Çıkarken çayı içmemenin getirdiği pişmanlık beni arkamdan takip ediyordu. Geriye dönüp içsem mi? Ama söz yaydan çıkmıştı bir kere. Tihami usulüymüş... Uzun zamandır içmediğim bir çay türüydü. Zamanım sıkışık olmasa belki de benim için çok keyifli olacak bir zevk... Ancak yapmam gereken vazife bu zevkten daha önemliydi. Şimdi içemeyeceğim bu çay kalbimde tatsız bir vicdan azabı oluşturdu.
Foto-iyon ışını üzerimden geçerken istemsizce gözlerimi kıstım. Hafif bir karıncalanma, kısa süreli. Teknolojileri gelişmiş ama hâlâ insanı ürperten cinsten. Yan etkisi var mıydı? Midem bulanmış hissediyordum. Belki de psikolojiktir. Turnikeler geçildi, güvenlik doğrulandı, otomatik kapılar metal bir gıcırtıyla açıldı.
İçeri adımımı attığımda depo, ya da buradaki deyimiyle Labirent, lakabı kadar karmaşıktı. Yüksek tavanlı, endüstriyel bir kutsal mekân gibi. Raflar uzayıp gidiyor, paletli sürücüler sanki dans ediyordu. Tünel gibi koridorlar, tavandaki kablolar... Ortamın kokusu yoğun: metal, dezenfektan ve labirent...
Üçüncü koridordan sağa döndüm. Asma kata çıkan dökme demir merdivene elimle tutunurken yağlı tırabzan avucumda ince bir tabaka bıraktı. Basamakları çıkarak yükseldim. Yükselmek... Bugün zihnimi meşgul eden o kelime... Artık her şeyi o kelimeye bağlıyordum.
Asma kata çıkınca kısa boylu ama sağlam yapılı biri dikkatimi çekti. Göz ucuyla beni süzüyordu. Ceplerinden dışarı taşan aletler. Leylak renkli soluk bir rozet. Ojeler… benzerlik dikkatimi çekti ama anlam yüklemedim. Belki de yüklemek istemedim.
Yanına geldiğimde bile gözlerini kısmıştı. Sesi düşük ama netti. E serisi talebinin benim verdiğimi tahmin etti. Formu uzattım. “Evet ismim Zengu Dudsuf. Görev için filtreye ihtiyacımız var.” dedim. Tırnaklarının arasında biriken yağ izleri formun kenarına bulaştı. Yağ... Burada yağ gerektiren bir iş yapıyor olmalı. Ne olabilir? Depoda yağ gerektiren ne gibi işler vardır? Aklımdaki soruları kenara itip kadını dinledim
6B mi 7C mi? Ödüllü dikkat sorusu. Ve sanırım bu sınavdan kalacaktım. Bir an durdum. İçimde bir boşluk belirdi. Hatırlamıyorum. Cihazın üstünde durmamışım. Belki raporda yazıyordur ama bakmadım. Sırtıma bir soğukluk çöktü, dilim dönmekte gecikti.
“Şey... Hatırlamıyorum.”
Gözleri kısıldı. Her şeyin cevabını bilen biri olmam bekleniyor muydu? Ya da ben mi kendimden öyle bir şey bekliyordum? “Hatırlamıyor olman yanlış,” diyen bir ses yankılandı kafamda. Tek bir işi yapmam gerekiyordu onu da düzgün yapamıyordum.
“6-B diye hatırlıyorum,” dedim, doğal bir ses tonuyla. “O yüzden sensör adaptörünü de verebilir misin?”
Bana daha fazla soru sormamalıydı. Küçük yalanımın ortaya çıkmasını istemiyordum. Eğer filtre 7C ise işe yaramayacak olan sensörü daha sonra tekrar getirebilirdim. Bu yüzden 6B'yi almalıydım. Ne olur ne olmaz diye sensör elimde olmalıydı. Kadının beni sorgulamaması için zaman kazanmalıydım. Dikkatimi toplamam gerekiyordu. Boşluğa düşmemeliydim. Ve onun dikkatini dağıtmalıydım.
“Burada... hava sirkülasyonu neyle sağlanıyor? Merkezi sistem mi yoksa lokal sensörlü havalandırma mı?”
Cevabı aldıktan sonra kendimden emin sesle devam ettim:
“Filtreyi nasıl takacağımı gösterebilir misin? Ya da… kısa bir prosedür aktarımı? Her iki model için de 6-B ve 7-C. Hazırlıksız yakalanmak istemem. Çok zor bir şeye benzemiyordu zaten.”
Paslı tırabzandan aşağı bakıyordum. Deponun kubbesinin altında, aşağıda forklift alarmları çalıyordu. Geri geri mi gidiyordu yoksa bir şeyi yukarı mı çıkartıyordu? Ben bunu düşünürken raf robotları arıza verip kendi eksenleri etrafında dönmeye başladı. Sarı alarm ışınları gölgemi sanki sürekli yükseltiyormuş gibi hissettiriyordu. Yükseliyordum. Ben değil ama gölgem. Karanlığım. Yükseliş... Bu kelimenin zihnime sık sık gelip dikkatimi dağıtması beni rahatsız etmişti. Kaşlarımı çattım ve yüzümü belli belirsiz memnuniyetsizlikle buruşturdum. Oynaşan ışıkların altında belki de fark etmesi zor bir mimik hareketiydi. Bir anlık yanıp sönen bir işaret gibi.
Alda “İlk günün mü?” diye sordu.
Anlaşılan acemi bir izlenim oluşturmuştum. Nedense ilk günümün olduğunu söylemek istemedim. Egom buna müsaade etmedi. Pek egoist biri sayılmam aslında. Belki de egodan çok gurur diyebiliriz. Gerçi gurur ile ego aynı şey sayılmaz mı zaten?
“Pek sayılmaz.” dedim.
Yalan..
Ama bir önemi yok.
Konuyu değiştir. Ve sorulardan kaç.
“Neyse, filtre hazır mı?”
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#12Merdiven boşluğundan yükselen sinyal sirenleri, asma katın metal döşemesini hafifçe titreştirirken Alda dosyayı kolunun altına sıkıştırıp yan raftan ince gövdeli bir taşıyıcı vagon çağırıyor. Kolundaki bileklik üzerinden birkaç hızlı dokunuş, raf sırası, çekmece numarası, parti kodu ve vagon inleyerek harekete geçiyor; raylar üzerinde kayarken altındaki manyetik tekerler kıvılcımlar saçar gibi pırıldıyor.
"6-B dedin ha?" diyor, göz ucuyla seni yoklayarak. Yalın bir sessizlikte asılı kalan sorunun altına, hafif bir güvensizlik dokusu serpiştirilmiş. "Onların akış regülatörü 14 µ setlidir; 7-C’ye takarsan diyafram parçalanır, oksijen basıncı bir anda tavan yapar." diye ekliyor. Gözlerindeki kısıklık bir terazi dili gibi titriyor; senin “evet” ya da “hayır”ın, kefelerden birini ağırlaştıracak.
Vagon geriye döndüğünde, üst raflardan çekilmiş mat siyah bir kutu ve yanında nikelli küçük bir anahtar seti duruyor. Alda kutuyu avuçlarına tık tık vuruyor. "Filtre bu; adaptör burada." diye açıklıyor, sonra anahtarı sallıyor. "Çift tırnaklı AL-4. Çoklu göbekli cıvatalarda sıyırırsa bir daha bulamazsın; nazik davran."
Kutunun kilidini açıp içindekileri göstermek üzere kapağı kaldırdığında, filtre silindiriyle birlikte ince, şeffaf tüplerde iki adet sensör adaptörü de çıkıyor. Plastik ambalaja iliştirilmiş küçük yeşil etikette ‘Kalibrasyon Test Tarihi yazılı; taze. Alda, parmağıyla etiketi işaret edip, "Bu tarihe dikkat; bir ay sonra geçer. Değiştirmezsen hasta nefes değil, pas çeker." diyor. Sesinde garip bir tını, ciddiyetini hafifçe aşındıran belirsiz bir acıma gölgesi var.
Senin uzattığın eller filtreyi kavradığında, metal silindirin pürüzsüz yüzeyi parmak izini anında yakalıyor; soğukluğu, deponun rijit atmosferine rağmen teninin ısısını yutuyor. Alda anahtarı avucuna bırakıp kapanmayan kapağı dizinin kenarıyla kapatıyor. Prosedürü soruyorsun, dili alışkın bir usta gibi sıralıyor. "Önce cihazın akımı kes, sonra yandaki havalandırma vidasını çevir, filtre yan bölmeden yatay çıkar. Adaptörü klipsleyip geri it, tık sesi duyunca anahtarla üç çeyrek tur sık. Elektriği ver, ekrandaki seviye barı sabit yeşilde kalıyorsa işlem tamam."
O konuşurken aşağıdaki çalışma iskelelerinin birinde arıza veren robot kol yeniden devreye girip sandıkları düzenlemeye başlıyor; sirenler susuyor ve depo koridorlarına gezinerek dolanan mekanik gıcırtıların fonu, ansızın tekdüze bir uğultuya çekiliyor. Tam o anda, Alda’nın bakışları senin omzunun üzerinden bir şeye takılıyor. Başını çeviriyorsun, uzak köşede paslanmış bir ventilatör pervanesi dönüyor, hepsi bu. Ama Alda’nın sesi alçaldığında, araya sıkışmış bir tereddüt seziliyor.
