, bu yeteneği kullanırken çok dikkatli olmalısın, Wændz." Elara, ekibe bakarak sözlerini tamamlıyor. "Biyoloji manipülasyonu, doğru kullanıldığında büyük faydalar sağlayabilir. Yaralı arkadaşlarını hızla iyileştirebilir, savaş alanında üstünlük sağlayabilir ve birçok durumu lehinize çevirebilirsiniz. Ancak, bu yeteneği kullanırken etik kurallara ve sorumluluklara dikkat etmeniz gerekiyor." Elara, son olarak sana güven veren bir gülümseme ile "Bu yetenekler, doğru rehberlik ve eğitimle kontrol edilebilir. Biz burada sana bu konuda destek olacağız. Birlikte, bu güçleri nasıl kullanacağını öğrenip, onları en iyi şekilde değerlendireceğiz." diyerek sözlerini bitiriyor.

Etenis, öne çıkarak memleketi Himota'da yaşanan acı olayları anlatmaya başlıyor. "Memleketim Himota'da olanlar beni derinden yaralıyor. Orada yaşayan ailem, arkadaşlarım ve tanıdıklarım var. Bu savaş onları mahvediyor. Elara hanım, bu konuda bir şeyler yapabilir miyiz? Oradaki masum insanlara nasıl yardım edebiliriz?" Sesi titriyor, gözlerinde çaresizlik ve umut arayışı var. Elara, derin bir nefes alarak Etenis'in gözlerinin içine bakıyor. "Doğrudan müdahale etmek şu an için mümkün değil." diyor yumuşak ama kararlı bir ses tonuyla. "Ancak, gölgelerden bu savaşın bitirilmesi için gereken adımları atıyoruz. Şu anda, hem burada hem de diğer bölgelerde gizli operasyonlarımız devam ediyor. Bu savaşı durdurmak ve masum insanları korumak için elimizden geleni yapıyoruz. Sana söz veriyorum, bu savaşın sonu gelecek." Etenis, Elara'nın sözleriyle biraz rahatlamış görünüyor, somurtmuş bir şekilde odada gezinmeye devam ediyor. Tam bu sırada, Thomas odada bulunan televizyonlardan birine dikkat kesiliyor. "Djurat'ta da işler karışmaya başladı, şuna bakın." diyor. Televizyondaki haberlerde, hem Gedhilfe hem de Himota destekçilerinin protestolarını sürdürdüğünü, aynı zamanda Qardakhlar'ın bu savaşa dahil olunmaması gerektiğini savunan bir protesto yürüttüğünü görüyorlar. Ekranda, çatışmaların ve gösterilerin görüntüleri akıyor. Thomas, bir an için durakladıktan sonra kanal değiştiriyor. Tihami'de de olayların karıştığına dair haberler alıyorlar. "Tihami'de de durum kötüye gidiyor." diyor, gözleri ekrandaki görüntülere kilitlenmiş halde. "Çatışmalar her yere yayılmış durumda. İnsanlar sokaklarda, barikatlar kurulmuş, her yer savaş alanı gibi."

"Dusha temiz kanka."

Sesin geldiği yöne doğru döndüğünüzde Shisha'nın kapıda durduğunu görüyorsunuz. Hepiniz şaşkın ve merak dolu ifadelerle Shisha'nın etrafında toplanıyorsunuz. Shisha'nın yüzünde hafif bir gülümseme var, ancak gözlerinde ciddi bir ifade belirmiş. Shisha, etrafındaki kalabalığa bakarak derin bir nefes alıyor. "Dusha'daki durumlar hakkında size bilgi vermem gerekiyor, ondan geldim." diyor ve herkesin dikkatini çekiyor. "Öncelikle, krala yakın olan neredeyse herkesi teker teker kendi tarafımıza çekmeyi başardım. Bunu gerçekleştirmek için uzun ve zorlu bir yol katettik, ama sonunda başarılı olduk. Kralın en güvendiği danışmanlarından, ordusunun komutanlarına kadar herkes bizim safımıza geçti. Krala sadık görünen bazı kişilerin bile aslında bize çalıştığını görmek beni cesaretlendirdi." Shisha bir an duraklayıp derin bir nefes alıyor, sonra devam ediyor. "Kraliçenin kaybolmasıyla ilgili planları başından beri ben yürütüyordum. Onun ortadan kaybolması, krallığın içindeki güç dengesini değiştirmek için büyük bir adımdı. Kraliçeyi güvenli bir yere götürdük, ona zarar gelmemesi için tüm tedbirleri aldık. Kraliçe, bizimle birlikte bu değişimi gerçekleştirmek için bekliyor. Onun desteği olmadan bu planın başarılı olamayacağını biliyordum. Kraliçe nasıl böyle bir şeye destek verdi, nasıl Kral'a karşı geldi derseniz... O benim cazibemle ilgili diyebiliriz."

Gözleri etrafta dolaşırken, herkesin dikkatle dinlediğinden emin olduktan sonra devam ediyor. "Kralın birkaç gün içinde tahttan zorla indirileceği bir senaryoyu hazırladık. Halkın desteğini almak için sessizce çalıştık, yerel liderlerle görüşmeler yaptık ve onların desteğini kazandık. Halkın, kralın baskıcı yönetiminden bıktığını biliyorduk ve onlara bir umut verdik. Halk, bu umudu gördü ve şimdi bizim yanımızda." Shisha, heyecanını belli etmemeye çalışarak, sakin bir ses tonuyla devam ediyor. "Dusha, çok yakında cumhuriyet ilan edecek. Bu süreçte, birçok zorlukla karşılaştık, ama her engeli aşmayı başardık. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte, Dusha halkı özgürlük ve adaletin tadını çıkaracak. Bu yeni düzen, halkın sesini dinleyen, onların ihtiyaçlarına cevap veren bir yönetim olacak. Kralın zorla tahttan indirilmesi, sadece bir başlangıç. Bizim görevimiz, bu değişimi kalıcı kılmak ve Dusha'yı daha adil, daha özgür bir ülke haline getirmek." Etrafta şaşkın ve hayran bakışlar dolaşırken, Shisha son sözlerini söylerken gülümsüyor. "Bu değişimin bir parçası olduğunuz için hepinize teşekkür ederim. Dusha'nın geleceği parlak ve bu geleceği hep birlikte inşa edeceğiz."

Shisha, Elara'ya dönüyor ve kendisinden Rose'u çağırmasını istiyor. Elara, yanınızdan gittiğinde Shisha size dönüp konuşmaya devam ediyor. "Elbet farkındayım ki Dusha'nın iç politikası şu an büyük önem teşkil etmiyor, fakat kıtanın geleceği için buna ihtiyaç vardı. Tek tek yıkalım şu krallıkları amına koyim." Friks, gülümsüyor ve "Helal lan sana. Benim Gedhilfe'de çocukluğumdan beri hayal ettiğim şeyi sen yapmışsın." diyor. Etenis ise "Arkadaş, şu kıtada ülkesinden memnun olan bir biziz herhalde. Shisha bey selamlar bu arada, ben Etenis. Himotalıyım." diyor. Shisha ise "Lafından anladım kardeşim Himotalı olduğunu, merak etme. Etenis nasıl isim la? Öyle Himotalı mı olur?" Etenis gülümsüyor ve "İsmimi annem koydu. Kendisi Tihamili." diyor. Shisha ise gözlerini kısarak bakmaya devam ediyor. Sonradan Livei'ye dönüyor ve "Sen naptın kız? Sizin kral delirmiş diye duydum." diyor.

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#32
Mabi onu göndermeyi kabul etmeyerek kendisi gitmişti ve 2 saat içerisinde geri dönmezse Thomas ile birlikte gelmelerini istemişti. Livei'nin itiraz etmesine kalmadan da hemen ışınlanmıştı. Livei, her ne kadar Thomas onu sakinleştirmeye çalışsa da kaygıyla tırnaklarını ağzına götürmeden duramadı. Bok'u biliyordu. Kolay kolay başına iş açılabilecek birisi değildi. Muhakkak bir şey olmuştu. Yoksa ölmüş müydü? Onu tam bulmuşken yeniden kaybetmeyi göze alamazdı. Kalbi hala ağzında atarken Hae'nin kendisini kenara çekiştirdiğini fark etti. Buranın gerçekten güvenli olup olmadığını sormuştu. Mitga ise kendi tahminini yürütmüştü. "Bu gerçekten o kadar önemli mi şu anda?" diye çıkıştı Livei gergin bir ses tonuyla. "Giriyorlarsa girsinler, çay kahve de getirsinler. Ne yapalım? Aklında gidebileceğimiz başka bir yer varsa söyle Hae." Aslında içindeki gerginliği ondan çıkartmak istememişti ancak en olmayacak zamanda salak saçma ortamı germesine sinir oluyordu Hae'nin. Hiçbir zaman bir öneriyle gelmiyordu herif karşısına. Hep sorular, hep sorular. Tam bu esnada adının Elara olduğunu öğrendikleri, Wændz'i eğittiği söylenen kadın yanlarına gelmişti. Tam olarak Livei'nin aklından geçeni söyleyerek buranın en güvenli yerlerden birisi olduğunu ancak tam olarak güvenli olan hiçbir yer olmadığını belirtmişti. Livei başını sallayarak ona katıldığını belirtti.

Elara sonrasında uzun uzun Wændz'in eşsiz güçlerini anlatmaya başlamıştı. Livei'nin bir kulağı ondaydı ancak içten içe Bok'u merak ediyordu. Ne Max'ten ne de Mabi'den hala bir ses çıkmamıştı. Zaman akmaya devam ettikçe daha da çok geriliyordu. Elara, Wændz'in zamanı manipüle ettiğini ancak zaman kavramı anlaşılmaz olduğu için gücünün kapasitesinin tam olarak ne olduğunu bilmediğini söylemişti. Buna benzer bir güç Bok'ta da vardı. O da ortamı manipüle edebiliyordu galiba, kağıtlarında öyle yazıyordu. Sonrasında da biyoloji manipülasyonu yeteneği sayesinde DNA'ya müdahale edebildiğinden, yaraları iyileştirebildiğinden, yaşlanmayı kontrol edebildiğinden bahsetmişti. Ne yani, sonsuza dek yaşayabilecekler miydi? Hiç yaşlanmadan? Bir bu eksikti zaten. Elara bu yeteneğin çok dikkatli kullanılması gerektiğini yoksa sonuçlarının ağır olacağını hatırlatmıştı Wændz'e. "Bu kadar şeyi nasıl biliyorsunuz ki?" diye sordu Livei anlık olarak aklına gelen bir merakla. "Onu eğittiğinizi söylüyorsunuz da, nasıl? Sizin de mi bu güçleriniz var? Bilmediğiniz bir konuda birisini nasıl eğitebilirsiniz?" Sonrasında ekledi. "Wændz'in güçleri savaşın tüm istikametini değiştirebilir. Üstünlük elde edebiliriz. Gerçekten takdire şayan ancak ben element kullanıcılarına bu kadar absürt ve dünyanın dengesini bozabilecek güçler verilmesine karşıyım. İnsan olmaya daha çok yaklaşmamız gerekiyor, deney faresine değil. Bu gibi güçlere sahip olmak ve herkesi bunlarla tehdit etmek iyice ucube gibi görünmemize sebep olacak." diyerek kendi görüşünü açıkladı. Tıpkı Etenis'in yaptığı gibi, bu kadar küçük yaştaki insanların gözlerini kırpmadan insanları öldürmelerini izlemek istemiyordu. Deney güçleri olanlar bunları kullanmak isteyeceklerdi. Şu anda savaşı kazanmak için kullanacaklardı, peki ya yarın? O zaman ne olacaktı?

