Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#21
Zihnim, olasılıkları yıldırım gibi tarıyordu. Sayıca ve silah bakımından dezavantajlıydım. Yanımda silah yoktu. Sağda iri yapılı, kaslı omuzları belli olan bir adam, solda ise daha ince uzun, hızlı hareket etme ihtimali yüksek biri duruyordu. Eğer ellerinde silah varsa, önce o uzun olan davranırdı. Ve liderleri—keten gömlekli adam—her an ceketinden bir tabanca çıkarabilecekmiş gibi bir tavır içindeydi. Bana doğru yavaşça yaklaşırken konuşmaya devam ediyordu ama kelimeler, zihnimde oluşan kaçış planlarının arasında boğuluyordu.

15 metre. Zengu ile aralarındaki mesafe bu kadardı. Eğer iri olanın tarafından geçmeye kalkarsam, soldaki adam sırtıma bir mermi saplayabilirdi. Ama tersine, soldakine ani bir saldırı yaparsam, refleks olarak ateş etmekte gecikebilirdi. Hedefim o olurdu. Dizine doğru ani bir osteo kavrama… Dengesi bozulursa bir anlık kaos yeterliydi. Hızla ara sokağa dalar, belki de eve kadar ulaşabilirdim. Orada, çekmecemde duran tabanca hâlâ beni bekliyor olmalıydı.

Tüm bu hesaplamaları saniyeler içinde yaparken bir yandan da onun söylediklerini dinlemeye çalışıyordum. “Polislik saçma,” diyordu. “Birinci Kıta yıkıldı, Üçüncü Kıta’ya geçeceğiz.” Kim geçecek? Bizimkiler derken kimleri kastediyordu? Silahlı örgütler? Paralı askerler? Bu ne boktan bir işe alım yöntemiydi böyle? Bardaki herhangi bir adama “bizimle gel” deyip sır mı veriyorlardı? Eğer bu kadar kolay güveniyorlarsa, Üçüncü değil uzaya çıksalar bile başarılı olamazlardı.

Son sözleri kulağımda yankılanırken bir adım geri aldım. “Peki,” dedim kabul edermiş gibi, “ya ben bu çürüyen kaldırımlara dönmeyi seçersem?” diye sordum.

Lider tam cevap verecekken harekete geçecektim. Önce ben harekete geçmeliydim. Şuan tehdit edildiğim çok barizdi ve nefsi müdafaa yapıyordum.

Hiç beklenmeyen bir anda, soldaki adamın ayağının altına doğru eğilecek ve adamın sağ ayağına osteo kavrama uyguladım. Zeminden çıkan kemik ellerin, arkadan adamın dizinden tutup kırarcasına geriye doğru çekmesini istiyordum. Eklem geriye doğru bükülebilirse adamın dizi kırılabilirdi. Ya da en azından canı acırdı, bu da bana saldırmasına engel olurdu. Tahminimce bu sırada silahlar patlayacaktı. Ölme riskim vardı ama en azından göreve ihanet etmemiş olacaktım. Bu anda bedenim neredeyse 90 derece bükülmüş bir boğa gibi ileriye atıldı. Çantamı göğsüme bastırdım—filtreye zarar gelmemeliydi. Koşarken bileklerimden kemik bıçaklarımı çıkartacaktım. Eğer önümdeki adam silah çekmeye çalışırsa, geçerken baldırına veya koluna kemik bıçağı saplamayı hedefledim. Hedef tutturmak o an öncelik değildi. Duraksamadan, var gücümle ara sokağa dalmayı çalışacaktım.
İşkolik polis memuru.
Image
► Show Spoiler

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#22
Kolların refleksle ileri savrulduğu anda ayaklarının altındaki parke taşları ansızın çatırtılarla yarılıyor, beyaz, eklemli kemik teller bahar filizi gibi fışkırarak soldaki uzun adamın bileğine sarılıyor. Osteo kavramanın dişli pençesi, adamın ayağını geriye bükerken boğuk bir kıkırdak çığlığı sokağın dar duvarlarında yankılanıyor. İnce uzun vücut havaya kalkıp balık gibi kıvranırken dizi ters yönde geriliyor, adam yalnızca yarım hece süresince silah kabzasına uzanabiliyor, sonra sarsak bir çatırtıyla beton zemine yüzüstü düşüyor.