Filtreyi ve anahtarı göğüs hizasında tutup arkanı dönmeye hazırlanırken, Alda elini ani bir refleksle havada kaldırıp seni durduruyor. "Bekle." diyor, sesi aynı anda hem yumuşak hem keskin. Gözleri donuk endüstriyel ışığın altında tuhaf biçimde parlıyor. "Labirent’teki insanlar bir şeyi hep merak eder, Zengu Dudshuf." diye başlıyor, o ana dek tam söylememişti adını, şimdi bilinçli bir telaffuzla dilinin ucunda yuvarlıyor. "Sence bir insan geçmişini unuttuğunda ağırlığından mı kurtulur, yoksa köksüz kaldığı için savrulmaya mı mahkum olur?"
Cümle, tavan vincinin ağır zincir çarpmasına denk gelip metalik bir yankıyla uzuyor. Kelimeler havada asılı kalırken gözlerinin kenarı sızlıyor, görüntü birden bulanıklaşıyor. Siluetler eriyip birbirine karışıyor; Alda’nın yüzü soluk sarı lambalarla birleşip garip bir lekeye dönüşüyor. Görüş alanının ortasında, karanlık bir koridorun ucunda yalnız duran şapkalı bir adam seçiliyor, silueti neredeyse iskelet gibi ince, fötr benzeri geniş kenarlı şapkası gözlerine gölge düşürmüş. Kolları iki yana sarkık, ellerindeki işaret parmakları yere kadar uzanıyormuş gibi uzun. Adam, adım atmadan varlığını sana doğru itercesine yaklaşıyor ve dudaklarının kıpırdadığını, ama bir ses çıkmadığını görüyorsun.
Göz kapakların refleksle kapanıp açılıyor, yalnızca bir kalp atışı sürüyor bu karartı. Yeniden netlik kazanırken asma katta, Alda’nın yüzü burnunun birkaç karış ötesinde; kaşlarını hafifçe kaldırmış, sorusunun cevabını bekliyor.
Sol elinde hala anahtar seti, sağında üzerinde adının yazılı soğuk siyah filtre kutusu, ikisi de senin alman için havada tutulmuş. Alttaki depoda vinç gıcırtıları normale dönmüş, sirenler susmuş. Tek sıra LED’ler maviye dönerken tavan fanlarının rüzgârı saç tellerini hafifçe kıpırdatıyor.
Gözlerinde sabırlı ama keskin bir bekleyiş, senin tek lafını bekliyor.
"6-B dedin ha?" diyor, göz ucuyla seni yoklayarak. Yalın bir sessizlikte asılı kalan sorunun altına, hafif bir güvensizlik dokusu serpiştirilmiş. "Onların akış regülatörü 14 µ setlidir; 7-C’ye takarsan diyafram parçalanır, oksijen basıncı bir anda tavan yapar." diye ekliyor. Gözlerindeki kısıklık bir terazi dili gibi titriyor; senin “evet” ya da “hayır”ın, kefelerden birini ağırlaştıracak.
Vagon geriye döndüğünde, üst raflardan çekilmiş mat siyah bir kutu ve yanında nikelli küçük bir anahtar seti duruyor. Alda kutuyu avuçlarına tık tık vuruyor. "Filtre bu; adaptör burada." diye açıklıyor, sonra anahtarı sallıyor. "Çift tırnaklı AL-4. Çoklu göbekli cıvatalarda sıyırırsa bir daha bulamazsın; nazik davran."
Kutunun kilidini açıp içindekileri göstermek üzere kapağı kaldırdığında, filtre silindiriyle birlikte ince, şeffaf tüplerde iki adet sensör adaptörü de çıkıyor. Plastik ambalaja iliştirilmiş küçük yeşil etikette ‘Kalibrasyon Test Tarihi yazılı; taze. Alda, parmağıyla etiketi işaret edip, "Bu tarihe dikkat; bir ay sonra geçer. Değiştirmezsen hasta nefes değil, pas çeker." diyor. Sesinde garip bir tını, ciddiyetini hafifçe aşındıran belirsiz bir acıma gölgesi var.
Senin uzattığın eller filtreyi kavradığında, metal silindirin pürüzsüz yüzeyi parmak izini anında yakalıyor; soğukluğu, deponun rijit atmosferine rağmen teninin ısısını yutuyor. Alda anahtarı avucuna bırakıp kapanmayan kapağı dizinin kenarıyla kapatıyor. Prosedürü soruyorsun, dili alışkın bir usta gibi sıralıyor. "Önce cihazın akımı kes, sonra yandaki havalandırma vidasını çevir, filtre yan bölmeden yatay çıkar. Adaptörü klipsleyip geri it, tık sesi duyunca anahtarla üç çeyrek tur sık. Elektriği ver, ekrandaki seviye barı sabit yeşilde kalıyorsa işlem tamam."
O konuşurken aşağıdaki çalışma iskelelerinin birinde arıza veren robot kol yeniden devreye girip sandıkları düzenlemeye başlıyor; sirenler susuyor ve depo koridorlarına gezinerek dolanan mekanik gıcırtıların fonu, ansızın tekdüze bir uğultuya çekiliyor. Tam o anda, Alda’nın bakışları senin omzunun üzerinden bir şeye takılıyor. Başını çeviriyorsun, uzak köşede paslanmış bir ventilatör pervanesi dönüyor, hepsi bu. Ama Alda’nın sesi alçaldığında, araya sıkışmış bir tereddüt seziliyor.
Filtreyi ve anahtarı göğüs hizasında tutup arkanı dönmeye hazırlanırken, Alda elini ani bir refleksle havada kaldırıp seni durduruyor. "Bekle." diyor, sesi aynı anda hem yumuşak hem keskin. Gözleri donuk endüstriyel ışığın altında tuhaf biçimde parlıyor. "Labirent’teki insanlar bir şeyi hep merak eder, Zengu Dudshuf." diye başlıyor, o ana dek tam söylememişti adını, şimdi bilinçli bir telaffuzla dilinin ucunda yuvarlıyor. "Sence bir insan geçmişini unuttuğunda ağırlığından mı kurtulur, yoksa köksüz kaldığı için savrulmaya mı mahkum olur?"
Cümle, tavan vincinin ağır zincir çarpmasına denk gelip metalik bir yankıyla uzuyor. Kelimeler havada asılı kalırken gözlerinin kenarı sızlıyor, görüntü birden bulanıklaşıyor. Siluetler eriyip birbirine karışıyor; Alda’nın yüzü soluk sarı lambalarla birleşip garip bir lekeye dönüşüyor. Görüş alanının ortasında, karanlık bir koridorun ucunda yalnız duran şapkalı bir adam seçiliyor, silueti neredeyse iskelet gibi ince, fötr benzeri geniş kenarlı şapkası gözlerine gölge düşürmüş. Kolları iki yana sarkık, ellerindeki işaret parmakları yere kadar uzanıyormuş gibi uzun. Adam, adım atmadan varlığını sana doğru itercesine yaklaşıyor ve dudaklarının kıpırdadığını, ama bir ses çıkmadığını görüyorsun.
Göz kapakların refleksle kapanıp açılıyor, yalnızca bir kalp atışı sürüyor bu karartı. Yeniden netlik kazanırken asma katta, Alda’nın yüzü burnunun birkaç karış ötesinde; kaşlarını hafifçe kaldırmış, sorusunun cevabını bekliyor.
Sol elinde hala anahtar seti, sağında üzerinde adının yazılı soğuk siyah filtre kutusu, ikisi de senin alman için havada tutulmuş. Alttaki depoda vinç gıcırtıları normale dönmüş, sirenler susmuş. Tek sıra LED’ler maviye dönerken tavan fanlarının rüzgârı saç tellerini hafifçe kıpırdatıyor.
Gözlerinde sabırlı ama keskin bir bekleyiş, senin tek lafını bekliyor.
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#13Alda sensör adaptörlerini ve filtreyi getirmekle meşgulken kısa süreli bir sessizlik oldu. Ardından filtre tipleriyle ilgili kritik farkı anlatmaya başladı. 6-B ve 7-C uyumsuzmuş. Basınç regülatörü farklı. Yanlış takarsam, diyafram parçalanır, oksijen patlar.
Sadece başımı salladım ama içimde bir şey düğümlendi. Midem kasıldı. Aklımdan geçen tek şey: "Eğer yanlış tipse ve takarsam… yaşlı adamın işi biter." Şansa bırakamam.
Alda, filtre kutusunun kapağını açarken kalemimi çıkardım. Not defterinin kenarına küçük başlıklar halinde yazmaya başladım:
Yazarken Alda’nın söylediklerini arkaplanda dinliyordum. Ne dediğinin çoğunu zihnim otomatik yazıya çevirdi. Bu işi doğru yapmalıydım.
Kutuyu elime aldım. Filtrenin soğuk yüzeyi hemen tenime yapıştı. Anahtarı cebime koyarken göz ucuyla Alda'nın baktığı yönü fark ettim. Uzak köşedeki eski bir pervaneye bakıyordu.
Ben de döndüm, baktım. Sıradan bir vantilatör. Ama Alda’nın bakışı sıradan değildi. Gitmeye hazırlanırken onun ağzından tuhaf bir cümle döküldü.
Geçmişle ilgili garip bir şey sordu. “İnsan geçmişini unuttuğunda özgür mü olur, yoksa savrulur mu?” gibi bir şeydi.
Kulağıma vurdu bu soru. Ve nedense... görüntü bir anda bulanıklaştı. Nefesim değişti. Göğsümde bir sıkışma hissettim. Alda’nın yüzü sarı ışığın altında erirken karanlık bir figür gördüm. Koridorun ucunda duruyordu. Şapkası gözlerini gölgeliyordu ama elleri çok uzundu. Parmakları yerde sürünüyormuş gibi.
Nefesim sıklaştı. İçim ürperdi. Terlediğimi fark ettim.