Etenis ve Elara, Himota'da yaşananlar hakkında konuşurlarken Thomas odadaki televizyon işaret ederek Djurat'ta da işlerin karıştığını söylemişti. Livei dikkatini o yöne çevirdi. Protestolar, çatışmalar, isyanlar... Kral istediğini elde etmişti. Kıtasal savaş çıkarıyordu. Ve bu savaştan galip gelirse gerçekten de kıtaya hükmedecekti. Dünyalıları buraya yerleştirip yerlileri yok edeceklerdi. Belki de anılarını silip asker olarak kullanacaklardı. Onları bu kadar güçlendirmelerinin sebebi buydu zaten. Bok'a, Mabi'ye, Etenis'e, Wændz'e asker olarak sahip olmak Dünyalıların nesiller boyu güvende yaşamalarına yeterli olurdu. Thomas kanalı değiştirdiğinde görüntüler Tihami'ye geçmişti. Her yer aynıydı. Kav gövdeyi götürüyordu. Tam Dusha'nın nasıl olduğunu soracaktı ki yan tarafından Dusha'nın temiz olduğuna dair tanıdık bir ses duydu. "Shisha!" Onu gördüğüne bu kadar sevineceği aklının ucundan geçmezdi. Ancak biliyordu ki onun da saati vardı ve o Bok'un en yakın arkadaşıydı. Livei'yi anlayabilecek en iyi insandı o. Shisha yüzünde gururlu bir gülümseme ile Dusha'da yarattığı değişimden bahsetmeye başlamıştı. Kralın tüm sadık adamlarını taraflarına çekmiş, kraliçeyi cezbetmiş, kralı tahttan indirecek bir senaryo hazırlamış ve Dusha'nın cumhuriyet ilan edileceği bir ortam hazırlamıştı. Çok yakında da bu planı gerçekleşecekti. Livei gülümsedi. Bu çok bir şey olmasa da onlar için bir umut ışığıydı. Shisha'nın arka planda neler başardığını görmek gurur vericiydi.

Shisha, Friks ve Etenis ile kısaca konuştuktan sonra kendisine dönerek neler yaptığını sormuştu. Livei hızla Shisha'yı kolundan çekti. "Shisha. Çok acil konuşmamız lazım." Onu kuytu bir köşeye götürdü. "Bok'un başı belada. Ona yardım etmemiz lazım. Peşinden Mabi ve Max gittiler ama geri dönen olmadı. Kesin kötü bir şey oldu. Saatini kullan ve birlikte gidelim, lütfen." Sahi, Shisha Mabi'yi tanıyor muydu ki? Neyse, tanışmış olurlardı bu vesileyle.
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#33
Işınlanma bittiğinde, kendimi taş bir merdivenin başında bulmuştum. Aşağıya doğru inen merdivenler sanki uzun süredir ziyaret edilmiyor gibi toz ve kir içindeydi. Havada ağır bir koku vardı, bu ağır kokudan bir şeylerin iyiye gitmeyeceğini anlayabiliyordum. Dikkatli bir şekilde merdivenleri teker teker inmeye başladım. Ne olacağına dair bir fikrim olmadığından, her adımım ağırdı. Bir yandan heyecan, bir yandan ne ile karşılaşacağım konusundaki merak duygusu içimi darlıyordu. Merdivenlerin sonunda geniş bir alana çıkmıştım, görmek isteyeceğim son görüntüyü görmüştüm belki de. Deith karşımda duruyor, Bok ise kanlar içerisinde yerde yatıyordu. Yüzündeki morluklar, dudaklarından ve kaşından akan kanlar bu mücadelenin onun açısından hiçte iyi geçmediğini gösteriyordu. Acı çektiği kıvranışlarından belli oluyordu, Deith ise alaycı bir şekilde Bok'a bakıp, benim geldiğimi söylüyordu. Onu daha güçlü sandığımı, ancak yanıldığımı söylüyordu. Bok gibilerin hep aynı hataları yaptığını, sevgi ve bağlılık gibi zayıflıklar yüzünden kaybettiğini söylüyordu.

Deith'in konuşmaları canımı sıkmadan evvel, sakin kalmaya çalışıyordum. Gözüm bir Bok'a, bir de Deith'e kayarken, bu sefer direkt beni hitap alarak konuşuyordu. Suratına bakıp gülümsedim. Ağzından çıkan kelimelerin beni etkilemesine izin verecek değildim. Karşımdaki adamın merhametsizliğine karşı, hiçbir duygumu konuşturmayacaktım. Belimden Thomas'ın bana verdiği silahı çıkarttım kral bana doğru yaklaşırken. "Bir şeyi düzeltmek istiyorum. Bok zaten güçlü, bu konuda yanılmadım." Silahı çıkartıp Deith'e bütün şarjör boşalana kadar ateş edeceğim. Kafasına, gövdesine, her yerine isabet ettirmeye çalışacağım. Özellikle hayati noktaları hedef alsam da, onları vuramasam bile ateş edeceğim ki bir yerlere isabet etsin. Eğer hala yürüyor olursa veya kurşunlar isabet etmez ise, elimdeki silahı bir kenara fırlatıp hızla yumruklarımı çekeceğim.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#34
Livei: "Asla ama asla ekibimizden herhangi birinin üstünde deney uygulamayız. Bu mümkün değil. Sadece bu duruma çoktan düşmüş olan insanları elde ettikleri yetenekleri tüm potansiyeli ile kullanabilme doğrultusunda yönlendirmemiz gerekiyor. Nereden bildiğimize gelirsek, Wændz bu durumu yaşamış ilk insan değil. Ingenium gezegeninde bulunan farklı maddeler insanlara enjekte edildiğinde daha önce sadece çizgi romanlarda okuyabileceğimiz kadar absürt ve olağanüstü yeteneklerin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Element güçlerinin bu kadar yaygın olmasının tek sebebi zamanında Birinci Kıta'daki bilim insanlarının bu gücü keşfettikten sonra yeni keşifler yapmak yerine bu güce odaklanmaya karar vermeleridir. Ki bu açıkçası herkesin yararına oldu diye düşünüyorum. Zamanı bükebilen bir ordu hiç ama hiç iyi olmazdı, değil mi?"

Sen Elara'nın az önceki cevabını düşünürken Shisha, senin söylediklerini duyuyor ve yüzünde ciddi bir ifade beliriyor. "Tamam Livei. Hemen gidiyoruz." diyerek hızla saatine bakıyor ve bir şeyler ayarlıyor. "Hadi, Bok'u bulacağız." diyerek elinden tutup seni çekiyor. İkiniz de Shisha'nın saatine dokunuyorsunuz ve bir anlık bir ışık patlamasıyla kendinizi başka bir yerde buluyorsunuz. Etraf karanlık ve kasvetli. Duvarlar nemli ve rutubet kokuyor. Hemen önünüzde Mabi, silahını doğrultmuş halde duruyor. Silahın ucunun kime yöneldiğini anlamaya çalışırken Deith Ozæf'i fark ediyorsun. Deith, karanlık ve tehditkar bir şekilde duruyor, gözlerinde soğuk bir ışıltı var. Yavaşça başını çevirerek yeni gelenlere bakıyor, yüzünde alaycı bir gülümseme beliriyor. Gözlerin yerde yatan Bok’a kayıyor. Bok hareketsiz yatıyor, yüzü kan içinde ve zayıf nefes alış verişleri duyuluyor. Kalbin hızla atmaya başlıyor. İçinde bir anda endişe ve korku karışımı bir duygu yükseliyor. Bok’un bu hali seni derinden sarsıyor. Her şeyin bir anda kötüye gitmiş olduğunu fark ediyorsun. Şaşkınlık ve çaresizlikle etrafına bakarken, Mabi'nin gözlerindeki kararlılığı görüyorsun. Mabi, Shisha ve senin geldiğinizi görünce bir anlık şaşkınlık yaşıyor ama hemen toparlanıyor. Deith’e karşı durma kararlılığını sürdürüyor. Silahını sıkıca tutuyor ve Deith’e odaklanıyor. Deith, alaycı bir kahkaha atıyor ve bakışlarını size yöneltiyor. Gözlerinde çılgınlık parıltıları var.

Mabi: Silahı çıkarıp Deith'e bütün şarjörü boşaltarak ateş etmeye başlıyorsun. Kurşunlar peş peşe namludan çıkarken, her mermi Deith'in bedenine saplanıyor. Kafasına, gövdesine, her yerine isabet ettirmeye çalışıyorsun. Özellikle hayati noktaları hedef alıyorsun ama vuramasan bile ateş etmeye devam ediyorsun. Deith'in bedenine isabet eden kurşunların sesi odada yankılanıyor, metalin ete ve kemiğe çarpma sesi tüyler ürpertici bir yankı bırakıyor. Kurşunlar Deith'in göğsüne, omzuna ve bacağına saplanıyor. Göğsündeki kurşun, derin bir yara açarak kalbinin hemen yanında duruyor. Kan hızla akmaya başlıyor, göğsünden sızan kan, yere damla damla düşerken Deith'in beyaz gömleği kırmızıya boyanıyor. Omzuna saplanan kurşun, kasları parçalayarak derin bir kesik oluşturuyor. Kan, omzundan koluna doğru akarken, kurşunun açtığı yara net bir şekilde gözüküyor. Bacağındaki kurşun, kemiğe kadar işleyerek yürüyüşünü sekteye uğratıyor. Bacağındaki yara, her adımında derinleşen bir acıya neden oluyor. Birkaç saniye boyunca sessizlik hakim oluyor. Kurşunların isabet ettiği noktalar, etrafında kan birikintileri oluşturuyor.

Bu sessizliğin ardından, Deith'in yaraları hızla kapanmaya başlıyor. Göğsündeki derin kurşun yarası, kanın akışı durarak bir anda kapanıyor. Kurşun delikleri bir anda kayboluyor, sanki hiç açılmamış gibi. Omzundaki kesik, kasların birleşerek yeniden bir bütün haline gelmesiyle hızla iyileşiyor. Kan akışı duruyor ve cilt hızla kendini onarıyor. Bacağındaki yara da aynı hızla kapanıyor, kemiğe kadar inmiş kurşun yarası, birkaç saniye içinde tamamen iyileşiyor. Deith'in vücudu, yeniden sağlam ve yarasız hale geliyor. Kurşun delikleri kayboluyor, kan izleri siliniyor, sadece birkaç saniye içinde tamamen iyileşiyor. Deith, karşısındaki üçlüye bakarak alaycı bir gülümsemeyle tehditlerde bulunuyor. "Sizden hiçbir sikim olmaz." diyor soğukkanlılıkla. "Beni durdurabileceğinizi mi sandınız? Sizin gibi piyonlar benim için sadece eğlence ürünü. Ama şunu bilin, bana karşı gelmenin bedelini ağır ödeyeceksiniz. Bok'un hayatı buraya kadarmış gibi görünüyor, siz de onun peşinden gideceksiniz." Sözlerinin ardından odada bir sessizlik hakim oluyor. Deith'in gözlerindeki soğuk ifade, tehdidinin ne kadar gerçek olduğunu gösteriyor. Yavaşça adım atıyor, her hareketi, gücünü ve acımasızlığını daha da belirgin hale getiriyor. Odanın havası, gerilimle doluyor, her adımında tehditkarlığı daha da artıyor. Gözlerini size dikerek, tehditlerini daha da belirgin hale getiriyor. Odanın her köşesi, onun gücünün ve acımasızlığının etkisi altında.

Bir anda, merdivenlerden aşağı doğru inen ayak sesleri duyuluyor. Gürültü hızla yaklaşırken, odanın köşelerinde yankılanıyor. Gözleriniz, sesin geldiği yöne çevrildiğinde, merdivenlerin başında bir grup Gedhilfe kraliyet polisi beliriyor. Yaklaşık on beş kişilik bir grup, hızlı adımlarla aşağıya iniyor. Ellerindeki silahları sıkıca kavramışlar. Deith Ozæf'i görünce, silahlarını ona doğrultuyorlar. Deith, önce şaşırıyor. Gözlerinde bir anlık tereddüt beliriyor, sonra bu ifade yerini alaycı bir gülümsemeye bırakıyor. Gözleri, önündeki kraliyet polislerine dikiliyor. "Gerçekten mi?" diye alaycı bir ses tonuyla konuşuyor. "Beni gerçekten durdurabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Bu ülkeyi şu ana kadar sizin gibi gerzekler mi koruyordu?" Deith, tüm dikkatini kraliyet polislerine veriyor ve bir anda hareket ediyor. İlk polisin üzerine atılıyor, silahını ona doğrultmaya çalışırken Deith'in hızlı bir hamlesiyle silahı elinden kayıyor. Deith, hızla elini polisin boğazına sarıyor ve sıkıyor. Adamın gözleri yerinden fırlayacakmış gibi büyüyor, nefesi kesiliyor. Boğazındaki baskı, kemiğin kırılmasıyla son buluyor. Adam cansız bir şekilde yere yığılıyor.