Fakat kemik tozunun hala havada dönüştüğü o bir kalp atımı esnasında, sokağın arkasındaki paslı kapaklar açılır gibi açılıyor, gölgelerin içinden bir bölük dolusu adam sıçrıyor. On, on iki, belki daha fazla. Bazıları takım elbiseli, bazıları siyah dokuma pançolarla yarı maskeli. Metal borulardan, otomatik teleskobik coplardan ve susturuculu tabancalardan çıkan takırtı bir anda avluya doluyor. İri yapılı adam sövgüler savurup kollarıyla engel olmaya çalışıyor, ama tuzaktan fırlayan üç kişi seni çapraz koşu hamlesiyle sarıyor, birinin kanca şeklindeki kolu göğsüne, diğerinin sert diz vuruşu sol kalçana çarpıyor. Çantayı korumaya çalışırken görüş alanın soluk neon dalgalanmasıyla devriliyor, kemiğin içerden çıkardığı sivri bıçak, boşluğa saplanıp kıvılcım sıçratıyor, havada asılı kalıyor.

Yere dizi dayamaya fırsat kalmadan çelik kelepçeler çıtlak yankılarla bileklerine kapanıyor, soğuk metal tenine değdiği an bronz bir karıncalanma hissi yayılıyor bedenine. Başını kaldırdığında keten gömlekli lider, sokağın lambasından süzülen ışığın altında adımlarını sakince sayıyor, düşen adamın yanından geçerken hiç bakmıyor bile. Yalnızca omzundan ince bir "Bu olur." mırıltısı dökülüyor, tespiti yapılmış bir denklem gibi.

Ayak sesleri otururken kelepçelerin zincirini geriyorsun, dizini altına kıstırıp kalkmaya çabalasan da en az dört çift el omuzlarını bastırıyor. Göğüslüklerinden dizlerine kadar susturulmuş bir baskı, kemik manipülasyonuna yeni bir mesnet bulamadan kaslarını kilitliyor. Liderin ceketinin iç cebinden metal veri kartı tekrar parlıyor, bu kez sokak lambasını ayna gibi yansıtıp göz bebeğinde acı bir nokta bırakıyor.

"Aramızda element kullanıcısı sayısı az, memur." diyor keten gömlekli, artık tek kelimesi bile şaka taşımayan düz bir tonda. "O yüzden polisleri topluyoruz, beden eğitimli, yetenek kovalayan döngüyü bizden iyi kim sürdürebilir ki? İstersek seni götürür, saatlerce işkence ederek de ikna ederiz… Ama ben o yöntemleri pek hoş bulmuyorum şahsen." Sözlerinin arasında bakışları yanına çömelip çantayı kontrol eden maskeliye kayıyor, adam kutuyu bulup hafifçe sallıyor, içeride yedek filtrenin metal şakırtısı. Lider hafifçe başını sallıyor.

"Son kez soruyorum." diye devam ediyor, gölgesi senin yüzüne düşecek kadar yaklaşıp dizlerinin üzerine eğilerek. "Bu şehirle birlikte çürüyüp gidecek misin, yoksa yeni kıtada yükselen kuvvetin bir halkası mı olacaksın?" Sesi, gecenin ıslak derisine iğneyle kazınmış bir söz anlaşması gibi sakin.

Hala kaçma olasılğın var, tabii istiyorsan.

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#23
Gözlerim hızlıca çevremi taradı. Kaçış ihtimallerini bir kez daha gözden geçirsem de tablo değişmemişti. Beş adım ötede, kapatılmış çıkışlar. Sağımda iri yapılı, solumda hızlı hareket edebilecek kadar ince biri. Arkada liderleri, sesi sakin ama yürüyüşü tehditkâr. Şu an kıskıvrak yakalanmıştım. Direnmek saçmaydı. Ama hemen boyun eğmek daha da saçmaydı. Bu kadar direnişten sonra bir anda dost olamazdık.