Gözlerimi kırptım. Görüntü dağıldı. Geri döndüğümde Alda karşımdaydı. Bekliyordu.
Kısa süreli bir şok geçirdim. Hayal mi görmeye başlamıştım? Hayal mi görmeye başladım?... Nefes alış verişlerim hızlandı. Terlemeye başlamıştım. Belki de rengim solmuştu.
Kısa ve net konuştum. “Ben labirentten değilim. O yüzden o tür böyle sorulara merak duymuyorum. Yine de bence savrulur. Neyse. Alda Hanım, açıkçası filtrenin 7-C olma ihtimali var, bilmiyormuş gibi gözükmek istemediğimden dolayı başta sustum, ancak o kadar yol gidip bir de yanlış filtreyi aldığımı öğrenirsem hoş olmaz. Bu yüzden doğru filtreyi almak zorundayım. Belki 7-C’ydi. Hatırlamıyorum. Bu yüzden lütfen 7-C uyumlu filtreyi de verir misiniz. Kullanılmayanı iade ederim. Bugün zamanım kalırsa, olmazsa yarın getiririm.”
Sonra trabzandan aşağı bakarken tedirgin bir şekilde, Alda'nın da duyabileceği şekilde mırıldanarak “Sanırım labirent bana iyi gelmedi. Kendimi kötü hissediyorum. Çabucak çıkmak istiyorum buradan.”
Sadece başımı salladım ama içimde bir şey düğümlendi. Midem kasıldı. Aklımdan geçen tek şey: "Eğer yanlış tipse ve takarsam… yaşlı adamın işi biter." Şansa bırakamam.
Alda, filtre kutusunun kapağını açarken kalemimi çıkardım. Not defterinin kenarına küçük başlıklar halinde yazmaya başladım:
• Filtre: E-serisi, AL-4 anahtarıyla çıkar.
• 6-B: 14 mikron regülatör. 7-C’ye takılmaz.
• Sensör adaptörü: Kalibrasyon tarihi 1 ay geçerli.
• Prosedür: Güç kesilir – yan vida gevşetilir – filtre çıkar – adaptör klipslenir – tık sesi – 3/4 tur sık – güç ver.
Yazarken Alda’nın söylediklerini arkaplanda dinliyordum. Ne dediğinin çoğunu zihnim otomatik yazıya çevirdi. Bu işi doğru yapmalıydım.
Kutuyu elime aldım. Filtrenin soğuk yüzeyi hemen tenime yapıştı. Anahtarı cebime koyarken göz ucuyla Alda'nın baktığı yönü fark ettim. Uzak köşedeki eski bir pervaneye bakıyordu.
Ben de döndüm, baktım. Sıradan bir vantilatör. Ama Alda’nın bakışı sıradan değildi. Gitmeye hazırlanırken onun ağzından tuhaf bir cümle döküldü.
Geçmişle ilgili garip bir şey sordu. “İnsan geçmişini unuttuğunda özgür mü olur, yoksa savrulur mu?” gibi bir şeydi.
Kulağıma vurdu bu soru. Ve nedense... görüntü bir anda bulanıklaştı. Nefesim değişti. Göğsümde bir sıkışma hissettim. Alda’nın yüzü sarı ışığın altında erirken karanlık bir figür gördüm. Koridorun ucunda duruyordu. Şapkası gözlerini gölgeliyordu ama elleri çok uzundu. Parmakları yerde sürünüyormuş gibi.
Nefesim sıklaştı. İçim ürperdi. Terlediğimi fark ettim.
Gözlerimi kırptım. Görüntü dağıldı. Geri döndüğümde Alda karşımdaydı. Bekliyordu.
Kısa süreli bir şok geçirdim. Hayal mi görmeye başlamıştım? Hayal mi görmeye başladım?... Nefes alış verişlerim hızlandı. Terlemeye başlamıştım. Belki de rengim solmuştu.
Kısa ve net konuştum. “Ben labirentten değilim. O yüzden o tür böyle sorulara merak duymuyorum. Yine de bence savrulur. Neyse. Alda Hanım, açıkçası filtrenin 7-C olma ihtimali var, bilmiyormuş gibi gözükmek istemediğimden dolayı başta sustum, ancak o kadar yol gidip bir de yanlış filtreyi aldığımı öğrenirsem hoş olmaz. Bu yüzden doğru filtreyi almak zorundayım. Belki 7-C’ydi. Hatırlamıyorum. Bu yüzden lütfen 7-C uyumlu filtreyi de verir misiniz. Kullanılmayanı iade ederim. Bugün zamanım kalırsa, olmazsa yarın getiririm.”
Sonra trabzandan aşağı bakarken tedirgin bir şekilde, Alda'nın da duyabileceği şekilde mırıldanarak “Sanırım labirent bana iyi gelmedi. Kendimi kötü hissediyorum. Çabucak çıkmak istiyorum buradan.”
İşkolik polis memuru.

► Show Spoiler
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#14Alda, iki filtre birden istemeni duyunca sol kaşını kaldırıyor, yüzündeki yağ izleri kurumuş toz gibi çatlıyor. Kutuyu kapatıp metal mandalına bastırarak kilitlerken "Kriz zamanlarında yedek talep etmek depo politikamıza ters düşer." diyor soğuk bir ağızla. Ardından iç çekip tonunu yumuşatıyor. "Ama raporda hastanın yaşam desteği tek cihaz ibaresi var… Pekala, yeşil kartlı temin formunu imzalarsın, kullanılmayan parçayı yirmi dört saat içinde iade edersin." Telsizini omzundan çözüp mor renkteki rozetini gösteriyor, ışık altında leylak yerine koyu bordoya bürünüyor. "Boşuna savrulma, Dudshuf. Labirent seni yutar." diye ekliyor, yarı şaka, yarı uyarı. İmza terminaline hızlıca parmağını bastırdığında duyduğun bipleme sesi, kulak zarında minik bir çatlak hissi bırakıyor. Alda anahtar setiyle beraber ikinci kutuyu da eline tutuşturup seni merdiven başına kadar uğurluyor. Merdivenden inerken en alt basamakta kısa bir baş dönmesi daha: uzak bir rıhtım sireninin çınlamasını andıran ince bir vızıltı ve perçinli çelik kirişte yine o uzun şapkalı gölge, bu sefer başının ucundaki tavana kıhlayıp kayboluyor, gözlerini kırptığında yerinde sadece yağ lekesi.
Depo çıkış turnikeleri, akşam ışığının portakal rengini içeri buyur ediyor, gökyüzü, metalik gri fabrika bacaları arasında yanmış şeker turuncu-sarı şeritlere bölünmüş. Ana arter boyunca yürürken lojistik araçlarının egzozuyla karışan sıcak asfalt kokusu çoğu insana mide kaldırıcı gelirken sende tuhaf bir rahatlama yaratıyor, Tihami’nin motor yağını andırıyor, dedenin eski balıkçı teknesinin kokusunu. Köşeyi döndüğünde üniforma mavisi bir kalabalığa rastlıyorsun; aralarında kısık kahkahalar, kabarık sandviç poşetlerinin hışırdaması. İçlerinden biri, genç, kesik yaka gömleği ütüsüz, ama kemerinde parlak yeni rozet, kolunu havaya savurarak "Hop, Zengu!" diye sesleniyor. Bu, birkaç hafta önce acil atış poligonunda tanıştığın devriye memuru Rakit Jorva, iki yanındaki arkadaşları da yeni turlardan. Rakit hızlı adımlarla yanına gelip dirseğini dostça böğrüne sürtüyor. "Analitik birim kafanı şişiriyordur, tekerleri boşaltmak lazım! Bu akşam Bakır Lale’de ufak bir devriye partisi var, biramız ev yapımı, sahneden jazz çalacaklar, ilk tur bendensin." Çevresindekiler gülüşüyor, semafor ışığı yansımasında rozetlerindeki camımsı yüzeyler yıldızlanıyor. "Biz on gibi oradayız, gelmezsen kaçarı yok yarın sabah karakolda nazar boncuğu gibi asarız seni ha." diye takılıyor.
Cevap vermeden önce flakon kutusu ile anahtar setini çantana sığdırmaya uğraşıyorsun. Boynun titrek, Rakit’in muzipliği gerçeklikle kabusun arasında fil dişi bir köprü gibi sallanıyor. Memurlar seni tezahüratlarla geride bırakıyor. "Bakır Lale, on!" nidası rüzgârda tül gibi yırtılıyor.
Daha batık mahallelerden geçip Ahududu Sokağı’na vardığında hava kararalı çok olmamış, cılız sokak lambaları, mor salkımların gölgelerini çatlaktan çıplak tuğlaların üstüne örecek kadar ışık veriyor. 14A’nın rüzgar türbini bu saatte de tıkır tıkır, kapı ziline dokunduğunda içeriden baston tokmaklarının zemin dövmesi duyuluyor. Kapı aralanır aralanmaz Tihari’nin buruşuk yüzü karşına çıkıyor, bu kez oksijen hortumu burun deliklerinde, kablosu koltuğunun arkasında gerilmiş. Gözleri filtre kutusuna kayıyor, kaşları nihayet dercesine birleşiyor. "Yarım gün sürdü." diye hırlıyor. "Öksürüyordum, duyabildin mi dışarıdan?" Hemen ardından, halsizce bastonunu kenara dayayıp "Bakıp tak, sonra defol, miskinliğim kabardı." diye ekliyor.