Diğer bir polis, Deith'e ateş etmeye çalışıyor ama Deith, sanki mermileri hissetmiyormuş gibi hızla ilerliyor. Polisin silahını elinden çekip, ona doğrultuyor ve tetiği çekiyor. Kurşun, polisin alnına isabet ediyor, gözleri anında donuklaşıyor ve yere yığılıyor. Deith, gülerek "Kendi silahınla ölmek nasıl bir his?" diye mırıldanıyor. Üçüncü polise doğru ilerlerken, adam geri çekilmeye çalışıyor ama Deith onu yakalıyor. Elini adamın göğsüne koyup, parmaklarını içeri doğru bastırıyor. Adamın kaburgaları, Deith'in güçlü parmakları tarafından kırılıyor, kemikler parçalanıyor. Adamın çığlığı odada yankılanırken, Deith elini çekiyor ve adam yere düşüyor, göğsünden kanlar fışkırıyor. Dördüncü polis, Deith'in üzerine koşuyor, ancak Deith hızla yanından geçip, adamın arkasına geçiyor. Elleriyle adamın başını kavrayıp, bir hareketle boynunu kırıyor. Polis, cansız bir şekilde yere yığılıyor. Deith'in yüzünde hala o alaycı gülümseme var. Beşinci polis, Deith'e doğru yaklaşırken, Deith bir an için duraksıyor. Sonra hızla hareket edip, elindeki silahı alıyor ve adamın çenesine doğru sert bir yumruk indiriyor. Çene kemiği kırılıyor, polis yere düşüyor ve Deith, elindeki silahla adamın kafasına bir kurşun sıkıyor. Kanlar etrafa sıçrarken, Deith alaycı bir şekilde gülmeye devam ediyor. Odanın havası, Deith'in acımasızlığıyla daha da geriliyor. Geriye kalan polisler, bir an için ne yapacaklarını bilemiyorlar.


► Show Spoiler


Deith Ozæf'in acımasızca kraliyet polislerini öldürüşünü pür dikkat izlerken, tüm dikkatiniz onun üzerinde. Odadaki gerginlik her an daha da artıyor, Deith'in her hamlesi sizi biraz daha dehşete düşürüyor. Tam o sırada, Bok'un ayağa kalktığını fark etmiyorsunuz. Bok, sessizce Deith'in arkasına yaklaşıyor ve bir anda boynunu kavrayıp sıkmaya başlıyor. Deith, ani saldırı karşısında şaşkına dönüyor. Öne doğru atılmaya çalışıyor ama Bok, tüm gücüyle Deith'in boynunu sıkmaya devam ediyor. Deith, öne doğru atılmak için mücadele ederken Bok, tüm gücünü kullanarak Deith'in bacağına sert bir tekme atıyor. Tekmenin şiddetiyle Deith'in bacağı öne doğru kırılıyor ve Deith, dizlerinin üstüne düşüyor. Acıyla inlerken, Bok'un sıkı kavrayışından kurtulmaya çalışıyor ama başaramıyor. Bok, gözlerini Shisha'ya çevirip bağırıyor. "Shisha, diğerlerini al ve merdivenlerden yukarı koşun! Hemen!" Shisha, Bok'un emirlerini duyunca hızla hareket ediyor. "Hadi, hemen yukarı çıkın!" diye bağırarak sizi merdivenlere yönlendiriyor. Üçünüz ve polisler hızla merdivenlere doğru koşmaya başlıyorsunuz. Bok, sizi korumak için aralarına katılmak üzere Deith'i bırakıyor ve hızla peşlerinden koşuyor.

Merdivenlerden yukarı hızla koşarken, arkanızda Deith'in çığlıkları yankılanıyor. Nefes nefese kalmış bir halde dışarı çıktığınızda, Bok hızla çevresine bakınıyor. "O gavatın iyileşmesi çok sürmez." diyor endişeyle. "Güçlerimi kontrol etmeliyim." Bok, birkaç saniye boyunca derin nefesler alarak konsantre oluyor ve birdenbire gözleri parlıyor. "Işınlanabiliyorum." diyor. "Herkesi hemen İkinci Kıta'ya ışınlamalıyız. Hemen toplanın!" Hızla bir araya geliyorsunuz ve Bok'un çevresinde toplanıyorsunuz. Bir anda etrafınızdaki manzara bulanıklaşıyor ve gözlerinizi açtığınızda İkinci Kıta'daki ana Direniş karargahında olduğunuzu fark ediyorsunuz. Ortamın tanıdık güvenliği sizi bir nebze rahatlatıyor, ancak hemen ardından Max'in hala dönmediğini fark ediyorsunuz. Max'in verdiği isimlerden biri olan Rose, karargahın ortasında duruyor ve gözleriyle sizi süzüyor. "Bok buradaysa, Max nerede?" diye soruyor, sesi endişeyle titreşiyor. Bok, hala yaşadıklarının etkisinde, derin bir nefes alarak cevap veriyor. "Max geri dönmedi mi? Onun peşinden gitmeliyiz. Deith oradaydı ve işler çok karıştı." Rose kaşlarını çatıyor. "Max'in nerede olduğunu bulmamız lazım. Şu anda neler olup bittiğini tam olarak anlamıyorum ama Max'i yalnız bırakamayız." Bok, Livei'ye dönüyor ve "Prens Thrao'yu Ten'in yanına ışınladım. Sıcak çatışmayı durdursa durdursa onlar durdurur. Max ne alaka? Max peşimden mi geldi?" diyerek hem bilgi veriyor hem de soru yöneltiyor. O sırada hepiniz tanıdık bir ses duyuyorsunuz.

"Esenlikler dilerim."

Karargahın ortasında Bay Zengin'in ta kendisi duruyor. Elinde bir poşet var, siyah bir poşet. Gülümsüyor ve etrafı gezmeye başlıyor. Herkes dikkatini tamamen ona vermiş durumda ve onu izliyor. O ise etraftaki teknolojik aletlere bakıyor. "Çok iyi. Çok iyi. Çok güzel." Rose, ona doğru bir adım atıyor ve Bay Zengin konuşmaya başlıyor. "Nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun Rose? Amerika Birleşik Devletleri'ne, ki o zamanlar Dünya'nın en prestijli ve itibarlı devletiydi, Zengin Co'yu tanıtmak için gelmiştim. Dönemin devlet başkanının gizli servisinde yer alıyordun. Projelerimizi anlatırken gözlerindeki parıltıyı görmüştüm. Sonrasında seninle görüşme ayarlamıştım, ekibe dahil etmiştim. Aldığın maaşı hatırlıyor musun? Kızını iki üniversiteye yollamanı sağlayan maaşı." Rose, titrek bir sesle "Ölen kızımı diyorsun, değil mi?" diyor. Bay Zengin kafasını Rose'a çeviriyor. "Benim suçum mu bu? Ben mi öldürdüm kızını?" Rose'a doğru bir adım atıyor. "Sence ben böyle bir şeyi isteyebilir miyim Rose?" diye soruyor. Rose'un gözlerinden yaşlar akmaya başlıyor. "Bu günahın ortak olduğunu ne zaman anlayacaksınız? Rose, sen, kızını deneylerde kullandın ve kızın o yüzden öldü. Sean nerede? Sean da abisini feda etmişti. Üçüncü Dünya Savaşı'nda Kuzey Afrika'ya yardımların kesilmesi kararına aranızdan kaç kişi imza attı? Kaç kişi imza attı kaç, kaç?!" Bay Zengin'in hiddetlendiğini anlayabiliyorsunuz. "Maxwell Fahrner. Başından beri insanoğlunun sınırsız evrim potansiyelini görmek için hareket etmesine izin verdiğim kıskanç, varoş, beş para etmez, hain orospu çocuğu Maxwell Fahrner. Zengin Co'da üst rütbelerinde olan insanları zehirletti, öldürdü, başa geçmek ve bize daha da yakınlaşabilmek için kıçını yırttı. Öğrenmek istemeyeceği şeyler öğrendikten sonra bir anda iyilik meleği kesildi. Biz bunları fark etmedik mi sanıyorsunuz? Belki bazılarımız etmedi ama ben ettim. Ben ettim. Neden, biliyor musunuz?" Bay Zengin, avazı çıktığı kadar bağırıyor. "ÇÜNKÜ BEN İNSANIM AMINA KOYAYIM! VE HEPİMİZ HAYVANDAN DA ALÇAK ŞEREFSİZLERİZ!"

Yaklaşık otuz saniye sessizlik oluyor.

"Doğamız gereği benciliz. Tatlı gözüken hayvanın başını okşarız, çirkin gözüken hayvanın etinden yararlanırız. İyileştiren otu çantaya atar, kaynatırız, eker, çoğaltırız, zehirli otu yok ederiz. Alışveriş merkezleri üretip kapitalizmin çarkını döndürmek için ormanları yok ederiz, sonra da ürettiğimiz parayla anca oluşturduğumuz zararın binde birini restore edecek kadar ağaç dikeriz. Hepimiz günahkarız. Hiçbirimiz yaşamayı hak etmiyoruz. Ama ne yapacağız biliyor musunuz? Şelale akmaya devam ettikçe bir dal bulup tutunacağız. Yaşamaya devam edeceğiz. Çünkü bizi kimse durduramaz. Eğer durdurabileceğini iddia eden varsa gelsin buyursun." Rose, Bay Zengin'in gözlerinin içine bakıyor ve "Sen delirmişsin." diyor. Bay Zengin ise "Evet. Evet, öyle. Bir sonraki hayatında sen benim yerimde ol ve delirmemeye çalış, tamam mı?" diyor. Sonrasında derin bir nefes alıyor ve gözlerini asıl ekibe çevirip konuşmaya başlıyor. "Buraya gelmemin asıl sebebi bu hainler değil, sizlersiniz. Tebrik ederim, tüm engellere rağmen baya bir ilerlediniz. Açıkçası buraya sizi durdurmaya gelmedim. Sizi yönlendirmek istiyorum aksine. Şu an hem Gedhilfe Kralı Deith Ozæf, hem de Himota İmparatoru Pisan Higenadon Pakt Bölgesi'ne gidiyorlar. Yüz yüze görüşecekleri söyleniyor, tabii ki bu Gedhilfe tarafından Pisan'ı etkisiz hale getirmek için hazırlanmış bir komplo, bunu kendiniz çözün derdim ama bu kadar basit bir şey için vakit harcamanızı istemiyorum. Kısacası, her şey olabilir. Başınıza her şey gelebilir. O yüzden bence Pakt Bölgesi'ne gidin. Orada bulunun. Olanları izleyin. İsterseniz müdahale edin. Ne yaparsanız yapın." Elindeki poşeti havaya kaldırıyor.

"Ha, bu arada, size engel olmayacağımı söyledim. Bu hainlere değil."

Poşeti açıyor ve içindekini yere fırlatıyor.

Maxwell Fahrner'ın kellesi gözlerinizin önünde.

Bay Zengin, gülümsüyor ve ortadan kayboluyor.
Off Topic
Wændz Neidthad: 1. Pasiflik
Kalan Pasiflik Hakkı: 2

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#35


Shisha'nın saatine dokundukları anda kendilerini kasvetli bir ortamda bulmuşlardı. Livei'nin gözleri ilk olarak Mabi'yi seçebildi. Elindeki Dünyalı silahını doğrultmuştu. Kime nişan aldığını seçmeye çalışırken gözleri önce Deith'i, sonra da Bok'u seçti. Deith'in yüzünde daha önce hiç görmediği gaddar bir parıltı mevcuttu. Bok ise yerde hareketsiz yatıyordu. Nefes alışverişi zayıftı, yüzü kan içindeydi. Livei nabzının yükseldiğini hissetti. Elleri titremeye başlamıştı. Deith, Bok'a zarar vermişti. Ona kumpas kurmuştu. İçindeki tüm öfkeyle haykırdı. "OROSPU ÇOCUĞU!" Bunca zamandır içinde biriktirdiği gerginlik dışarı çıkmak için bu anı beklemişti resmen. Deith'e saldıracaktı. Onun ağzını burnunu kıracaktı. Bugün onu öldürecekti, amel defteri bugün kapanacaktı. Deith tıpkı delirmiş bir adam gibi kahkaha atıp onlara bakıyordu. Mabi büyük bir kararlılıkla silahındaki tüm kurşunları Deith'in üzerine boşaltmıştı. Kurşunlar tüm bedenini delip geçmişti. Kalbini, omzunu, göğsünü... Kurşunların girdiği deliklerden kanlar akıyordu, Deith'in kıyafeti kırmızıya boyanıyordu. Ancak yalnızca birkaç saniye sonra yaralar iyileşmeye başlamıştı. Sanki hiç kurşun yememiş gibi vücudu kendini yenilemişti. Dünya ile olan işbirliği sayesinde Deith'in çok üstün güçleri olduğuna emindi ancak yine de bu sahneyi izlemek tüm umutlarını kırıyordu. Bu adamı nasıl yeneceklerdi?