Dudaklarımda buruk bir gülümseme belirdi.
"Tamam... Diyelim ki işbirliği yapacağım," dedim, gözümü liderlerinden ayırmadan. "Ama sanırım sen de biliyorsun ki bu noktada aramızda güven falan kalmadı. Siz beni izliyordunuz, ben kaçıyordum. Şimdi kol kola 3. kıtaya yürümeyeceğiz, değil mi?"

Bir an durdum.
"Şunu anlamanı istiyorum," diye devam ettim. "Eğer bu bir teklifse, önce bir şartım var. Filtre. Onu Labirent'e geri götürmem gerek. O parça sizin işinize yaramaz ama benim için bir söz. Alda’ya söz verdim. Ve verdiğim sözleri tutmadan bu şehirden ayrılmam."

Bir adım daha ileri çıktım. Sesim hâlâ sakindi, ama içinde o tanıdık kararlılık vardı.
"Bir de yaşlı adam var. Ona benden başka bakan yok. Eğer ben buhar olup gidersem yerine kimseyi atayamazlar. Öyle işler. Ben istifa edersem karakola yeni bir refakatçi talimatı geçilir. birkaç güne biri atanır. Ama ben ortadan kaybolursam... O adam ölür. "

Başımı yana eğdim.
"Eğer gerçekten benimle çalışmak istiyorsanız, önce bu iki işi tamamlamama izin verin. Sonra istediğiniz yere gideriz. Aksi hâlde..." — omzumu hafifçe silktim — "cesedimi çiğnemeniz gerekecek."

Gözlerim karşımdakilerin yüzlerini yokladı. Sözlerimde tehdit yoktu. Sadece gerçekler vardı. Görev benim için her şeydi. Ve siz, bu işin önüne geçemezdiniz.
İşkolik polis memuru.
Image
► Show Spoiler

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#24
Adam, sözlerin bitince birkaç uzun saniye boyunca gözlerini kısarak sana bakıyor, bakışındaki öfke, sabırla yoğrulmuş koyu bir metal gibi. Sonra dudaklarının kenarı beklenmedik bir biçimde açılıyor; yüzündeki kaslar bir şalter indirilmiş gibi gevşiyor ve havadar, sanki az önce hiçbir şey olmamışçasına neşeli bir tona geçiyor. "Tabii ki!" diye patlıyor sesi, avuçlarını iki yana açarak. "Önce işlerini bitir! Ne demek! Söz namustur, değil mi?" Omzunun üstünden adamlara dönüyor, bir şef garson edasıyla. "Bırakın memuru. Kelepçeleri çözün." Kelepçelerin mandalı çıt diye boşalırken soğuk metalle birlikte eklemlerindeki sızı da geri çekiliyor. İri yapılı olan omuz silkerek bir adım geri atıyor, dizini kırıp yere kapaklanan ince uzun, acıdan dişlerini sıkarak sendeleye sendeleye ayağa kalkıyor; kemik kavramanın bıraktığı morluk, paçasının altında hızla kabarıyor. Keten gömlekli adam ceketinin iç cebindeki metal levhayı hafifçe yoklayıp tekrar gözlerine dönüyor. "Ne kadar sürer, bir hafta mı, üç gün mü, bir ay mı, bilemem." diyor neşeli tonunu koruyarak. "Ama bittiği zaman limanda buluşalım. Eski rıhtımlar, vinçlerin gölgesi uzun olur, biz seni buluruz. Senin gelmen yeter." Göz kırpar gibi yapıyor, ama göz kapakları neredeyse hiç kıpırdamıyor. Ardından parmaklarıyla hafif bir daire çizerek adamlarına dağıl işareti veriyor. Gölgeler, sokağın karanlık kıvrımlarına bir dalganın çekilmesi gibi dönüyor. Birkaç saniye önce seni tutan eller, şimdi taş duvarların kenarına yayılıp kayboluyor. Ayak seslerinin ritmi uzaklaştıkça, rüzgâr birden sokağın orta yerine sahip çıkıyor, titrek lambanın ışığı, taş parkelerin üzerinde yalnız kalan gölgeni uzun bir bıçak gibi uzatıyor.