Salonun karanlığına yeniden girerken ilk iş akımı kesiyorsun, cihazın iç fanı homurtuyla duruyor. Yan vidayı gevşetirken metal sıcak, terli avuçlarında kayıyor. Filtre yuvası, kararmış eski contanın kalıntılarıyla dolu, AL-4’ü yerleştirip üç çeyrek tur sıktığında içten ince bir klik duyuluyor. O an ekrandaki bar önce sarıya, sonra sabit yeşile dönüyor, prosedür kusursuz. Tihari’nin boğazından çıkan uzun, ıslak bir soluk, yeni filtreden çekilen ilk derin nefes, göğsü yükselip alçalırken "Regülatör sesi müzik gibi." diye mırıldanıyor, ama teşekkür yerine dudaklarından kuru bir alaylı nefret kayıyor. Sen yedek 7-C’yi çantana geri koyunca gözleri kısılıyor. "Ne o, fazlalık mı? İsraf haramdır, memur. Yarın iade edeceksen et, yoksa cebine attığın her şeyin kaydı bende tutulur."
Evrakları çıkartıp cihazın seri numarasını formuna geçiriyorsun, Tihari ilaç blisterlerini çalkalayarak "Programıma uy, sabah sekizde levodopa, öğlen entakapon, akşam da şu lanetli damla." diye geveliyor. Ardından ellerini dizlerinde birleştirip seni baştan ayağa süzüyor. "Şimdi topukla. Dışarıda ne halt edeceksen et. Ben uyuklarım. İki, üç saat idare ederim, gene de çok uzaklaşma."
Evin paspasını aşıp kapıyı arkanından çektiğinde gece serinliği üzerine çöküyor, sokağın köşesinde Bakır Lale'nin yuvarlak tabelasına asılmış bakır lale çiçeği, turuncu neondan dökülen ışıkla gül rengine bürünmüş, dalgalanıyor. İçeriden kontrbas vuruşları, kapı aralıklarından fokurdayan sohbet tıslaması yükseliyor. Çantanda yedek filtre, cebinde AL-4, çivit mavisi gökyüzünde şehir ışıkları, şapkası gölgeli bir hayaletin varlığını hatırlatırcasına ışık lekeleri bırakıyor.
Ayakların taş parke üzerinde tereddütle duruyor. Eski devriyeyle birlikte barın kapısından içeri girip bugünü dumanlı bir bira köpüğünde boğacak mısın, yoksa parçayı iade etmeye erkenden mi gideceksin?
Depo çıkış turnikeleri, akşam ışığının portakal rengini içeri buyur ediyor, gökyüzü, metalik gri fabrika bacaları arasında yanmış şeker turuncu-sarı şeritlere bölünmüş. Ana arter boyunca yürürken lojistik araçlarının egzozuyla karışan sıcak asfalt kokusu çoğu insana mide kaldırıcı gelirken sende tuhaf bir rahatlama yaratıyor, Tihami’nin motor yağını andırıyor, dedenin eski balıkçı teknesinin kokusunu. Köşeyi döndüğünde üniforma mavisi bir kalabalığa rastlıyorsun; aralarında kısık kahkahalar, kabarık sandviç poşetlerinin hışırdaması. İçlerinden biri, genç, kesik yaka gömleği ütüsüz, ama kemerinde parlak yeni rozet, kolunu havaya savurarak "Hop, Zengu!" diye sesleniyor. Bu, birkaç hafta önce acil atış poligonunda tanıştığın devriye memuru Rakit Jorva, iki yanındaki arkadaşları da yeni turlardan. Rakit hızlı adımlarla yanına gelip dirseğini dostça böğrüne sürtüyor. "Analitik birim kafanı şişiriyordur, tekerleri boşaltmak lazım! Bu akşam Bakır Lale’de ufak bir devriye partisi var, biramız ev yapımı, sahneden jazz çalacaklar, ilk tur bendensin." Çevresindekiler gülüşüyor, semafor ışığı yansımasında rozetlerindeki camımsı yüzeyler yıldızlanıyor. "Biz on gibi oradayız, gelmezsen kaçarı yok yarın sabah karakolda nazar boncuğu gibi asarız seni ha." diye takılıyor.
Cevap vermeden önce flakon kutusu ile anahtar setini çantana sığdırmaya uğraşıyorsun. Boynun titrek, Rakit’in muzipliği gerçeklikle kabusun arasında fil dişi bir köprü gibi sallanıyor. Memurlar seni tezahüratlarla geride bırakıyor. "Bakır Lale, on!" nidası rüzgârda tül gibi yırtılıyor.
Daha batık mahallelerden geçip Ahududu Sokağı’na vardığında hava kararalı çok olmamış, cılız sokak lambaları, mor salkımların gölgelerini çatlaktan çıplak tuğlaların üstüne örecek kadar ışık veriyor. 14A’nın rüzgar türbini bu saatte de tıkır tıkır, kapı ziline dokunduğunda içeriden baston tokmaklarının zemin dövmesi duyuluyor. Kapı aralanır aralanmaz Tihari’nin buruşuk yüzü karşına çıkıyor, bu kez oksijen hortumu burun deliklerinde, kablosu koltuğunun arkasında gerilmiş. Gözleri filtre kutusuna kayıyor, kaşları nihayet dercesine birleşiyor. "Yarım gün sürdü." diye hırlıyor. "Öksürüyordum, duyabildin mi dışarıdan?" Hemen ardından, halsizce bastonunu kenara dayayıp "Bakıp tak, sonra defol, miskinliğim kabardı." diye ekliyor.
Salonun karanlığına yeniden girerken ilk iş akımı kesiyorsun, cihazın iç fanı homurtuyla duruyor. Yan vidayı gevşetirken metal sıcak, terli avuçlarında kayıyor. Filtre yuvası, kararmış eski contanın kalıntılarıyla dolu, AL-4’ü yerleştirip üç çeyrek tur sıktığında içten ince bir klik duyuluyor. O an ekrandaki bar önce sarıya, sonra sabit yeşile dönüyor, prosedür kusursuz. Tihari’nin boğazından çıkan uzun, ıslak bir soluk, yeni filtreden çekilen ilk derin nefes, göğsü yükselip alçalırken "Regülatör sesi müzik gibi." diye mırıldanıyor, ama teşekkür yerine dudaklarından kuru bir alaylı nefret kayıyor. Sen yedek 7-C’yi çantana geri koyunca gözleri kısılıyor. "Ne o, fazlalık mı? İsraf haramdır, memur. Yarın iade edeceksen et, yoksa cebine attığın her şeyin kaydı bende tutulur."
Evrakları çıkartıp cihazın seri numarasını formuna geçiriyorsun, Tihari ilaç blisterlerini çalkalayarak "Programıma uy, sabah sekizde levodopa, öğlen entakapon, akşam da şu lanetli damla." diye geveliyor. Ardından ellerini dizlerinde birleştirip seni baştan ayağa süzüyor. "Şimdi topukla. Dışarıda ne halt edeceksen et. Ben uyuklarım. İki, üç saat idare ederim, gene de çok uzaklaşma."
Evin paspasını aşıp kapıyı arkanından çektiğinde gece serinliği üzerine çöküyor, sokağın köşesinde Bakır Lale'nin yuvarlak tabelasına asılmış bakır lale çiçeği, turuncu neondan dökülen ışıkla gül rengine bürünmüş, dalgalanıyor. İçeriden kontrbas vuruşları, kapı aralıklarından fokurdayan sohbet tıslaması yükseliyor. Çantanda yedek filtre, cebinde AL-4, çivit mavisi gökyüzünde şehir ışıkları, şapkası gölgeli bir hayaletin varlığını hatırlatırcasına ışık lekeleri bırakıyor.
Ayakların taş parke üzerinde tereddütle duruyor. Eski devriyeyle birlikte barın kapısından içeri girip bugünü dumanlı bir bira köpüğünde boğacak mısın, yoksa parçayı iade etmeye erkenden mi gideceksin?
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#15İki filtreyi birden verirken Alda’ya başımla teşekkür ettim. “Yedek için ayrıca teşekkür ederim.” dedim kısa ve resmi bir şekilde. Sonra toparlanıp kutuları çantama yerleştirdim, AL-4 setini de sabitledim. Resmi tonumu bozmadan ekledim: “Filtre ile alakalı formu dolduracağım. İyi çalışmalar.”
Merdiveni sessizce indim. Labirentin içindeki sesler arkamda kalırken göğsüm biraz daha genişledi. Dışarı çıkınca yüzüme çarpan hafif rüzgarla birlikte, üzerime çöken baskı da biraz seyreldi.
Tam rahatlayacakken, köşede tanıdık bir ses: Rakit. Hızla yanıma geldi, kolunu böğrüme sürttü. Kalabalığın enerjisi ile tezat oluşturan sessizliğimi kısa bir selamla böldüm.
“Memur Jorva,” dedim, nötr bir ifadeyle başımı eğerek. “Nazik davetiniz için teşekkür ederim.”
Jazz kısmı dikkatimi çekmişti ama araya sıkıştırdım:
“Çay servisleri varsa değerlendiririm. Ancak içki bana göre değil. Ayrıca…”
Çantama hafifçe vurup, “Yedek parçayı iade etmem gerekiyor. İki-üç saat sürebilir, zamanlama net değil.” Cümlelerim nedense robotmuşum gibi çıkmıştı.
Beni zorlamasını istemediğim için göz temasını kısa tuttum. “Bir aksilik olmazsa belki uğrarım. Teşekkürler.” dedim, yürümeye devam ettim.
Ahududu Sokağı’na vardığımda cihazın kutusunu çantadan çıkardım. Daireye girip prosedürü uyguladım. Tüm basamaklar sorunsuzdu. Filtre oturdu, ekran yeşile döndü. Yedek filtre hâlâ çantamdaydı.