Deith onlara bakarak onlardan bir sikim olmayacağını söylemişti. "Aaa ne ayıp. Bir krala hiç yakışıyor mu öyle sik filan." Sesi alay, hüsran, korku, öfke ve gerginlik karışımı bir duyguyla çıkmıştı. Onun gibi alaycı yaklaşmak istemişti ancak gerçekten başlarına geleceklerden korkmaya başlamıştı. Deith sonrasında onları öldürmekle tehdit etmişti. Livei titreyen dudaklarını belli etmemeye çalışarak ağzından bir osuruk sesi çıkardı. Tam bu esnada merdivenlerden inen sesleri işitmişlerdi. Gedhilfe'nin en iyi adamları, kraliyet polisleri içeri girmişlerdi. Şu anda kraliyet sarayında mıydılar? Kraliyet polislerinin ellerinde Dünyalı silahlar vardı. Bu namluların ucunun kendilerine döneceğini düşünmüştü ancak adamlar Deith'i görünce silahı onlara çevirmişti. Bu Thrao'nun işi olmalıydı. Onları kurtarmıştı. Ancak Deith, bir anlığına şaşırsa da bundan da hiç etkilenmemişti. Gerçekten yenilmez bir adammış gibi davranıyordu. Onun güçlenmesine izin vermişlerdi, onu fazla serbest bırakmışlardı. Konuşarak anlaşabileceklerini düşünerek hata etmişlerdi. Yılanın başını küçükken ezmedikleri için bunun bedelini ödüyorlardı. Sadece onlar değil, Thrao da babasının tehdidini görmek ve harekete geçmek için çok geç kalmıştı. Deith polislerden birisini silahından uzaklaştırdıktan sonra hiç zorlanmadan adamın boğazını sıkmış ve boynunu kırmıştı. Tek eliyle. Hiç efor sarf etmeden. Arkasından ona kurşun sıkan bir başka polisi kendi silahı ile öldürmüştü. Diğer birinin kaburgalarını kırmıştı. Oda bir anda çığlıklar ve kan kokusu ile dolmuştu. Deith ise sadece gülümsüyordu. Kendi adamlarını öldürürken yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Cidden mi? Dünyalıların onları insan gibi görmemelerine şaşırmamak lazımdı. Deith'in insan olmadığı barizdi.

Tam o esnada Bok, Deith'i arkadan kavramış ve boynunu sıkmaya başlamıştı. Livei odadaki dehşete odaklanmaktan Bok'u bir süredir izlemediğini fark etti. Ona bu şekilde karşı koyabildiğine ve fiziksel mücadeleye girebildiğine göre Bok gerçekten de oldukça güçlüydü. Bok attığı şiddetli bir tekmeyle onun bacağını kırmıştı. Shisha'ya dönüp buradan gitmeleri için bağırmıştı. Kraliyet polisleri ile birlikte hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başladılar. Livei emin olmak için arkasını döndüğünde Bok'un da onlara en arkadan katıldığını fark etti. Yukarı çıktıklarında aşağıdan Deith'in çığlıkları gelmeye devam ediyordu. Bok onun iyileşmesinin uzun sürmeyeceğini söyleyerek güçlerini kontrol etmesi gerektiğini söyledi. "Güçlerine ne oldu ki?" Sonra ışınlanabildiğini fark ederek herkesi büyük bir telaşla ikinci kıtaya ışınladı. Gözlerini yeniden açtıklarında az önce terk ettikleri karargahtaydılar. Tanımadıkları birisi onları bekliyordu. Muhtemelen Max'in söylediği adamlarından birisiydi. Onları görür görmez Max'in nerede olduğunu sormuştu. Sahi, onu aramaya ilk olarak Max gitmemiş miydi? "Onun gitmesine izin vermemeliydik." Livei telaş yapmaya başlamıştı. Bok kendisine dönüp prensi Ten'in yanına ışınladığını söylemişti. Sıcak çatışmayı bir tek onların durdurabileceğini düşünüyordu. Livei bu konudan pek emin değildi zira olayların en başından beridir Thrao da Ten de bir sike yaramamışlardı. "Evet sen geri dönmeyince Max seni alıp geleceğini söylemişti. Sonra o da dönmeyince Mabi gitti. Sonra dayanamadım Shisha'ya söyledim birlikte biz de geldik. Max orada yoktu. Nerede bilmiyorum." diye Bok'u olanlar konusunda bilgilendirdi. Bok çok bitkin duruyordu. Ağzı yüzü yara bere içindeydi. "Sen iyi misin? Yaralarını temizleyelim."

Tam o esnada o tanıdık, ürpertici, lanet olasıca ses ortamda yankılandı. Daha neler olacaktı acaba? Sikik bir 24 saate daha ne kadar fazla olay sığabilirdi? Bay Zengin karşılarındaydı. Elinde siyah bir poşet vardı. Yüzünde her zamanki piç gülümseyişi vardı. Adının Rose olduğunu öğrendiği kadına doğru ilerlemişti. Nasıl tanıştıklarını anlatmaya başlamıştı. Zengin CO içerisinde çok kariyerli ve iyi bir maaşa sahip olduğunu söylemişti. Kızını deneylere bırakmış ve ölmesine sebep olmuştu. Livei kanı damarlarından çekilerek dinledi aralarındaki muhabbeti. Sadece bununla da kalmamıştı. Max'in de şirkette üst noktaya gelebilmek için çeşitli komplolarla insanları öldürttüğünü, sonra korkunç gerçekleri öğrenince "iyilik meleği" kesildiğini söylemişti. Livei bunu ilk kez duyuyordu. Max onlara geçmişinden hiçbir zaman bahsetmemişti. Bu yüzden Bay Zengin'in ortaya attığı zandan başka inanabileceği bir şeyi yoktu. Nefes almayı bile unutarak Bay Zengin'in hareketlerini takip ediyordu. Bir anda insan olduğunu ve alçak şerefsizler olduğunu bağırdığında yerinden sıçradı. Bir adım geri atarak Bok'un elini tuttu. Tüm odaya bir sessizlik hakim olmuştu. Bay Zengin konuşmasının devamında insanların bencil yaratıklar olduğunu, günahkar olduğunu ancak yaşamak istemeye devam edeceklerini söylemişti. Sonrasında onlara dönerek onları durdurmak için değil yönlendirmek için geldiğini söylemişti. Deith ve Pisan'ın görüşme yapmak için Pakt Bölgesi'ne gitmekte olduklarını, onlara bir şekilde müdahil olmazlarsa Pisan'ın öldürüleceğini söylemişti. Bunu onlarla neden paylaşmıştı ki? Kendileri zaten Deith'i desteklemiyorlar mıydı? O halde neden? Deith'in elinde sorunsuz bir şekilde ölmeleri için mi? Deith'in potansiyelini sınamak için mi? Kendi potansiyellerini sınamak için mi? Her şey onların deneyinin bir parçasıydı. Attıkları her adım onları deneyin bitimine yaklaştırıyordu ancak bu öyle pis bir oyundu ki oynamaktan başka çareleri de yoktu.

Sonra elindeki poşeti havaya kaldırmıştı. Bu hainlere engel olmayacağını söylemediğini dile getirerek poşetin içinden bir şey fırlatmıştı. Bir kelle. Max'in kellesi. Sonra gülümsemiş ve ortadan kaybolmuştu. Livei yutkundu. Çok hızlı nefes alıp veriyordu çünkü hiç yeterince alıyormuş gibi hissetmiyordu. "Max." diyebildi oldukça cılız bir şekilde. "Max'i öldürmüş." Bok'un tuttuğu elini sıktı hiç fark etmeden. "Max'i öldürmüş." diye yineledi ona dönerek. Dudakları bembeyaz kesilmiş, beti benzi atmıştı. "Max'i öldürmüş." Ayakta duramayarak dizlerinin üstüne çöktü. Tüm bu operasyonu Max yönetiyordu. Onun bildiklerinden başka güvenecek bir dalları yoktu. Her ne kadar ona fazla güvenmeseler de ve fazla anıları olmasa da ilk isyan eden ve onları desteklemeyi seçen kişi Max'ti. Tüm bunlar, bu uyanış Max sayesinde olmuştu. Onlara gelip Dünya'yı anlatan kişi oydu. Bu şekilde bitmesine izin veremezlerdi. "Bir şeyler yapmalıyız. Wændz onu diriltebilir misin? Güçlerin yok mu senin? Zamanı değiştirsen ya da... Ne bileyim." Çaresizlikle yerde yatan kelleyi izledi. "Bir çaresi olmalı. Max bütün planlarımızın beyniydi. Arka planda devamlı hazırlık yapıyordu. O olmadan nasıl toparlanacağız? Bizi kazanamayacağımız bir duruma sokuyorlar, her yönden sıkıştırıldık. Kıtamız elden gidiyor. Aynı şey ikinci kıtanın başına da gelecek. En başından beri planladıkları şey buydu ve biz bir sik yapamadık. Hiçbir şey başaramadık. Kendi kuyruğumuzu kovalayıp durduk." Derin bir iç çekti. "Deith'i gördünüz, ölmeyi geçin yavşak çizik bile almıyor. Ne yapacağız? Pisan'ı uyarmamız lazım. O ölürse her şey biter. Öte yandan bu bir tuzak mı? Bay Zengin bunları niye anlattı? Bizim iyiliğimizi istemediği kesin. Yine 'insiniğlinin sinirsiz ivrim pitinsiyili' olayları kesin. Sınıyor bizi ne yapacağız diye. Deneylerini bitirme ve sonrasında bizi devre dışı bırakma konusunda adım adım ilerliyorlar." Kollarını göğsünde birleştirdi. "Onlar çirkin oynuyorsa biz de çirkin oynayalım o halde. Daha barışçıl bir yol izlemeyi istedim, gerçekten istedim. Masaya oturup anlaşabileceğimiz bir ortam kuralım diye çok arzuladım ama bu iki kişilik bir oyun. Onların kendileri için planladıkları gelecekte bize bir yer yoksa o halde bizim kendimiz için planladığımız gelecekte de onlar için bir yer olmamalı. Max'i öldürerek oyunun kurallarını değiştirdiler. Biz de elimizde ne varsa onunla saldıralım. DNA'larını mı değiştiriyoruz, snapshotlarını mı üretiyoruz, beyinlerini mi yıkıyoruz, zaman ve mekan algılarını mı oynatıyoruz, her boku yapalım. Bana da deney yapın hatta varsa elinizde. Ben de ucube olayım. Yaralı parmağa işeyeceksem bana da olsun. Lanet olsun ya!" Cümlelerini bitirirken gözleri Rose'a kaydı. "Burnumuza kadar boka batalım ve sonra kendimizden nefret edelim. Ama önce kendimizi kurtaralım. Doğru yolu bu mu? Artık bilmiyorum. Onlar da aynı şeyi yapmadılar mı? Kendilerini kurtarmak için bizi yarattılar. Ve şimdi yarattıkları şeyin ta kendisi onları yok etmek istiyor. Ne kadar ironik. Keşke Heifteth tekrar gelip benimle konuşsa çünkü artık ne yapmam gerektiğini bilmiyorum."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#36
Silahı çıkarıp, Deith'in üzerine tüm mermileri boşalttığımda her bir merminin sesiyle biraz daha huzur buluyormuş gibi bir hissiyata kapılmıştım anlık olarak. Etini delip geçen her bir metal parçası onu ölümüne yaklaştırıyor gibi hissediyordum, bir derdimizden kurtulacak olmanın sevincini yaşamak istiyordum. Kulağıma dolan sesler, zaferin erken sevincini yaşatacakmış gibi ortalığı inletiyordu. O an, onu vurmaktan nasıl bir zevk aldığımı anlatmamın imkanı bulunmuyordu. Karşımda Deith değil de, başka birisi bulunsaydı, böyle hissedebilir miydim emin değilim. Tetiği çekip saldıktan sonra ardına hemen çekmenin hiçbir pişmanlık yaratmadığını hissetmek daha özgüvenli bir şekilde o silahı patlamama sebebiyet veriyordu. Vücudunda açtığım her bir yara, akan her bir damla kan beni mutlak zafere doğru yaklaştırıyordu. En azından, ben böyle hissediyordum.

