Göğü sabah çini mavisine boyayan ilk ışıklar dudaklarını gölgelerken parmak uçlarına kadar yayılan hafif bir ürpertiyle uyanıyorsun. Haarian’daki Direniş’in sana ve ailene ayırdığı küçük ev, duvarlardaki yarı silinmiş çatlak mozaiklerle süslenmiş. Dar yatak odasında perdelerin aralığından sızan gün ışığı, eski püskü kilimin ipliklerine turuncu bir şerit düşürüyor. Tavan kirişi kıpraşan toz zerrelerini sallıyor, kuş sesleri değil, uzaktan bir trenin dalga dalga uğultusu dolduruyor sabahı. Başını hafifçe yana yatırıyorsun ve yataktan çıkmadan önce bir süre daha bekliyorsun. Koridora çıktığında yer döşemesi gıcırdamıyor, eski konağın hizmetçiler için yapılmış gizli geçidinden aşağı iniyorsun, asıl merdivenlerin hasarlı olduğunu söylemişlerdi. Mutfağın küçük penceresinden bakarken Haarian’ın yüksek teraslı sokakları yeni bir güne sökülmüş dikiş gibi parıldıyor, yukarıda havada süzülen kargo dronlarının sırtına sabah güneşi vuruyor, çatılardan neon reklam paneli artıkları titrek bir pembe yansıtıyor. Sırtına ince paltoyu geçirip bütünsel bir sakinlik takınıyorsun, çantanda katlanmış evraklar, cebinde Max’in verdiği mini sinyal karıştırıcı var.
Direniş Üssü’ne giden yol ürpertici bir uyumla ilerliyor, geniş sırt caddesi gıcırdayan tekerlekli pazar yeri tezgahlarına açılıyor. Bir hayvansal yağ kokusu seyyar ekmek tandırlarından yükselen sıcak hamur kokusuna karışıyor. Üssün dar yan kapısına akıllı kartını okuttuğunda metal sürgü cırt sesiyle açılıyor. İlk kavşaktan sol tarafa saptığında, Max belinden takım çantasını çıkarıyor, gözündeki toz maskesini kenara koyup gülümseyerek karşında dikiliyor. "Umarım kahvaltı yapmadan gelmişsindir, çok güzel şeyler aldık." diyor, her zamanki telaşsız nezaketiyle. Göğsü yağlı boya lekeli tulumunun altında kalkıp iniyor, belli ki sabaha kadar bir şeyler denemiş kendi kendine. "Bok seni bekliyor." diye fısıldıyor ve toplantı odasını gösteriyor.
Üssün toplantı salonu, tavandan sarkan sarı spotlar ve bir sıra masif meşe masa etrafında sıralanmış kıvrımlı metal sandalyelerle hala yarı karanlık ama Bok koridor çıkışından adımını atar atmaz odaya gün doğuyor sanki. Omuzundaki askeri bez ceketin önü açık, saçları dağınık, hafiften uzamış sanki. Kapıdan adım atınca Bok bir an duruyor, yüzünde yaramazca bir parıltı beliriyor ve hiçbir şey söylemeden seni belinden kavrayıp hafifçe kendine çekip selam öpücüğünü dudaklarına konduruyor. "Artık resmi karşılama protokollerimiz böyle." diye şakalaşıyor ve oturman için sandalyeyi işaret ediyor. Max de müdahaleci bir öksürükle masanın diğer ucuna geçiyor.
Toplantı odasında sadece üçünüz varsınız. Bok masanın kenarına oturup bacak bacak üstüne atıyor, yorgun ama dirayetli duruşu salonun loş ışığını huzur gibi dolduruyor. "Herkes dağılmış durumda." diyor. "Friks, Faell, Huld epistemik harita için kuzey yamacına çıktı. Mavi sensör kör noktalarına bakacak, Thomas’la Mabi diğer kod hatası olan bölgelere gidiyor. Ben haber taşıyıcılığı dışında hala kendime görev bulamadım gibi." Ellerini açıp kapatıyor, masaya eğiliyor, sessizlik sürüyor. Aradaki boşluğu Max bile doldurmuyor, Bok'un devam etmesini bekliyor. En sonunda Bok kaşlarının arasındaki çizgiyi geriye atıp derin nefes alıyor. "Livei... Sence dağa tek başıma girmeyi mi denesem?" Gözlerin onun gözlerine kenetleniyor, o altın bakışlarda hem meydan okuma hem de bir parça kaygı ağır ağır parlıyor.
Direniş Üssü’ne giden yol ürpertici bir uyumla ilerliyor, geniş sırt caddesi gıcırdayan tekerlekli pazar yeri tezgahlarına açılıyor. Bir hayvansal yağ kokusu seyyar ekmek tandırlarından yükselen sıcak hamur kokusuna karışıyor. Üssün dar yan kapısına akıllı kartını okuttuğunda metal sürgü cırt sesiyle açılıyor. İlk kavşaktan sol tarafa saptığında, Max belinden takım çantasını çıkarıyor, gözündeki toz maskesini kenara koyup gülümseyerek karşında dikiliyor. "Umarım kahvaltı yapmadan gelmişsindir, çok güzel şeyler aldık." diyor, her zamanki telaşsız nezaketiyle. Göğsü yağlı boya lekeli tulumunun altında kalkıp iniyor, belli ki sabaha kadar bir şeyler denemiş kendi kendine. "Bok seni bekliyor." diye fısıldıyor ve toplantı odasını gösteriyor.
Üssün toplantı salonu, tavandan sarkan sarı spotlar ve bir sıra masif meşe masa etrafında sıralanmış kıvrımlı metal sandalyelerle hala yarı karanlık ama Bok koridor çıkışından adımını atar atmaz odaya gün doğuyor sanki. Omuzundaki askeri bez ceketin önü açık, saçları dağınık, hafiften uzamış sanki. Kapıdan adım atınca Bok bir an duruyor, yüzünde yaramazca bir parıltı beliriyor ve hiçbir şey söylemeden seni belinden kavrayıp hafifçe kendine çekip selam öpücüğünü dudaklarına konduruyor. "Artık resmi karşılama protokollerimiz böyle." diye şakalaşıyor ve oturman için sandalyeyi işaret ediyor. Max de müdahaleci bir öksürükle masanın diğer ucuna geçiyor.
Toplantı odasında sadece üçünüz varsınız. Bok masanın kenarına oturup bacak bacak üstüne atıyor, yorgun ama dirayetli duruşu salonun loş ışığını huzur gibi dolduruyor. "Herkes dağılmış durumda." diyor. "Friks, Faell, Huld epistemik harita için kuzey yamacına çıktı. Mavi sensör kör noktalarına bakacak, Thomas’la Mabi diğer kod hatası olan bölgelere gidiyor. Ben haber taşıyıcılığı dışında hala kendime görev bulamadım gibi." Ellerini açıp kapatıyor, masaya eğiliyor, sessizlik sürüyor. Aradaki boşluğu Max bile doldurmuyor, Bok'un devam etmesini bekliyor. En sonunda Bok kaşlarının arasındaki çizgiyi geriye atıp derin nefes alıyor. "Livei... Sence dağa tek başıma girmeyi mi denesem?" Gözlerin onun gözlerine kenetleniyor, o altın bakışlarda hem meydan okuma hem de bir parça kaygı ağır ağır parlıyor.
Off Topic
Pasiflik süresi iki gündür.