Tihari konuştu, eleştirdi, ama karşılık vermedim. Açıkçası sinirlenmemiştim bile. Yaşlılar söylenir, bunda tuhaf bir şey yok...
İsrafla ilgili homurdanınca sadece şöyle dedim:
“Yarın değil, bugün teslim edeceğim.”
Formu doldururken cihazın seri numarasını dikkatlice geçtim. Deftere şunları da ekledim:
Kafamdan geçirdim:
Eğer iki-üç saate bu parçayı bırakıp dönebileceksem, şimdi teslim etmeye gideceğim. Yaşlı adam “iki-üç saat idare ederim” demişti. Dönüşte vaktim kalırsa uğrayabilirdim belki.
Ancak bu iş daha uzun sürecekse, filtreyi sabah götürüp şimdi kısa bir mola vereceğim. Sadece içeri girip jazz eşliğinde bir çay içmek için. Ne sosyalleşmek, ne alkol… sadece çay.
Eğer çay yoksa… Buradan çıkarım.
Merdiveni sessizce indim. Labirentin içindeki sesler arkamda kalırken göğsüm biraz daha genişledi. Dışarı çıkınca yüzüme çarpan hafif rüzgarla birlikte, üzerime çöken baskı da biraz seyreldi.
Tam rahatlayacakken, köşede tanıdık bir ses: Rakit. Hızla yanıma geldi, kolunu böğrüme sürttü. Kalabalığın enerjisi ile tezat oluşturan sessizliğimi kısa bir selamla böldüm.
“Memur Jorva,” dedim, nötr bir ifadeyle başımı eğerek. “Nazik davetiniz için teşekkür ederim.”
Jazz kısmı dikkatimi çekmişti ama araya sıkıştırdım:
“Çay servisleri varsa değerlendiririm. Ancak içki bana göre değil. Ayrıca…”
Çantama hafifçe vurup, “Yedek parçayı iade etmem gerekiyor. İki-üç saat sürebilir, zamanlama net değil.” Cümlelerim nedense robotmuşum gibi çıkmıştı.
Beni zorlamasını istemediğim için göz temasını kısa tuttum. “Bir aksilik olmazsa belki uğrarım. Teşekkürler.” dedim, yürümeye devam ettim.
Ahududu Sokağı’na vardığımda cihazın kutusunu çantadan çıkardım. Daireye girip prosedürü uyguladım. Tüm basamaklar sorunsuzdu. Filtre oturdu, ekran yeşile döndü. Yedek filtre hâlâ çantamdaydı.
Tihari konuştu, eleştirdi, ama karşılık vermedim. Açıkçası sinirlenmemiştim bile. Yaşlılar söylenir, bunda tuhaf bir şey yok...
İsrafla ilgili homurdanınca sadece şöyle dedim:
“Yarın değil, bugün teslim edeceğim.”
Formu doldururken cihazın seri numarasını dikkatlice geçtim. Deftere şunları da ekledim:
Çıkarken kapıyı sessizce çektim. Gece serinliği üzerime doldu. Bakır Lale’nin tabelası dönerken içeriye bir göz attım. Jazz sahnesi kuruluydu. Bir süre durdum. Elimi çantama attım, yedek filtre hâlâ yerindeydi.• Kullanılan filtre: E-serisi, 6-B, regülatör 14 mikron.
• Kalibrasyon geçerlilik süresi: 1 ay.
• Cihaz SN: 431-AVD-Tihari.
Kafamdan geçirdim:
Eğer iki-üç saate bu parçayı bırakıp dönebileceksem, şimdi teslim etmeye gideceğim. Yaşlı adam “iki-üç saat idare ederim” demişti. Dönüşte vaktim kalırsa uğrayabilirdim belki.
Ancak bu iş daha uzun sürecekse, filtreyi sabah götürüp şimdi kısa bir mola vereceğim. Sadece içeri girip jazz eşliğinde bir çay içmek için. Ne sosyalleşmek, ne alkol… sadece çay.
Eğer çay yoksa… Buradan çıkarım.
İşkolik polis memuru.

► Show Spoiler
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#16Bakır Lale’nin ahşap kapısı açılır açılmaz loş bir sıcaklık seni sarıyor, içerideki hava, terlemiş pirinç avizelerden sızan bal rengi ışıkla harmanlanmış eski meşe varil kokusunu taşıyor. Girişteki minik sahnede kontrbasçı telleri parmaklarıyla yoklarken saksofoncu uzun notalarını ısıtıyor, henüz set başlamamış ama titreşen bekleyiş, bir gömleğin içinde kabaran nefes gibi barın duvarlarına çarpıp geri sekiyor. Çantayı omzundan indirip tezgâha yaklaştığında, beyaz önlükle boyundan büyük bakır çaydanlık taşıyan işletmeci gür sesle atılıyor.
"Çay mı dedin? OLMAZ MI AMUĞA OYİM!"
Sanki bu cümleyle bütün dükkanın ritmini ayarlıyor. Göz kırpıp müzik sesini hafifçe kısıyor, ardından iri elleriyle seni sahneye yakın küçük, yuvarlak bir masaya buyur ediyor. "Jazz’ı en iyi buradan dinlersin. Ne şeker ne limon, sade mi?" diye soruyor, tek kaşını kaldırınca başını sallamak yetiyor. Dakikalar içinde narçiçeği rengi bir ince bellî bardak masaya konuyor, çaydan yükselen buhar, sahne ışıklarına karışıp ince duman şeritleri çiziyor. İlk yudumda Alda’nın pas kokulu labirenti dilinden silinip gidiyor, geriye kızılcık ekşisiyle dengelenmiş tok bir kehribar tadı kalıyor.
Etrafında renkli şeritler gibi dağılmış müşteriler var. Bir masada az önce vardiyası bitmiş hemşireler, üstlerindeki hastane kartlarını hala çıkaramamış, diğerinde, lacivert paltolu bir çift eski bir tango plağının ritmine kafa sallıyor. Sahne ışığının tam çaprazında Rakit Jorva’yı fark ediyorsun, jazz henüz başlamadan sahnenin perdesi arkasında hoparlör standına yaslanmış, dudaklarına yanağını bastıran, kısa saçlı bir bar şarkıcısıyla hararetli bir öpüşme içinde. Omzundaki rozet tam öpücüğün ortasında ışık yakalayıp ayna gibi parlıyor. Rakit, arada bir göz ucuyla masaları kolaçan ediyor ama seni görmüyor.
İkinci yudumu aldığın sırada sandalyen hafifçe sarsılıyor, yanına bir tabure çekiliyor. Asil duruşlu, kemikli yüzlü bir adam, kırlaşmış sakalı boynuna kadar inmiş, burun kemiği hafif kavisli, elindeki uzun gövdeli kristal kadehten koyu bordo şarap döndürerek oturuyor. Üstünde keten gömlek, yakası yarı ilikli, ince bileklerinde damarlı bir hırsız çevikliği var. Kaşlarının ardında süzülen bakışın ilk cümlesi alay kokuyor.
"Hayatım, çay mı?" diyor, dudaklarının kenarı buhar gibi bir gülüşle kıvrılıyor. "Benimle dalga mı geçiyorsun?" Şarabından küçük bir yudum alıp kristal bardağı masaya yavaşça bırakıyor, parmak uçları kadehin ayağına hafifçe vurduğunda ince bir çınlama çıkıyor. Sonra gözlerini seninkilere dikiyor, bakış keskin, ama içinde garip bir merhamet titreşimi gizli. "Polissin galiba." diye ekliyor, arada dudak kenarındaki çizgi derinleşiyor. "Nasıl geçiyor, zor mu memurluk? Üstündeki yük gerçekte çantandaki o metal parçalardan daha ağır olmalı."
Boş taburesini arkaya itmek için hamle yapıyorsun ama adam hafifçe öne eğilip mesafeyi yeniden daraltıyor, kendinden emin, gitmek niyetinde değil. Jazz triosu tam o an ilk notaya vuruyor. Barın ışıkları biraz kararıyor, sahne önündeki loşlukta, Jorva öpüşmesine ara verip elindeki bira bardağını havaya kaldırarak sana göz kırpıyor.
Adamın kadehindeki şarap kristal duvarlarda titreşen saksafon uğultusuna minik kırmızı dalgalar bırakıyor. Gülümsüyor, sorusunun cevabını, ya da belki başka bir soruyu bekliyor. Yan masalarda kahkahalar, çay bardaklarının ince çınlamaları, bakır çaydanlıkların fokurtusu, hepsi tek bir uğultuya karışıyor.
"Çay mı dedin? OLMAZ MI AMUĞA OYİM!"
Sanki bu cümleyle bütün dükkanın ritmini ayarlıyor. Göz kırpıp müzik sesini hafifçe kısıyor, ardından iri elleriyle seni sahneye yakın küçük, yuvarlak bir masaya buyur ediyor. "Jazz’ı en iyi buradan dinlersin. Ne şeker ne limon, sade mi?" diye soruyor, tek kaşını kaldırınca başını sallamak yetiyor. Dakikalar içinde narçiçeği rengi bir ince bellî bardak masaya konuyor, çaydan yükselen buhar, sahne ışıklarına karışıp ince duman şeritleri çiziyor. İlk yudumda Alda’nın pas kokulu labirenti dilinden silinip gidiyor, geriye kızılcık ekşisiyle dengelenmiş tok bir kehribar tadı kalıyor.