Ancak Deith'in yaralarının bir anda kapanmasıyla birlikte, neredeyse tüm vücudum bir şok etkisiyle titreme geçiriyordu. Yine de duruşumu bozmadan beklemeye başladım. Belki de bir hareket gerçekleştirmeli ve onu öldürmeliydim, bir şekilde bunu yapmayı denemeli ve bu uğurda gerekirse ölmeliydim. Ancak vücudunun o kadar hızlı iyileşmesi sonrası, bunu yapabileceğimden emin olmamaya başladım. Deith'in böyle bir özelliği olup olmadığını bilmiyordum. Deith'in alaycı gülmeleri kulağıma dolmaya başlamıştı, sonrasında ise bizden hiçbir sikim olmayacağını söyleyerek başladığı cümleler dolmaya başladı. Bizim gibilerin onun için eğlence ürünü olduğu söylediği kısmına katılmamak elde değildi. Ona karşı bir şey yapamıyorken, yapabilecek fırsatı bile yakalayamıyorken, eğlence harici ne olabilirdik ki? Bizler, bizler bazı insanlar karşısında sadece yerimizde saymakla yetiniyorduk. Sözlerinin ardından odada sessizlik hakim olurken, elimdeki boş silahla birlikte elim de yere doğru düşüyordu. Deith doğru söylüyordu. Ona karşı koyabilecek bir güce sahip değildim.

Merdivenden gelen sesler, sanki kulağıma dolan boğuk gürültülerden ibaretti. Gözlerimin oraya doğru kaydığını hissetsem de, zihnimin oraya doğru gitmediğini biliyordum. Aklım hala, hiçbir şey yapamıyor oluşumda takılı kalmıştı sanki. İlerlemek istiyordum ancak ilerleyemiyordum, düşmanım olarak gördüğüm herkes karşısında ezilmek haricinde bir şey yapamıyor olmak, ruhumu söküp alıyor gibiydi. Gedhilfe kraliyet polisleri aşağıya doğru inerken, onlara dur demek bile içimden gelmedi. Zira vücudumun kas hafızasıyla hareket ettiğini anlayabiliyordum. Zihnim, hiçbir şey yapmak istemiyordu, belki şuradan şuraya bir adım bile atamayacak durumdaydı. Deith'in onlara doğru dönüp gözdağı vermesi ve ardından üzerine atlaması, sanki her gün gördüğüm doğal birer görüntüymüş gibi aktarılıyordu gözlerime. Kral, teker teker tüm Gedhilfe polislerini öldürmeye başlıyordu. Bu, müdahale etmem gereken bir şeymiş gibi gelmiyordu. Zira hala aklımın orada olmadığının bilincindeydim. Gözlerimin gördüğü bir savaş vardı ancak, asıl savaşı içimde yaşıyordum.

Zihnimin içinde daha büyük katliamlar yaşandığını, daha büyük kanlar döküldüğünü görmek ve her bir düşüncede öldüğümü hissetmek, beni yaşadığım tüm anlardan koparıyordu.

Bok, bir anda Deith'in arkasına geçip boğazını sıkmaya başladığında aralarındaki mücadele tekrardan patlak verdi. Bok tüm gücüyle Deith'in öne doğru gitmesini engellerken, Shisha'ya hepimizi alıp merdivenden çıkmamızı söylemişti. Başta bu konuşmayı bile algılamakta zorluk çekmiştim, ancak Shisha'nın kolunu omzumda hissetmemle ve koyun sürüsü psikolojisiyle birlikte merdivenlere doğru koşturmuştum düşüncesizce. Deith'in çığlıkları kulağıma geliyordu, ancak merdivenden koşturmaya devam etmiştim yine de. Bok onun iyileşmesinin uzun sürmeyeceğini söylemişti. Onun iyileşmesinden daha hızlı zarar verebilecek bir güç sahibi olmamak, canımı sıkmaya yetiyordu. Ana karargaha Bok'un sayesinde ışınlanarak döndükten sonra bizi Rose karşılamıştı, ancak Max ortalıkta yoktu. Bok Max'in peşinden gitmemiz gerektiğini söylese de, Deith'i durdurabilecek gücümüzün olmaması gerçeği hala göz önündeydi. Max orada kaldıysa ve Deith'le bir şekilde mücadeleye girdiyse, onu zaten kurtaramazdık.

Ancak Max'ten önce, daha büyük bir problemimiz vardı. Bay Zengin, bir selam vererek etrafı gezmeye başlamıştı. Rose ona doğru bir adım attığında, Bay Zengin geçmişi yad ederek nasıl tanıştıklarını hatırlatıyordu. O zamanlar gizli serviste yer alan Rose ile anlaşıp ekibe dahil etmiş, üstelik anladığım kadarıyla yüksek bir miktar para da vermişti. Rose ölen kızı olarak düzeltme yapsa da, Bay Zengin kızını onun öldürmediğini söylüyordu. Bu günahın ortak olduğunu, kızını deneylerde kullandığını söylüyordu. Burada kimse masum değildi, herkesin kirli çamaşırları ortada geziniyordu. Max denen kişi, Zengin Co'da üst rütbelerinde olan insanları zehirletmiş, öldürmüş ve başa geçmek için her şeyini vermişti. Ancak öğrenmek istemeyeceği şeyleri öğrendiği vakit iyilik meleğine dönüşmüştü.

Hiç kimse masum değildi.

Bay Zengin konuşmalarına devam ettiği sürede, her insanın bencil olduğundan bahsediyor, bir şekilde yaşamaya devam edeceğini söylüyordu. Rose ona delirmiş olduğunu söyledikten sonra bir sonraki hayatında onun yerinde olup delirmemeye çalışmasını söylüyordu. Buraya gelmesinin asıl sebebinin tüm engellere rağmen iyi ilerlememiz olduğunu söylüyordu. Bizi yönlendirmek istediğini söyledikten sonra Deith ve Pisan'ın Pakt Bölgesi'ne doğru gittiğini söylüyordu, yüz yüze görüşeceklerini de ekliyordu. Bunun Gedhilfe tarafından Pisan'ı etkisiz hale getirmek için hazırlanmış olan bir komplo olduğunu da söylüyordu. Başımıza her şey gelebileceği için, Pakt Bölgesi'ne gitmemizi tavsiye ettikten sonra elindeki poşeti kaldırıyordu. Poşetin içerisinden Max'ın kellesi düştüğünde, her şey açıklığa kavuşmaya başladı.

Bu insanlara daha fazla bel bağlayamazdık.



Livei birkaç kez Max'in ölümünü tekrarladıktan sonra olduğum yerde yumruklarımı sıkmaya başladım. Bu insanlara bel bağlayamazdık. Her şeyi bilenler bizler olmalıydık. Onlardan bilgi saklayanlar bizler olmalıydık. Livei Wændz'den onu diriltmesini istiyordu, ancak bunu yapabileceğinden emin değildim. Max'in bütün planlarımızın beyni olması, kabul edilemez bir durumdu. Bunun başından beri böyle olmaması gerekiyordu. Şimdi ise beyin denilen kişi elimizden alınmıştı. Artık beyin de, kas da biz olmalıydık. Dünyalılar bizim çalışanlarımız olmalıydılar. Livei çirkin oynamamız gerektiğini söylüyordu, elimizde ne varsa onunla saldırmamız gerektiğini söylüyordu. Elimizde ne güç varsa kullanmamız gerektiğini söylüyordu. Yapabileceğimiz her boku yapmamız gerektiğini söylüyordu. Kendimizi kurtarmak adına gerekirse kendimizden nefret etmemiz gerektiğini söylüyordu.

Haklıydı.

Kurduğu her bir cümlede haklıydı.

Hiçbir şey demeden ileriye doğru bir adım atmış sonrasında Rose'un önüne geçmiştim. Duygusuz bakışlarım, kadının suratına indiği anda sağ elime Kalsiyum Kas stilimi aktive ederek kadının boğazına yapışmış ve onu stilimin gücüyle de dahil olmak üzere havaya kaldırmıştım boğazından tutarak. Öfkeli bakışlarım kadının suratından ayrılmazken, sol elimden Kemik Bıçakları stilini çıkarmıştım. "Bundan sonra, siz Dünyalı insanlar bizlere hizmet edeceksiniz." Çenemi sıkmaktan neredeyse patlayacak olan dişlerimi bir süre daha sıktıktan sonra devam ettim. "Bundan sonra tüm kararları biz alacağız. Tüm kararlar, biz Ingenium'lu Mutlak Son üyeleri tarafından alınacak. Max'in bildiği, senin bildiğin ne varsa bize anlatacaksın. Bizden bir şey saklamaya çalışan birini duyarsam, görürsem veya hissedersem..." Kadının boğazını daha da fazla sıkmaya başladım çenemi sıktığım gibi. "Hepinizi katlederim." Dedikten sonra tüm gücümle Max'in yeni ekibinden gelen, Wændz'i eğiten kişilerin üstüne fırlattım Rose'u. Ardından üstlerine yürümeye başladım sağ elimden de Kemik Bıçakları stilimi aktive ederken.

"Şimdi."

"Anlatacaksınız."

"Max'in bildiği, sizin bildiğiniz ne varsa, anlatacaksınız. Elinizde ne güç varsa, elimizde ne güç varsa göstereceksiniz. Bundan sonra, kendinizi bizden bir şey saklayabilecek bir şeyler olarak görmeyeceksiniz."

"Göremeyeceksiniz."

Tüm öfkemi, tüm nefretimi bakışlarımla birlikte Dünyalı insanların üzerinde tutuyordum. Bundan sonra, elimizde ne bilgi, ne teknoloji varsa biz kullanacak, ne yapmamız gerektiğine dair kararları biz verecek, büyük planlar için Dünyalılara bel bağlamayacaktık.

Artık ilerleme vakti.

Gözlerim Thomas'ın üstüne kaydığında, kafamla aşağı yukarı bir kez olacak şekilde onayladım.

"Sen hariç, kardeşim."
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#37
Elara'nın yeteneğim hakkındaki bazı detayları vermesinin ardından böyle şeyleri başarabilecek olmanın heyecanını gizleyemiyordum. İnanılmaz bir şeydi bu! Hem biyolojiyi doğrudan değiştirebilirim hem de zaman manipulasyonu yapabilirim! Bu özellikler tek tek bile kulağa mükemmel geliyor olsa da asıl heyecanlandıran ikisini bir arada kullandığımdaki olası potansiyelleri düşündüğüm zaman olmuştu. Bu yetenekleri etik kurallar da gözetilerek doğru rehberlik ve eğitimle kontrol edebilirmişim. Mavi Yıldız'da kalsaydım muhtemelen bunun tam tersi bir yol ile öğrenecektim.

Zaman konusu ise başlı başına bir mucizeydi. Zamanın geri sarılabilirliği konusunda bir şey söylememişti. Sarabiliyor olsaydım tekrar tekrar en başa dönüp farklı yollarla sonsuz ihtimalleri deneyerek bugünlere gelinmesinin önüne geçebilirdim. Ancak bunu yapamayacak olsam bile fark ettiğim kadarıyla bu yeteneğin asıl sorun çıkaran yanı olarak başkalarını etkileyebiliyor olmamdan geliyordu. Çeşitli amaçlara yönelik denemeler yapabilirim diye düşünüyordum. Ancak konuşmalar devam ettikçe ortamın yavaş yavaş karıştığını fark etmiştim. Kıtanın çeşitli yerlerinde olaylar yaşanıyordu. Açıkçası doğrudan takip ettiğim bir konu değildi. Çocukları kurtarma hedefinden bugüne gelene kadar türlü ihanet ve oyunlara getirilmiş biri olarak bilmediğim bir davanın fedaisi olmayacaktım. İstediğim şey, masumları koruyabilmekti. Himota'yla ilgili konuşanın istediği de bundan uzakta değildi fakat o doğrudan yardım etmeyi diliyordu.