Etrafında renkli şeritler gibi dağılmış müşteriler var. Bir masada az önce vardiyası bitmiş hemşireler, üstlerindeki hastane kartlarını hala çıkaramamış, diğerinde, lacivert paltolu bir çift eski bir tango plağının ritmine kafa sallıyor. Sahne ışığının tam çaprazında Rakit Jorva’yı fark ediyorsun, jazz henüz başlamadan sahnenin perdesi arkasında hoparlör standına yaslanmış, dudaklarına yanağını bastıran, kısa saçlı bir bar şarkıcısıyla hararetli bir öpüşme içinde. Omzundaki rozet tam öpücüğün ortasında ışık yakalayıp ayna gibi parlıyor. Rakit, arada bir göz ucuyla masaları kolaçan ediyor ama seni görmüyor.
İkinci yudumu aldığın sırada sandalyen hafifçe sarsılıyor, yanına bir tabure çekiliyor. Asil duruşlu, kemikli yüzlü bir adam, kırlaşmış sakalı boynuna kadar inmiş, burun kemiği hafif kavisli, elindeki uzun gövdeli kristal kadehten koyu bordo şarap döndürerek oturuyor. Üstünde keten gömlek, yakası yarı ilikli, ince bileklerinde damarlı bir hırsız çevikliği var. Kaşlarının ardında süzülen bakışın ilk cümlesi alay kokuyor.
"Hayatım, çay mı?" diyor, dudaklarının kenarı buhar gibi bir gülüşle kıvrılıyor. "Benimle dalga mı geçiyorsun?" Şarabından küçük bir yudum alıp kristal bardağı masaya yavaşça bırakıyor, parmak uçları kadehin ayağına hafifçe vurduğunda ince bir çınlama çıkıyor. Sonra gözlerini seninkilere dikiyor, bakış keskin, ama içinde garip bir merhamet titreşimi gizli. "Polissin galiba." diye ekliyor, arada dudak kenarındaki çizgi derinleşiyor. "Nasıl geçiyor, zor mu memurluk? Üstündeki yük gerçekte çantandaki o metal parçalardan daha ağır olmalı."
Boş taburesini arkaya itmek için hamle yapıyorsun ama adam hafifçe öne eğilip mesafeyi yeniden daraltıyor, kendinden emin, gitmek niyetinde değil. Jazz triosu tam o an ilk notaya vuruyor. Barın ışıkları biraz kararıyor, sahne önündeki loşlukta, Jorva öpüşmesine ara verip elindeki bira bardağını havaya kaldırarak sana göz kırpıyor.
Adamın kadehindeki şarap kristal duvarlarda titreşen saksafon uğultusuna minik kırmızı dalgalar bırakıyor. Gülümsüyor, sorusunun cevabını, ya da belki başka bir soruyu bekliyor. Yan masalarda kahkahalar, çay bardaklarının ince çınlamaları, bakır çaydanlıkların fokurtusu, hepsi tek bir uğultuya karışıyor.
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#17Bakır Lale’nin kapısından içeri adım attığımda, içerideki hava dışarıdan daha yoğundu. Eski ahşap zeminden yükselen reçine kokusu, barın köşelerine sinmiş yıllanmış meşe aromasıyla birleşmişti. Sıcak, ağır, ama boğucu değil. Loş ışık, içeri girer girmez göz kapaklarımı yarıya indirmemi sağladı. Çevreyi tararken içimde sessiz bir hesap başladı: masalar, çıkışlar, kör noktalar.
Sahnedeki kontrbasçının tellerle kurduğu ilk temas ve saksofonun henüz içe çekilmiş notaları hoştu. Uygun bir çay varsa birkaç dakika oturmak için ideal bir yerdi burası. Ta ki barmen konuşana kadar.
"Çay mı dedin? OLMAZ MI AMUĞA OYİM!"
Sesin tonu, kelime seçimi, mekânın estetiğiyle taban tabana zıttı. Yine de reddetmediği için şikâyet etmedim. Başımı hafifçe eğerek onayladım. Bardak geldiğinde, narçiçeği rengi çayda yavaşça yükselen buharı izledim. Parmaklarım bardağın ince camına temas ettiğinde, sıcaklık tenime yayılırken zihnimdeki stres biraz gevşedi.
İlk yudumu aldım. Çay, gereksiz hiçbir tat taşımıyordu. Ne limon, ne şeker, ne baharat. Sadeydi. Aynı ben gibi. Bardağı küçük hareketlerle tekrar tabağa yerleştirirken, elimin açısını ve dönüşünü düz, zarif ve yavaş hareketlerle sürdürdüm. Adımlarımda her zaman bir etik vardı; çay içerken bile.
Bakışlarım sahneye doğru kaydı. Jorva’yı fark ettiğimde, sahne perdesi arkasında bir kadınla öpüşüyordu. Her hareketleri abartılıydı. Ama bir rahatsızlık duymadım. Üniversitedeki psikoloji derslerinde anlatılarda incelediğimiz sosyal temas deneylerine benziyordu. Gözlemlemek daha kolaydı; onun beni görmemesi de işimi kolaylaştırıyordu. Fark edilmeden izlemek çoğu zaman tercih ettiğim pozisyondu zaten.
Derken sandalyem hafifçe sarsıldı. Yanıma bir tabure çekildi. Oturan kişi, sıradan biri değildi. Keten gömleği, kristal şarap kadehi, yüzündeki ifadeyle mekânın geri kalanından kopuktu. Gözleri dikkatliydi, dudaklarındaki ifade sinsice değil ama fazlasıyla rahat.
Çantamı otomatik bir refleksle kucağıma çektim. Ellerimi, çayın altındaki tabakta sabitledim. İçgüdülerim çalışmaya başladı. Parmak eklemlerine, bilek kemiklerine baktım. Hırsızlıkla ilgili adli bilimlerde karşıma çıkan bilek yapısını andırıyordu; ince, uzun, çevik. Net bir kanıt değil elbette ama göz ardı edilemez.
Adam laf attı. Hafif alaylı, dostane görünmeye çalışıyor. Cümleleri uzattıkça içimdeki boğum sıkıştı. Onunla konuşmak istemiyordum. Müzik başlamıştı ama melodinin beni çekmesine izin vermedim.
Bardağımdaki çayın sonuna daha gelmemiştim ama içimdeki huzur çoktan kırılmıştı.
"Affedersiniz. Müsaadenizle." dedim net ve kısa bir sesle.
Tabureyi gıcırdatarak geriye ittim, çayın yanına fiyatın üstünde para koyup ayağa kalktım. Ve doğruca çıkışa yöneldim. Rakit’in bana uzaktan kadeh kaldırışını görmedim, görmüş olsam da muhtemelen tepki vermezdim. Bu ortam, düşündüğüm kadar sade değildi. Burada çay içmek bir hataydı. Bir kez daha karakolda Tihami usulü demlenmiş çayı içmediğime pişman oldum. Hatta keyfimin kursağımda kalması sebebiyle sanki boğazım düğümlendi. Bir an önce bardan çıkıp Labirent'e doğru yol almak istiyordum.
Sahnedeki kontrbasçının tellerle kurduğu ilk temas ve saksofonun henüz içe çekilmiş notaları hoştu. Uygun bir çay varsa birkaç dakika oturmak için ideal bir yerdi burası. Ta ki barmen konuşana kadar.
"Çay mı dedin? OLMAZ MI AMUĞA OYİM!"
Sesin tonu, kelime seçimi, mekânın estetiğiyle taban tabana zıttı. Yine de reddetmediği için şikâyet etmedim. Başımı hafifçe eğerek onayladım. Bardak geldiğinde, narçiçeği rengi çayda yavaşça yükselen buharı izledim. Parmaklarım bardağın ince camına temas ettiğinde, sıcaklık tenime yayılırken zihnimdeki stres biraz gevşedi.
İlk yudumu aldım. Çay, gereksiz hiçbir tat taşımıyordu. Ne limon, ne şeker, ne baharat. Sadeydi. Aynı ben gibi. Bardağı küçük hareketlerle tekrar tabağa yerleştirirken, elimin açısını ve dönüşünü düz, zarif ve yavaş hareketlerle sürdürdüm. Adımlarımda her zaman bir etik vardı; çay içerken bile.
Bakışlarım sahneye doğru kaydı. Jorva’yı fark ettiğimde, sahne perdesi arkasında bir kadınla öpüşüyordu. Her hareketleri abartılıydı. Ama bir rahatsızlık duymadım. Üniversitedeki psikoloji derslerinde anlatılarda incelediğimiz sosyal temas deneylerine benziyordu. Gözlemlemek daha kolaydı; onun beni görmemesi de işimi kolaylaştırıyordu. Fark edilmeden izlemek çoğu zaman tercih ettiğim pozisyondu zaten.
Derken sandalyem hafifçe sarsıldı. Yanıma bir tabure çekildi. Oturan kişi, sıradan biri değildi. Keten gömleği, kristal şarap kadehi, yüzündeki ifadeyle mekânın geri kalanından kopuktu. Gözleri dikkatliydi, dudaklarındaki ifade sinsice değil ama fazlasıyla rahat.
Çantamı otomatik bir refleksle kucağıma çektim. Ellerimi, çayın altındaki tabakta sabitledim. İçgüdülerim çalışmaya başladı. Parmak eklemlerine, bilek kemiklerine baktım. Hırsızlıkla ilgili adli bilimlerde karşıma çıkan bilek yapısını andırıyordu; ince, uzun, çevik. Net bir kanıt değil elbette ama göz ardı edilemez.
Adam laf attı. Hafif alaylı, dostane görünmeye çalışıyor. Cümleleri uzattıkça içimdeki boğum sıkıştı. Onunla konuşmak istemiyordum. Müzik başlamıştı ama melodinin beni çekmesine izin vermedim.
Bardağımdaki çayın sonuna daha gelmemiştim ama içimdeki huzur çoktan kırılmıştı.
"Affedersiniz. Müsaadenizle." dedim net ve kısa bir sesle.
Tabureyi gıcırdatarak geriye ittim, çayın yanına fiyatın üstünde para koyup ayağa kalktım. Ve doğruca çıkışa yöneldim. Rakit’in bana uzaktan kadeh kaldırışını görmedim, görmüş olsam da muhtemelen tepki vermezdim. Bu ortam, düşündüğüm kadar sade değildi. Burada çay içmek bir hataydı. Bir kez daha karakolda Tihami usulü demlenmiş çayı içmediğime pişman oldum. Hatta keyfimin kursağımda kalması sebebiyle sanki boğazım düğümlendi. Bir an önce bardan çıkıp Labirent'e doğru yol almak istiyordum.
İşkolik polis memuru.

► Show Spoiler
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#18Çayın buruk aroması hala damağında, Bakır Lale’nin buğulu kapısından çıktığın anda hava soğuk bir çivi gibi göğsüne saplanıyor. Jazz’ın bas titreşimleri arka fonda boğuklaşırken, sokağı aydınlatan tek lambanın solgun ışığı kaldırımdaki yağ birikintilerine titrek yansımalar düşürüyor. Ahududu Sokağı buradan iki blok ötede, kaldırımlar neredeyse ıssız, yalnızca uzakta, çöp tenekesi karıştıran bir kedi kapağı tıngırdatıyor. Adımların taş parke üzerinde düzenli, çantandaki yedek filtrenin ritmine eşlik eder gibi. Köşeyi döner dönmez, aralarında boşluk olan kırık döşeme taşları gıcırdarken bir an duraksıyorsun, arkandaki bar kapısı kapanalı on saniye olmuştur ama sessizlik sanki olması gerekenden daha ağır. Sonra tak… tak… tak… Özenle seçilmiş adımlar, kimi sivri ayakkabının topuk vuruşu gibi yankılanıyor. Seni izleyen biri mi, yoksa sadece akşamın yankısı mı, ayırt edemiyorsun; fakat nabzın karanlık duvarlara çarpıp geri dönüyor.
Bakışların omzunun üzerinden hızlıca süzülüyor, barın sarı neonundan saydam gölgeler dışında bir şey göremiyorsun. Yine de kulaklarında tüy dikeni gibi yükselen o adımlar, seni ay ışığından yoksun yan sokağa hızla yönlendiriyor. Sokak lambası burada bozuk, tek ışık, uzak duvarın üstüne konmuş paslı reklam panosunun titrek LED’lerinden geliyor. Asfaltın çatlaklarında ince buhar, eski buhar hattı sızıntısı gibi. O an arkadaki topuk sesleri belirginleşiyor, ritmini hızlandırmışlar. Bir adımın daha çınlamasıyla birlikte sinirlerin geriliyor, çantanı kayışından sıkıca kavrıyor, belki çatlak döşemenin kenarından koparacağın bir taş parçası veya bele sarılı baton… reflekslerin olasılıkları tarıyor. Dönüp açıkça bakmaya karar verdiğin anda bir gölge sütunsu duvar payandalardan birinin dibine uzanıyor, barda çayı küçümseyen o keten gömlekli adam. Aranızda tam beş araba boyu var, yüzünü bar ışığında gördüğünden daha soğuk, daha sert bir ifadeyle yarı karanlıkta gülümsüyor.
"Adam gibi para kazanmak ister misin?" Ses tonu bir şaka gibi yükseliyor ama cümlenin ucu buz gibi soğuk. Elindeki şarap kadehi yok, yerine ceketinin içinde gizlediği bir şeyin ağırlığını sağ omzuna kaydırıyor. Adımlarını ağırlaştırmadan yaklaşmaya başlıyor, gölgesi senin gölgenle üst üste biniyor. Tam o an iki yandan, dar ara sokak girişlerinden, karanlıkta kaybolmuş yağmur oluklarının arasından iki takım elbiseli silüet çıkıyor. Ceketleri alabildiğine düzgün, elleri cebinde ama duruşları kaslı bir tel gerilimi taşıyor. Çıkışlarından sonra sokağın genişliği iyice daralıyor; adımların yankısı üçe bölünüp tersine dönüyor. Keten gömlekli adamla aranda hala on beş metre var. Duruşunu bozmadan başını hafif yana eğiyor. "Benimle konuşacak mısın, yoksa gidecek misin? Son kararını ver istersen." Konuşurken dudakları hafif kıpırdıyor ama gözleri kıpırtısız, karanlıkta sabitlenmiş iki yeşil nokta gibi parlıyor. Yan sokaklardan çıkan takım elbiseliler konumlarını koruyor, geri kaçış rotası tek lambanın altındaki dar boğaz, ama orası da gölge içinde eriyor. Gece sessiz, kararın ise çıkacak her sesi büyütecek.
Bakışların omzunun üzerinden hızlıca süzülüyor, barın sarı neonundan saydam gölgeler dışında bir şey göremiyorsun. Yine de kulaklarında tüy dikeni gibi yükselen o adımlar, seni ay ışığından yoksun yan sokağa hızla yönlendiriyor. Sokak lambası burada bozuk, tek ışık, uzak duvarın üstüne konmuş paslı reklam panosunun titrek LED’lerinden geliyor. Asfaltın çatlaklarında ince buhar, eski buhar hattı sızıntısı gibi. O an arkadaki topuk sesleri belirginleşiyor, ritmini hızlandırmışlar. Bir adımın daha çınlamasıyla birlikte sinirlerin geriliyor, çantanı kayışından sıkıca kavrıyor, belki çatlak döşemenin kenarından koparacağın bir taş parçası veya bele sarılı baton… reflekslerin olasılıkları tarıyor. Dönüp açıkça bakmaya karar verdiğin anda bir gölge sütunsu duvar payandalardan birinin dibine uzanıyor, barda çayı küçümseyen o keten gömlekli adam. Aranızda tam beş araba boyu var, yüzünü bar ışığında gördüğünden daha soğuk, daha sert bir ifadeyle yarı karanlıkta gülümsüyor.
"Adam gibi para kazanmak ister misin?" Ses tonu bir şaka gibi yükseliyor ama cümlenin ucu buz gibi soğuk. Elindeki şarap kadehi yok, yerine ceketinin içinde gizlediği bir şeyin ağırlığını sağ omzuna kaydırıyor. Adımlarını ağırlaştırmadan yaklaşmaya başlıyor, gölgesi senin gölgenle üst üste biniyor. Tam o an iki yandan, dar ara sokak girişlerinden, karanlıkta kaybolmuş yağmur oluklarının arasından iki takım elbiseli silüet çıkıyor. Ceketleri alabildiğine düzgün, elleri cebinde ama duruşları kaslı bir tel gerilimi taşıyor. Çıkışlarından sonra sokağın genişliği iyice daralıyor; adımların yankısı üçe bölünüp tersine dönüyor. Keten gömlekli adamla aranda hala on beş metre var. Duruşunu bozmadan başını hafif yana eğiyor. "Benimle konuşacak mısın, yoksa gidecek misin? Son kararını ver istersen." Konuşurken dudakları hafif kıpırdıyor ama gözleri kıpırtısız, karanlıkta sabitlenmiş iki yeşil nokta gibi parlıyor. Yan sokaklardan çıkan takım elbiseliler konumlarını koruyor, geri kaçış rotası tek lambanın altındaki dar boğaz, ama orası da gölge içinde eriyor. Gece sessiz, kararın ise çıkacak her sesi büyütecek.
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#19Sokak, bir anlığına sessizliğin altında ezildi. Adımlarım taş parkede sabit bir ritimle sürerken, benim adımlarımdan farklı tak… tak… tak… sesleri gelmeye başladı. Bir ritim bozulduysa, bir denklem de bozulmuştur. Ve denklemde başka bir bilinmeyen var demektir. Takip ediliyordum. Çantamı biraz daha sıkı kavradım. Sırtımı tam dönmeden, göz ucuyla baktım.
O adamdı.
Çayı küçümseyen, garip bakan, fazla rahat davranan adam. Ama şimdi rahat değildi. Karanlıkta yürürken gölgesi sanki üstüme düşüyordu. Şarap yoktu elinde; onun yerine ceketinin içinde biraz daha ağır görünüyordu. Yan sokaklardan çıkan iki takım elbiseli figür ise tabloyu tamamladı. Bu sadece tuhaf bir karşılaşma değildi. Bir denklem vardı artık önümde. Hedef, ben ya da çantam olabilir.
Nefesimi düz tuttum. Kendimi, durumu çözülmesi bir algoritma gibi düşünmeye yönlendirdim.
Tehdit tespiti ve çözüm bulma süreci.
"Ne dediğinizi tam anlayamadım," dedim, ses tonum netti ama tehditvari değildi. "Bana mı dediniz?"
Söz söylemek bazen alışveriştir. Bu tür durumlarda zaman satın alınır.
Göz ucuyla çevreyi taradım. Pencereler? Yangın merdiveni? Açık bir kapı? Başka bir sokak? Gözlerim konuştuğum her anı bir tarayıcı gibi kullandı.
Adam konuştuktan sonra,
"Kim para kazanmak istemez ki? Ancak bu teklifi neden bana yapıyorsunuz?" demiştim.
Cümlemi kuru bir merakla söyledim. Ciddi değildim. Sadece adamın yüzünde oluşacak kırışıklara, ses tonuna, etrafındaki adamların tepkilerine bakmak istiyordum.
Olasılıkları hesaplıyordum.
Üç hedef. Biri lider, ikisi destek. Zayıf halka hangisi?.. En azından yanından geçerken osteo kavrama ile yere sabitleyebileceğim biri olmalı.