Mabi Mabi'den iki tane oluşuna karşı ne desem bilememiştim. İkizi olduğu için mi Mabi Mabi adını vermişlerdi acaba? Devasa cüssesi ürpertici olsa da eğlenceli birine benziyordu. Acana onun adı da mı Mabi Mabi'ydi, merak etmiştim ancak her yerde olayların çıktığıyla ilgili konuşmalar nedeniyle gidip bunu soracak halim de yoktu.

Kapı tarafından bir ses gelmişti. Birisi vardı ve bir şeyler söyledi. Dusha'da kralı düşüreceklermiş. Sonra gruptakilerin arasında konuşmalar geçti. Ben de dinleyici olarak konumumu almıştım. Konuşmaların ardından Livei söze girmişti. Yeteneğimle ilgili nasıl bu kadar şey bildiklerini sormuştu. Aslında buna ben cevap verebilirdim. Bilinmeyen güç sahipleri çoğu şeyi biliyor ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan da hiç çekinmiyorlardı. Mutlaka kendilerine göre bir amaçları vardı ve hiçbir zaman öncelikleri ben değildim. Öncelikleri yeteneğimi kendilerine göre nasıl faydalı kullanabilecekleriydi. Burada insanlardan yana yeteneğimi kullanmak isteyebileceklerini düşündüğüm için, daha önemlisi sınırlarımı ve yeteneklerimin detaylarını öğrenmek için gelmeyi tercih etmiştim. Nasıl bildikleri pek önemli değildi. Önemli olan bu halimdeyken üzerimde asla deney yaptırmamam gerektiğiydi.

Livei'nin sorusuna cevaben yaptıklarının yalnızca yönlendirmek ve doğru emeller için kullanılmasını sağlamaya destek olmak gibi bir şeyler söylenmişti. Evet, denek insanlarla ilgili ilk kişi ben değildim. Hapishaneye tıkıldığımda pek çok kafes görmüştüm. Hepsi benim gibi deneklerdi fakat başarısız olarak görünenlerdi sanırım. Orada uzun süre kalamadığım için detaylıca anlayamamıştım ancak Elion manyağı pek de başarısız olunmadığını anlamış ve beni çıkarmış olmalıydı. Bizzat ele geçiremeyecek olsa bile potansiyel tehlike olarak onun karşısındakilere karşı da tehdit oluşturacağımı düşünüyordu belki de. Her halükarda karda olacaktı yani.

Konuşmaların ardından bir anda birkaç kişi beliriyordu. Tanıyabildiğim bir tek Mabi Mabi vardı. Ayrıca Max yoktu. Anlaşılan Max'ın yanlarına gittiğinden haberleri de yoktu. Neler olduğunu anlamaya çalıştığım bu kısa zaman aralığında bir ses duydum. Sesini bir yerlerden duyduğum bir sesti bu. Reklamla gördüğüm kişiydi. Etrafa bakınıp teknolojik aletleri beğendikten sonra bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Konu Max'a geldiğinde dikkatim iyice artmıştı. Max'ın evrim potansiyelini görmek için yetkilendirilmiş aşağılık biri olduğunu söylemişti. Üst rütbe kişileri öldürtüp başa geçmek ve ona yakınlaşabilmek için çok uğramış. Her ne öğrendiyse, onun ardından benim bu kısa sürede tanıdığım kişiye dönüşmüş.

Zengin'in ortamı donduran bu konuşmasının ardından kendimi bu olayların neresinde olduğum konusunda konumlandırmakta zorlanıyordum. Yine mi ihanete uğrayacaktım? Neden bir anda değişmişti Max? Değiştiyse, eski kötülüklerine karşı yeni bir sayfa mı açmak istemişti? Öyle olsa bile bu yaptığı kötülüklerin önüne geçer miydi?

Onu tanıyan kişi onun deli olduğunu söylemişti. Ancak Zengin hiç oralı olmamış gibiydi. Ardından gruba döndü ve tüm engellemelere rağmen baya ilerlediğimizi söyledi. Sonrasında ise çözüme yönelik yönlendirmede bulundu. Ardından elindeki poşeti havaya kaldırdı ve bize engel olmayacağını fakat bundan hain gördüklerini dışında tuttuğunu söyleyip poşetin içindekini çıkardığında zaman akışı yeteneğimi kullanmadan yavaşlamış gibi geliyordu. Bu gördüğüme, gördüklerime inanamıyordum! Zihnimin tanımlamak bile istemediği obje yerde yuvarlanıp duruyordu. Gözlerim fal taşı gibi açık, kaskatı kesilmiş bedenim çoktan sözümü dinlemeyi bırakmış gibi bakakalmıştım. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi bir his akıyordu. Livei'nin görüş alanımda olması sebebiyle dizleri üstüne çöktüğünü algılayabilsem de bir an olsun gözümü Max'ın kafasından alamıyordum. Duyduğum sesler kulağıma boğuk geliyordu. Sürekli birileri birilerine komplolar kuruyor ve kimseye bir an bile güvenilemiyor oluşuna karşı içinde bulunduğum bu yabancı ortama karşı bir yitik yaşamın böylesi korkunç sonuna şahit oluyor olmak ne kadar kötülük yapmış olsa da insanlığıma dokunmuştu. Dudaklarım kederle mühürlenip mutsuzluğun diplerini göstermek üzere kendiliğinden aşağı yönde titreyerek büzüşmüştü. Mabi'nin bir anda Rose'un boğazından yapışmasıyla korkuyla geriye doğru birkaç adım sendeledim. "Gam..." diye korkuyla adını fısıldamıştım bu bataklığa soktuğum kişinin. Kadını tesisteki diğerlerinin üstüne fırlatıp bundan sonra yönetimde kendilerinin olduğunu söylemiş ve aksi halde hepsini öldürmekle tehdit etmişti.

Etrafa bakıp olayın çerçevesindeki konumumu düşünmeye çalışıyordum zor da olsa. Kim iyi kim kötü, kim haklı kim haksız konusunu geçmeli miydim, yoksa bildiğim yoldan mı ilerlemeliydim bilmiyordum. Belki de risk alıp yeteneğimle buradan kaçmalıydım. Hiçbirinin beni durduracak gücü yoktu sonuçta. Kimin ne dediğine kimin ne söylediğine daha fazla kafa yorarsam aklımı kaybedecektim belki de. O yüzden o an bütün düşüncelerden sıyrıldım. Kim olduğum ve ne yapmaya çalıştığım diğer herkesten daha önemliydi. Bu nedenle bir adalet sağlanacaksa, bunun adaletsizlikle çözülebileceğini düşünmüyordum. Kaçmamalıydım... Hayır, kaçmayacaktım!

Adımlarımı Max'ın kopuk kafasına doğru ilerlettim tüm karmaşayı görmezden gelerek. Çevremdekilerin zamanını etkileyebiliyor olmam, alan avantajı sağlayabilir miydi bilmiyordum ancak şu an bunun yerine vermek yerine Max'ın kafasının önünde dizlerimin üstüne çöküyor ve yaşananları daha fazla kaldıramamamdan dolayı onun kafasını yalnızca bir obje gibi görüyordum. "Zaman izini bulabilir miyim acaba? Ne zaman öldüğünü bilirsem ve ölmeden hemen önceki anılarını mevcut zihninde örtüştürebilirsem ve zamanını durdurup uygun koşullar altında yeniden iyileşmesini sağlarsam diriltmiş olurum sanırım... Öyle de olsa bunu başarabilir miyim? Zamanını olabildiğince yavaşlatıp uygun koşullar altında hücrelerini yenileyebilirsem... Hayır, onu bir cep evrende uzun zaman altında yeniden iyileştirmek üzere gönderirsem... Bunları yapabilir miyim ki?" diye içimden geçiriyordum. En azından zamanını durdurmayı denemezsem yok olup gideceğini bildiğimden tehlikeli de olsa bir ölü için daha fazla tehlike oluşturamayacağımdan zamanını durdurmayı, durduramıyorsam bile olabildiğince yavaşlatmayı deneyecek ardından zaman akışı ile ilgili neler hissettiğime odaklanacaktım.
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#38
Hayat, dağa tırmanmak gibidir. Zirveye ulaşma arzusu, her bir adımda karşılaşılan zorluklarla mücadele etmeyi gerektirir. Herkesin kendi zirvesi vardır ve bu zirveye ulaşmak için bazen uçurumun kenarında yürümek, bazen de kaygan taşlarla dolu yokuşları aşmak zorundasınız. Yolda, sizi geri çekmeye çalışan fırtınalarla, yolunuzu kaybettiren sislerle ve kimi zaman da içten içe korkutan karanlık mağaralarla karşılaşırsınız. Ancak zirveye giden yol, sadece fiziksel engellerden ibaret değildir; zihninizi bulandıran, yüreğinizi sarsan olaylar ve anılar da bu yolculuğun bir parçasıdır. Zirveye ulaşmak için sadece cesaret ve güç değil, aynı zamanda inanç ve umut da gereklidir. Birbirinize olan bağlılığınız, bu zorlu yolculukta en büyük desteğiniz. Her düşüşte yeniden ayağa kalkmak, her karanlık anı aydınlatmak için birbirinize ihtiyacınız var. Bu dağ, sadece fiziksel bir yükselme değil, aynı zamanda ruhunuzun da sınandığı bir yolculuk. Her adım, sizi hem zayıflatan hem de güçlendiren bir süreç. Ancak zirveye yaklaştıkça, tuhaf bir his içinizi kaplar. Sanki dağ, adımlarınızla birlikte nefes alıp veriyor gibidir. Rüzgarın uğultusu, uzak ve derin bir mırıltıya dönüşür. Taşların üzerindeki çizikler, anlamını çözemediğiniz kadim semboller gibi görünmeye başlar. Zirveye vardığınızda, görüş alanınız genişler ve ufukta, diğer dağların siluetleri belirginleşir. Fakat bu manzarada bir tuhaflık vardır; diğer dağlar da, tıpkı üzerinde durduğunuz dağ gibi, alışılmadık bir şekilde düzenli ve simetrik görünmektedir. Bu an, tüm yolculuğunuzun amacını sorgulattırır size. Zirveye ulaşmak için verdiğiniz mücadele, aslında çok daha büyük bir gizemin parçası mıdır? Attığınız her adım, farkında olmadan, kadim bir uykunun sonuna mı işaret ediyordur? Zirvede dururken, ayaklarınızın altındaki zeminin hafifçe titreştiğini hissedersiniz. Bu titreşim, kalbinizin atışlarıyla senkronize olmuş gibidir. Birden, tırmandığınız bu dağın, bildiğiniz anlamdaki bir dağdan çok daha fazlası olduğu düşüncesi zihnimize üşüşür. Sanki tüm bu yolculuk, sizin kişisel mücadelenizden öte, insanlığın kolektif bilinçaltının derinliklerine yapılan bir yolculukmuş gibi gelir. Zirvedeki bu anlayış, size hem korku hem de derin bir aydınlanma hissi verir. Şimdi, gerçek yolculuğun yeni başladığını anlarsınız. Zirveye ulaşmak, sadece fiziksel bir başarı değil, aynı zamanda bilinmeyenle yüzleşme cesaretini göstermenin de bir simgesidir. Buradan sonrası, alıştığınız mücadelelerden çok farklı olacaktır. Çünkü artık sadece kendiniz için değil, tüm insanlık adına da bir sorumluluk taşıdığınızın farkındasınızdır. Bu noktada, dağın - ya da artık her ne ise onun - sizinle iletişim kurmaya çalıştığı hissine kapılırsınız. Rüzgarın sesinde fısıltılar, kayaların dokusunda mesajlar vardır sanki. Ve siz, bu kadim varlığın uyanışına şahitlik eden ilk kişiler olarak, insanlığın kaderini şekillendirecek bir eşikte durduğunuzu hissedersiniz. Bundan sonraki her adımınız, sadece kendi hayatınızı değil, tüm insanlığın geleceğini de etkileyecektir.