"Ve Bu arkadaşlar da sizinle herhalde?" Diyerek yolu kapatan iki adama bakacaktım. Bu sırada onları da inceleyecektim. Yapıları ve çeviklikleri.. Nasıl bir izlenim veriyorlardı?
O adamdı.
Çayı küçümseyen, garip bakan, fazla rahat davranan adam. Ama şimdi rahat değildi. Karanlıkta yürürken gölgesi sanki üstüme düşüyordu. Şarap yoktu elinde; onun yerine ceketinin içinde biraz daha ağır görünüyordu. Yan sokaklardan çıkan iki takım elbiseli figür ise tabloyu tamamladı. Bu sadece tuhaf bir karşılaşma değildi. Bir denklem vardı artık önümde. Hedef, ben ya da çantam olabilir.
Nefesimi düz tuttum. Kendimi, durumu çözülmesi bir algoritma gibi düşünmeye yönlendirdim.
Tehdit tespiti ve çözüm bulma süreci.
"Ne dediğinizi tam anlayamadım," dedim, ses tonum netti ama tehditvari değildi. "Bana mı dediniz?"
Söz söylemek bazen alışveriştir. Bu tür durumlarda zaman satın alınır.
Göz ucuyla çevreyi taradım. Pencereler? Yangın merdiveni? Açık bir kapı? Başka bir sokak? Gözlerim konuştuğum her anı bir tarayıcı gibi kullandı.
Adam konuştuktan sonra,
"Kim para kazanmak istemez ki? Ancak bu teklifi neden bana yapıyorsunuz?" demiştim.
Cümlemi kuru bir merakla söyledim. Ciddi değildim. Sadece adamın yüzünde oluşacak kırışıklara, ses tonuna, etrafındaki adamların tepkilerine bakmak istiyordum.
Olasılıkları hesaplıyordum.
Üç hedef. Biri lider, ikisi destek. Zayıf halka hangisi?.. En azından yanından geçerken osteo kavrama ile yere sabitleyebileceğim biri olmalı.
"Ve Bu arkadaşlar da sizinle herhalde?" Diyerek yolu kapatan iki adama bakacaktım. Bu sırada onları da inceleyecektim. Yapıları ve çeviklikleri.. Nasıl bir izlenim veriyorlardı?
İşkolik polis memuru.

► Show Spoiler
Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be
#20Bir adım daha atsan iki yanındaki dar sokakların kıskacına iyice gireceksin, ihtiyatla geriye baktığında adam hala on beş metre geride, gölgeler arasından ilerliyor ama yürüyüşünde aceleden çok emniyet var. Sağ yanındaki takım elbiseli, omuz kesimleri iri, boyuna kadar düğmeli kaşmir ceketinin altından atletik omuz çizgisi belli oluyor. Solundaki öteki, daha ince uzun, bileği ceket manşetinden sarkan zayıf ama kemikli bir el geri dönüş hızının yüksek olacağını fısıldıyor, parmak kemiklerinin keskin çıkıntıları sokak lambasının solgun ışığına takılıp geçiyor. Lider konumundaki keten gömlekli ise hala ağır ağır yaklaşarak konuşmaya başlıyor, sesi bas frekansta bir rezonans gibi daracık sokakta yankılanıyor.
"Ne dediğimi gayet iyi anladın, memur." diyor, memur kelimesini lastik gibi uzatarak. "Polislik… saçma bir meslek. Başını yasaya gömüyorsun ama şehir yıkılırken kimse o kural kitaplarını aramıyor. Bak, gördün Birinci Kıta'da olanları. Dünya İkinci Kıta’yı da zamanla böyle yerle bir edecek. Bizimkiler şimdiden hazırlık yapıyor, paralı kuvvetler, teçhizat, sessiz işe alımlar." Söz ederken ince keten gömleğinin iç cebine parmaklarını sokuyor, avuç içinde metal bir levha, belki manyetik bir veri kartı, belki kimlik. Tek saniyelik yansıma yapıyor, sonra kayboluyor.
"Üçüncü Kıta’ya geçeceğiz." diye devam ediyor, adımlarını şimdi tamamen durdurup tam karşıdan konuşma mesafesine çekiliyor. Adamlar pozisyon olarak hala sivri bir V açısını muhafaza ediyor, seni kapana kıstıkları yerden iki adım ileride duruyorlar. "Orada, kimsenin hesap tutmadığı topraklarda yeni bir kuvvet kuracağız. Polislik yok, kağıt yok. Sadece kimin dirseği daha güçlü, kimin insanı daha iyi topladığı önemli." Dudak kenarındaki çöküntü güçsüz bir tebessümle kıvrılıyor.
Sana "Tabii senin amirlerin Üçüncü Kıta yok edildi diyor, öyle değil mi?" diye soruyor. Cevap vermeden önce kendi sorusunu tartıyor, sesi kesif bir merakla alçalıyor. "Ama kim gördü? Kim oraya gidip yok olduğuna şahit oldu? Belki de orada hala liman şehirleri sapasağlamdır, belki de insanlar hayatta ve sadece iletişim kesildi." Gömleğinin yakasını hafif çekerek boğazını rahatlatıyor, bir yandan da sokak lambasının ışığında kısa sakalındaki gümüş teller parlıyor. "Varsay ki öyle… O zaman biz ilk giden oluruz, gemiler hazır. Ya orada yaşayanlar bize katılır ya da yer açarlar. Ya sen, memur? Ya sen?"
Soru havada asılı kalıyor, yan sokaktan esen kesik rüzgar pantolon paçanı bacağın etrafında dolaşıyor, çantandaki metal köşe soğuk bir kötücül niyetle kaburganı dürtüyor. Keten gömlekli, başını hafif yana yatırıp avuçlarını cebinden çıkarıyor, silah yok, ama duruşu 'gerektiğinde'yi saklamıyor. "Benimle konuşacak mısın?" diyor, tonunda tehdit ile davet arasındaki çizgiyi bıçağın sırtı kalınlığında tutarak. "Yoksa şehrin bu çürüyen kaldırımlarına geri mi döneceksin? Son kararın ne?"
Takım elbiseli ikili nefes bile almıyor gibi, sokağı kuş bakışı gören görünmez bir varlık sessizliği yarıp çiviler gibi çakıyor. Yalnızca gerideki kırık neon, boğuk bir elektrik uğultusuyla yanıp sönerek cümlenin nabzını tutuyor.
Kelimen, adımın ya da susuşun bir anda bütün bu dar koridoru yeni bir denkleme çevirecek.
"Ne dediğimi gayet iyi anladın, memur." diyor, memur kelimesini lastik gibi uzatarak. "Polislik… saçma bir meslek. Başını yasaya gömüyorsun ama şehir yıkılırken kimse o kural kitaplarını aramıyor. Bak, gördün Birinci Kıta'da olanları. Dünya İkinci Kıta’yı da zamanla böyle yerle bir edecek. Bizimkiler şimdiden hazırlık yapıyor, paralı kuvvetler, teçhizat, sessiz işe alımlar." Söz ederken ince keten gömleğinin iç cebine parmaklarını sokuyor, avuç içinde metal bir levha, belki manyetik bir veri kartı, belki kimlik. Tek saniyelik yansıma yapıyor, sonra kayboluyor.
"Üçüncü Kıta’ya geçeceğiz." diye devam ediyor, adımlarını şimdi tamamen durdurup tam karşıdan konuşma mesafesine çekiliyor. Adamlar pozisyon olarak hala sivri bir V açısını muhafaza ediyor, seni kapana kıstıkları yerden iki adım ileride duruyorlar. "Orada, kimsenin hesap tutmadığı topraklarda yeni bir kuvvet kuracağız. Polislik yok, kağıt yok. Sadece kimin dirseği daha güçlü, kimin insanı daha iyi topladığı önemli." Dudak kenarındaki çöküntü güçsüz bir tebessümle kıvrılıyor.
Sana "Tabii senin amirlerin Üçüncü Kıta yok edildi diyor, öyle değil mi?" diye soruyor. Cevap vermeden önce kendi sorusunu tartıyor, sesi kesif bir merakla alçalıyor. "Ama kim gördü? Kim oraya gidip yok olduğuna şahit oldu? Belki de orada hala liman şehirleri sapasağlamdır, belki de insanlar hayatta ve sadece iletişim kesildi." Gömleğinin yakasını hafif çekerek boğazını rahatlatıyor, bir yandan da sokak lambasının ışığında kısa sakalındaki gümüş teller parlıyor. "Varsay ki öyle… O zaman biz ilk giden oluruz, gemiler hazır. Ya orada yaşayanlar bize katılır ya da yer açarlar. Ya sen, memur? Ya sen?"
Soru havada asılı kalıyor, yan sokaktan esen kesik rüzgar pantolon paçanı bacağın etrafında dolaşıyor, çantandaki metal köşe soğuk bir kötücül niyetle kaburganı dürtüyor. Keten gömlekli, başını hafif yana yatırıp avuçlarını cebinden çıkarıyor, silah yok, ama duruşu 'gerektiğinde'yi saklamıyor. "Benimle konuşacak mısın?" diyor, tonunda tehdit ile davet arasındaki çizgiyi bıçağın sırtı kalınlığında tutarak. "Yoksa şehrin bu çürüyen kaldırımlarına geri mi döneceksin? Son kararın ne?"
Takım elbiseli ikili nefes bile almıyor gibi, sokağı kuş bakışı gören görünmez bir varlık sessizliği yarıp çiviler gibi çakıyor. Yalnızca gerideki kırık neon, boğuk bir elektrik uğultusuyla yanıp sönerek cümlenin nabzını tutuyor.
Kelimen, adımın ya da susuşun bir anda bütün bu dar koridoru yeni bir denkleme çevirecek.