Livei ve Wændz: Wændz, Max'in yerde duran kellesine dokunmaya yeltendiğin o an, zamanın durduğu hissine kapılıyorsun. Parmaklarının ucu, soğuk ve cansız olması gereken deriye değmeye hazırlanırken, gözlerin inanamayacakları bir sahneye tanıklık ediyor. Sanki bir rüyadaymış gibi, kelle aniden buharlaşmaya başlıyor. Önce saçları, sonra yüzü ve en sonunda çenesi, gözlerinin önünde yokluğa karışıyor. Parmaklarının arasında sadece boşluk kalıyor, az önce orada olan varlığın hayali bile silinip gidiyor. Şok ve dehşet içinde geriye çekiliyorsun, beynin olayı kavramaya çalışırken vücudun kontrolden çıkmış gibi titriyor. Kafanın bir anda kaybolmasıyla ilgili sorular, zihninde fırtına gibi dönmeye başlıyor. Livei, bu tuhaf ve ürkütücü sahneye tanıklık ederken, sanki ayaklarının altındaki zemin kaymış gibi hissediyorsun. Gözlerin, az önce kellenin durduğu noktaya kilitlenmiş, beynin gördüklerini reddetmeye çalışıyor. Ağzın kurumuş, dilin damağına yapışmış, konuşamıyorsun bile. Sadece orada, donmuş bir heykel gibi duruyorsun, gerçekliğin sınırlarının bulanıklaştığı bu anı sindirmeye çalışıyorsun.

Bok, yüzündeki derin endişe çizgileriyle önce sana, sonra yerdeki boş noktaya bakıyor. Gözlerindeki karmaşık duygular - şaşkınlık, korku ve bir parça öfke - yüzüne yansıyor. "Bu mümkün değil." diyor sessizce, sesi neredeyse bir fısıltı gibi. Kelimeleri havada asılı kalıyor, sanki onları söylemek bile gerçekliği daha da bozuyormuş gibi. "Max'in kellesi... Bir ilüzyon mu?" Bu soru, odadaki ağır havayı daha da yoğunlaştırıyor. Friks, hala şokun etkisinden kurtulamamış halde, titrek bir sesle konuşuyor. Sesi, kırılgan bir cam gibi her an parçalanacakmış hissi veriyor. "Yine mi kandırdılar bizi amına koyayım?" Sorusu, odadaki gerginliği bir bıçak gibi kesiyor. Friks'in gözlerinde bir çaresizlik var, sanki bu gerçeküstü durumun içinde kaybolmuş gibi. Thrao, her zamanki gibi durumu daha stratejik bir şekilde değerlendiriyor. Gözlerinde analitik bir bakış var, beyni hızla çalışıyor, puzzle'ın parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor. "İlüzyon değil. Max'in öldürüldüğüne eminim. Wændz gücünü kullanamasın diye yaptı. Demek ki Wændz kelleye dokunsaydı Max'i canlandırabilirdi. Gücümüzü, kararlılığımızı test ediyorlar." Bu sözler, odadaki herkesin omuzlarına ağır bir yük gibi çöküyor. Bok, gözlerini yerdeki boşluğa dikmiş, düşünceli bir şekilde konuşuyor. "Bu oyunu onların kurallarına göre oynarsak hep kaybedeceğiz." Thrao, kararlılıkla konuşuyor, sesi güven veriyor. "Bu durum bize şunu gösteriyor. Onlara karşı koymak için belki de daha aktif bir plana ihtiyacımız var." Gözlerinde bir ateş yanıyor, kararlılığı neredeyse elle tutulur gibi. "Pakt Bölgesi'ne acilen gitmemiz gerekiyor."

Mabi: Rose'u fırlattığın an, odada zamanın durduğu hissine kapılıyorsun. Saniyeler, sonsuzluğa uzanıyor gibi. Sonra, bir anda, sanki bir baraj yıkılmış gibi, kaos odayı dolduruyor. Sessizlik, çığlıklarla parçalanıyor. Bazıları Max'in kaybına ağlarken, diğerleri senin varlığının yarattığı korkudan dolayı titriyor. Elara, gözlerinde dehşet ve çaresizlikle bir köşeye çekiliyor. Dudakları, söyleyemediği kelimelerle titriyor, gözlerinde biriken yaşlar yanaklarından süzülmeye başlıyor. Onun bu hali, odadaki gerilimi daha da artırıyor. Karanlık ve tehditkar varlığın, odayı adeta zehirli bir gaz gibi dolduruyor. İnsanların nefes alışları bile değişiyor, sanki her an son nefeslerini vereceklermiş gibi hızlı ve sığ. Max'in kellesini yerde gören birkaç kişi dizlerinin üzerine çöküyor. Gözyaşları içinde hıçkırarak ağlamaya başlıyorlar, elleriyle yüzlerini kapatıyorlar sanki bu korkunç gerçeklikten kaçabileceklermiş gibi. Bazıları senin tehditlerin ve sert duruşun karşısında geri çekiliyor. Yüzlerinde korku dolu ifadelerle birbirlerine sarılıyorlar, sanki bu fiziksel temas onları koruyabilirmiş gibi. Bir grup, köşeye sıkışmış, gözleri vahşi hayvanlar gibi etrafı tarıyor, kaçış yolu arıyor.
Karargahın içinde tam anlamıyla bir kaos ortamı oluşuyor. Fısıltılar, çığlıklar, ağlamalar ve korku dolu bakışlar dört bir yandan yükseliyor. Bazıları dua ediyor, bazıları lanet okuyor, bazıları ise sadece donup kalmış, olanlara inanamıyor.

Aniden, bu kaosun ortasında, bir hareket dikkatini çekiyor. İçlerinden biri, yere düşen bir silahı fark ediyor. Korkuyla titreyen elleriyle silahı alıyor ve sana doğrultuyor. Bu silah, daha önce gördüklerine benzemiyor; daha karmaşık, daha ilginç. Namlunun üzerindeki ışıklar ve göstergeler, bu silahın olağanüstü bir güce sahip olduğunu gösteriyor. Silahı tutan kişi, gözlerinde korku ve kararlılığın tuhaf bir karışımıyla sana doğru birkaç adım atıyor. Her adımında, zemindeki titreşimi hissedebiliyorsun. Namlunun ucundan gelen ışık, odadaki herkesin dikkatini çekiyor. Bu ışık, sanki ölümün kendisiymiş gibi, insanların yüzlerinde korku ve hayranlık karışımı bir ifade yaratıyor. Odadaki diğerleri, bu ani hareket karşısında donup kalıyorlar. Silahı tutan kişinin etrafında bir boşluk oluşuyor, kimse ona yaklaşmaya cesaret edemiyor. Silahı tutan kişi, titreyen sesiyle seni tehdit ediyor. Sesi, korku ve cesaretin garip bir karışımı. "B-bir adım daha atarsan, s-seni yok ederim!" diyor, ama kelimeleri ağzından dökülürken bile inandırıcı gelmiyor. Gözlerinde çaresizlikle karışık bir kararlılık parıltısı var, sanki son umut kırıntısına tutunuyormuş gibi. Karargahın içinde, bu yeni tehdit karşısında herkesin nefesini tuttuğunu hissediyorsun. Hava, elektrikle yüklü gibi. En ufak bir kıvılcım, her şeyi havaya uçurabilir. Gözlerin, silahı tutan kişinin titreyen ellerine ve gözlerindeki korkuya odaklanıyor. Bu anın ağırlığı, odadaki herkesi eziyor. Bazıları gözlerini kapatıyor, bazıları dua ediyor, bazıları ise sadece donup kalmış, ne yapacaklarını bilemiyor. Silahı tutan kişinin arkasında duran bir grup, sessizce geri çekiliyor.

O an, odadaki herkesin kaderi senin vereceğin karara bağlı gibi görünüyor. Zaman, nefesini tutmuş bekliyor. Silahı tutan kişinin gözlerinde, korku ve cesaretin dans ettiğini görüyorsun. Onun arkasında, diğerlerinin yüzlerinde umut ve dehşetin karışımını fark ediyorsun. Bu kaosun ortasında, sen duruyorsun. Senin her hareketinin, her sözünün, bu odadaki herkesin kaderini belirleyeceğini biliyorsun. Gözlerini kısıyor, dudaklarını sıkıyorsun. Odadaki gerilim doruk noktasına ulaşıyor ve herkes, senin bir sonraki hamlenin ne olacağını merakla ve korkuyla bekliyor. Bir anda, Thomas'ın elinde parlayan metal, odadaki ışığı yansıtıyor. Küçük ama ölümcül bir tabanca, onun elinde beliriyor. Hareketin hızı ve kesinliği, Thomas'ın bu anı uzun zamandır beklediğini gösteriyor. Silahını sana doğrultan adamın gözleri, bir an için Thomas'a kayıyor. O kısa an, her şeyi değiştiriyor. Thomas'ın parmağı tetiğe dokunuyor ve keskin bir patlama sesi odayı dolduruyor. Ses, duvarlarda yankılanırken, silahı tutan adam yere yığılıyor. Gözlerinde şaşkınlık ve inanamama ifadesi donup kalıyor. Kanı, yavaşça yayılarak zeminde koyu bir gölet oluşturuyor. Odadaki herkes şok içinde. Bazıları çığlık atıyor, bazıları ise donup kalıyor. Silah sesi hala kulaklarda çınlarken, Thomas'ın hareketi herkesi şaşkına çeviriyor.

Thomas, hiç tereddüt etmeden sana dönüyor. Gözlerinde kararlılık ve sadakat parıldıyor. Silahı hala elinde, ama artık senin için bir tehdit değil, bir koruma. Thomas'ın duruşu, senin yanında sarsılmaz bir kale gibi. "Monsieur." diyor Thomas, sesi sakin ama güçlü. "Sonsuza dek yanındayım." Bu sözler, odadaki kaosu bir an için durduruyor. Herkes, Thomas ve senin arandaki bu yoğun bağlılığı hissediyor. Gözlerin, Thomas'ınkilerle buluşuyor. Aranızda sessiz bir anlaşma geçiyor sanki. Thomas'ın bu ani ve ölümcül sadakat gösterisi, senin dünyanda yeni bir denge yaratıyor. En son Bok'un sana doğru yaklaştığını görüyorsun. Wændz'in Gam diye bir ismi seslendiğini duymuştun, ta kendisi olduğunu tahmin ettiğin bir çocuk Wændz'e doğru ilerliyor. Bok ise yanına geldiğinde "Abi, sakin ol lütfen. Pakt Bölgesi'ne gitmemiz lazım, sonra burada ne yapacağız ne edeceğiz konuşuruz. Hadi, gidelim artık." diyor.

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#39
Wændz, Max'in kellesine dokunmak üzere harekete geçtiği anda gözlerinin önündeki kelle bir anda buharlaşarak yok olmuştu. Genç kız parmaklarının arasından kayıp giden kellenin şokunu yaşarken Livei tüm olanları büyük bir hayal kırıklığı ve hüsran ile izlemişti. Bok ve Friks bu olanların illüzyon olup olmadığını sorgularken Livei kollarını göğsünde birleştirerek dizlerinin üzerinden ayağa kalktı. Değildi, biliyordu. Bay Zengin Max'i öldürmüştü ve onlara sahip oldukları gücü kullanarak onu geri getirmenin hazzını bile yaşatmak istememişti. Can sıkıntısı ile bu sahneye sırtını döndüğü esnada Mavi de onun zihninden geçenleri dile getiriyordu. Güçlerini, kararlılıklarını test ettiklerine katılıyordu. Livei'yi en çok sinir eden durum da buydu. Hayatı boyunca yarış atı gibi koşturup hep test edilmişti. Artık birilerinin parmağında oyuncak gibi olmak istemiyordu. Bok, bu oyunu onların kurallarına göre oynarlarsa hep kaybedeceklerini söylemişti. Livei de biraz evvel bunu dile getirmişti. Mavi de daha aktif bir plana sahip olmaları gerektiğini dile getirmişti. Hala çok geç olamazdı herhalde. Hala zamanları vardı. Acilen Pakt Bölgesi'ne gitmeleri gerekiyordu ve Deith'i durdurmak için gerçekten iyi bir plan yapmaları lazımdı.

Tam bu esnada deminden beridir sessiz duran Mabi aniden öne fırlamış ve Rose'u boğazından tutmuştu. Bundan sonra Dünyalıların kendilerine hizmet edeceğini, Max'in sakladığını her ne varsa hemen ortaya dökeceğini, bundan sonra tüm kararların Ingeniumlular tarafından alınacağını ve artık hiçbir şeyin onlardan saklanmayacağını sert ve tehditkar bir şekilde dile getirmişti. Livei tüm bu sahneyi umutsuzca ve boş bakışlarla izledi. Gerçekten böyle olmasını istemezdi. Max de böyle olmasını istememişti. Ama Mabi böyle davranmakta haklıydı. Max'in kaybının onlara bu kadar zarar vermesinin en büyük sebebi sanki bu mücadelenin Ingeniumlarla hiçbir alakası yokmuş gibi bütün işi onun halletmesine izin vermeleriydi. Kendileri çok pasif kalmış, Dünyalılara körü körüne güvenmiş, tüm işi onların ele almasına izin vermişlerdi. Şimdi de bunun acısını çekiyorlardı. Yumruklarını masaya vurup bildikleri her şeyi öğrenmenin vakti gelmiş de geçiyordu da. Bundan böyle onlar da herkes gibi olacaklardı. Bu işi tatlı dille ve uysal bir bakış açısıyla çözmenin bir yolu yoktuysa onlar da diğer herkes gibi tehdit edecekler ve zor kullanacaklardı. Bunun başka çaresi yoktu. En azından niyetleri iyiydi. Belli ki tüm bunların yaşanmasında burada iyilik timsali gibi davranan Dünyalıların da parmağı vardı. Bu masada gerçekten masum olan bir tek Ingeniumlulardı.

Livei bu düşüncelerin içerisindeyken Dünyalılardan bir tanesi, garip görünüşlü bir silahı Mabi'ye doğrultarak onu tehdit etmişti. Tek bir adım daha yaklaşırsa onu yok edeceğini söylemişti. Sözleri titrek ve cansızdı. Yapmayacağı belliydi. O tetiği çekmeyecekti. Onu öldürmeyecekti. İnandırıcı değildi. Neden böyle davranıyordu ki? En mantıklısı teslim olmak değil miydi? Livei başını iki yana sallayarak öne çıktı. "Bunu yapmanı tavsiye etmem. O tetiği çekecek vakit bile bulamazsın." Livei bu sözcükleri döktükten çok kısa bir an sonra bir patlama sesi işitti. Bakışlarını sesin çıktığı yöne yönelttiğinde Thomas'ın elinde Dünyalı silahlarından birisiyle adamı vurduğunu gördü. Vurulan adam olduğu gibi yere yığıldı. Çoktan ölmüş olmalıydı. Akan kanın yoğunluğu görülebiliyordu. Livei şaşkınlıkla gözlerini Thomas'a çevirdi. Thomas tereddüt bile etmemişti. Sanki uzun zamandır bu anı bekliyor gibiydi. Kendi insanını vuracak kadar bilendiyse Max'in ekibinden gerçekten nefret ediyor olmalıydı. Haklı da sayılırdı. Thomas sıradan bir Dünyalıydı, onlar gibi Ingenium projesinde yer almamıştı. Onlar gibi üst rütbelilere yaranmak için kıçlarını yalamamıştı. En azından Livei Thomas hakkında bu kadar bilgiye sahipti. Thomas gözlerinde büyük bir kararlılıkla Mabi'ye sonsuza dek sadık olduğunu dile getirmişti. O esnada Bok ikiliye yaklaşıp artık gitmeleri gerektiğini söylemişti. Livei söze girdi. "İki gruba ayrılalım. Bir grup burada kalsın. Burayı denetlesin. Diğer grup Deith'i durdurmak ve Pisan'ı uyarmak üzere Pakt Bölgesi'ne gitsin." Bir an etraftaki yüzleri inceledikten sonra kararını verdi. "Mabi, Thomas, Hae, Shisha, Huld, Gam siz burada kalın. Burada neler döndüğüne bir bakın. Ben, Wændz, Bok, Mitga, Friks, Etenis, Mavi, Pakt Bölgesi'ne gidelim. Deith'i bir şekilde Wændz'in dokunabileceği bir konuma getirelim. Tüm gücümüzü ortaya dökmeliyiz bunun için. Adam ölmüyor. Kendini yenileyebiliyor ve inanılmaz güçlü. Açığını bulup saldırmamız çok önemli. Pisan'ı korumak zorundayız. Onu kaybetmemiz söz konusu değil. Yoksa tüm kıtayı kaybettik sayılır. Gazamız mübarek olsun arkadaşlar."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#40
Herkesin gözlerinde gördüğüm çaresizlik, odada zamanın durmasıyla birleştiğinde karanlık bir tabloya dönüşüyordu gözlerimde. Zamanın durmasını ise, odaya bir anda dolmaya başlayan kaosa borçluydum. Yaptığım hareketi usulca kabul etmelerini beklemiyordum zaten. Kimisi Max'in kaybına ağlıyor, kimisi ise benim varlığımdan dolan korkuyu sindirmeye çalışıyorlardı. Elara'nın bir köşeye çekildiğini görmek, boğazına düğümlenen kelimeleri hissetmek gücün artık elimde olduğunu gösteriyordu. Olması gereken gibi. Gözyaşları süzülmeye başladığında, daha sert bir ifade aldı yüzüm. Herkes, sanki son nefesini her an verebilirmiş gibi bir hissiyatın içinde boğuluyordu. İstediğim tam olarak buydu. Artık tüm ipleri elimize almamız gerekiyor, buradaki kontrolü bizim sağlamamız gerekiyordu. Max gibi, diğer insanların kontrolü eline almasına verirsek ve bir gün onların da kellelerini önümüzde görürsek, muhtemelen hiçbir şekilde yol kat etmemiş varlıklar olarak duracaktık. Zira, şuanda yaşadığımız durum buydu. Max'in ölümü, bizi bir adım geriye götürmüştü, tüm planlarımızın beyni, neredeyse tüm araştırmaları yapan ve her türlü bilgiye sahip olan bu kişinin yok oluşu, bizim geriye düşüşümüz anlamına geliyordu.

Bir grubun kaçış yolu aradığını görmek, yüzümde ekşi bir ifade var olmasına sebep oluyordu. Onların kaçmaması gerekiyordu, bizim altımızda önceden olduğu gibi çalışmaları gerekiyordu. Ancak bu sefer her bilgiye biz sahip olmak zorundaydık. Ancak içlerinden birisi, tüm bu korku ve karmaşaya rağmen silahını eline almış ve bana doğrultmuştu. Aralarından birisi yaşamaya karar vermişti. Karmaşık, ilginç silaha bir bakış attım. Bunun ne olduğunu bile bilmiyorken, ne kadar ileriye gidebilirdik? Bu insanlara bağımlı kalıyor olmamızın tek sebebi, onların bilgisine sahip olmayışımızdı. Onları bizden farklı kılan neydi? Bu bilgileri, bu cihazları bizlerle paylaşmıyor olmalarının bir sebebi olmalıydı. Aynı yolda yürümüyor muyduk? Neden saklıyorlardı? Neden bizden bir şeyler saklanmak zorundaydı? Bu insanlar, neden kendilerini bizden üstte görüyorlardı?

Kendi kendime sorduğum soruların cevabını almam mümkün değildi. Silahı tutan kişiyi büyük bir kararlılıkla izlemeye başladım. O garip cihazla bana nasıl bir hasar verebileceğini bilmiyordum. Namlunun ucundan gelen ışığa gözlerim takıldı, beni tek bir hareketle yok edebilecekmiş gibi duruyordu. Adamın titreyen sesiyle beni yok edeceğini söylemesi, suratımda çarpık bir gülümsemeye sebep olmuştu. Bu adamın elindeki garip cihazı gördükçe kelimelerimde ne kadar haklı olduğumu görebiliyordum. Son bir umutla, beni vurabileceğine olan inancını tazeliyormuş gibi görünse de, ondaki korkuyu hissetmek mümkündü. Herkes nefesini tutmuş bir şekilde bu durumu izlerken, bir karar almak zorunda olduğumu hissediyordum. Ya karşı koyacaktım, ya gerçekten tek bir hareketle yok olup gidecektim, ya da başka bir planı devreye sokmam gerekiyordu. Ne yapacağımı düşünmeye vakit bile kalmadan, bir ses duydum. Öyle bir ses ki, kulaklarımı bile çınlatabilirdi.

Thomas silahını çıkartmış, hiç bir şekilde aksini düşünmeden adamı yere yığmıştı. Thomas'ın arkamda olmasını bilmek, beni hem mutlu etmiş hem de daha cesaretli bir konuma sürüklemişti. Arkamda böylesine sadık bir dostu taşımak benim için mucize gibiydi. Adamın kanı zeminde dağılmaya başlarken, son bir kez ona baktıktan sonra gözlerimi Thomas'a döndürdüm. Sonsuza dek yanımda olduğunu söylemesiyle birlikte, odadaki tüm kaos yok olmuştu. Monsieur'a karşı kararlı gözlerle baktım, aramızda sessiz bir anlaşma yaşanmış, gözlerimizle birbirimize sözler vermişiz gibiydi. Tek bir kelime etmeye bile gerek duymuyordum. Biliyordum ki, o da aynı şekilde bu anlaşmayla ruhunun bağlandığını hissediyordu. Bok yanıma geldiğinde, sakin olmamı söylemişti. Ancak sakin olunacak bir şey yoktu. Buradaki konuyu geciktirmenin bir mantığı olamazdı.

Bok'a bir şey diyemeden Livei söze girerek ikiye ayrılmamız gerektiğini söylemişti. Bir grubun burada kalacağını, bir grubun ise Deith'i durdurmak üzere Pakt Bölgesi'ne gitmesi gerektiğini söylemişti. Bu plan karşısında Livei'nin de beni desteklediğini anlamıştım. Kafamla ilk kelimelerini onayladıktan sonra diğer cümlelerini dinlemeye başladım. Ben, Thomas, Hae, Shisha, Huld ve Gam ekibi olarak burada kalacaktık, diğerleri ise Livei ile birlikte Pakt Bölgesi'ne gidecekti. Güç dağılımını çok iyi bir şekilde yapmıştı. Bizim grubumuz burayı idare edebilecek seviyedeydi. Livei konuşmaya devam ederken, saatimi kaldırıp Thomas'a kısa mesaj atmaya karar verdim.

"Saatindeki konumlarını burada saati olabilecek kişilerin yanına ışınlanabilecek şekilde ayarla Monsiuer. Kollarındaki saatleri koparıp aldıktan sonra, onlara fırsat vermeden teker teker ışınlanarak aynı hareketi yapmamız gerek. Sonrasında, işin gidişatına bakacağız. Sol tarafta duranların konumlarını sen al, sağdakileri ben. Hızlıca halledelim. Bize karşı koyabilecekleri aletleri almamız gerek."

Sessizce kısa mesajı attıktan sonra sağdakilere göz ucuyla baktım ve konumlarını tam kollarının yanına denk gelecek şekilde ayarlamaya başladım. Hepsini teker teker, arka arkaya koymam gerekiyordu ki hızlıca hareket edebileyim. Bu sırada, Hae'ye hitaben konuşmaya başladım. "Hae, şu adamın tuttuğu silahı al. Zeki adamsın, ne işe yaradığını biraz anlayabilirsin gibi geliyor. Böyle bir teknolojiyi elimizde bulundurmamız iyi olur. Anlayamazsan bile, anlatacaklar." Saatimdeki ayarlamaları bitirdikten sonra kafamı kaldırıp, ilk konum için ışınlanmayı başlatmadan önce önümde duran ilk kişinin gözlerinin içine baktım keskin bir şekilde. "Değil mi?" Şimdi geriye kalan, Thomas'a bir kafa işareti verip planı başlatmak. Tüm saatleri çalmam gerekiyor.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image
Locked

Return to “Direniş Üssü”

cron