Labirent’e dönüşte kapı sensörü seni tanır tanımaz ağır bir nefesle açılıyor, fakat içerisi olağan hareketliliğinden tuhaf biçimde arınmış. Tavandaki beyaz ışık panelleri, sanki arada sırada nabız yoklarmış gibi bir parlaklaşıp bir sönüyor. Uzak koridorda bir vagon rayında tek başına dönüp duran boş bir taşıma platformu tıkırdıyor, kimse onu çağırmamış gibi. Asma kata çıkan merdivenlerin altındaki gölgede, koca bir vakum paketinin naylonu hava akımından usulca kıpırdıyor. Alda yok. İade terminaline yaklaşıyorsun. Konsol üzerindeki dokunmatik ekran, yaklaşımınla beraber soluk yeşilden canlı maviye geçiyor, "PARÇA İADESİ / İŞLEM KODU" satırları yanıp sönüyor. Kutuyu sensör tabağına bırakıyorsun, metalin masa üstüne değdiği an tiz bir tiiink sesi yankılanıyor. Ekran bir an titriyor, sonra seri numarası ve kalibrasyon tarihi beliriyor. Parmağını imza alanına bastığında ekranın hemen altında, ince bir yazıcı şeridi cızırdayarak fiş çıkarıyor. Kağıdı alırken omzunun üstünde, tavana asılı içbükey güvenlik aynasında kendi yansımanı görüyorsun: hafif eğilmiş, çantası öne sarkık biri. Derken aynada bir anlığına, omzunun gerisinde geniş kenarlı bir şapkanın kömür karası silueti belirip sanki buharla siliniyor. Başını fırlatır gibi geriye çeviriyorsun, arka koridor boş, yalnızca vantilatörün kanadı dönmeyi bırakırken bir tık sesi çıkarıyor. Çıkış turnikesinden geçerken kapı sensörü iki kez öksürür gibi bipliyor. İlk bipleme normal, ikincisi yarım kalıyor, sanki kayıt defterine aynı satır iki kere yazılmış gibi.

Sokaklar daha da sessizleşmiş. Ahududu Sokağı’na girdiğinde 14A’nın rüzgar türbini hala dönüyor ama çok daha ağır, türbin gölgesi, çinko çatının kenarından sokağa uzun, siyah bir yel gibi dökülüyor. Kapının önüne geldiğinde evin içinden yalnızca oksijen konsantratörünün düzenli soluk alıp verişini andıran uğultu duyuluyor. Penceredeki mor salkımlar, gece rüzgarında geriye doğru çekilerek sanki camı dış dünyadan saklamaya çalışıyor. Kapıyı usulca açıp içeri giriyorsun. Salon karanlık, perdelerin kenarından sızan cılız ay ışığı, masanın üzerindeki doz çizelgesini sedef gibi parlatıyor. Tihari koltukta, başı göğsüne düşmüş, oksijen kanülü dudak kenarında parlıyor. Göğsü, yeni filtrenin ritmiyle ağır ağır yükselip iniyor. Cihaz ekranının yeşil barı sabit, arada bir barın en ucunda çok kısa bir titreme, sonra tekrar düz çizgi. Evrakını deftere işlemek için sehpanın kenarına otururken, omzunun arkasından bakılıyormuş hissi bir sis gibi omurga çizginden yukarı tırmanıyor. Pencere dışındaki sokakta kimse yok, ama mor salkımların arasındaki boşluk, sanki biri orada dursa tam da bu açıdan yalnızca siluetini gösterecek gibi. Perdeler hafifçe kabarıyor, rüzgar mı, yoksa dışarıdaki basıncın anlık değişimi mi? Formu tamamlayıp kalemi kapatıyorsun. Oksijen cihazının kasasına elin hafifçe değdiğinde gövde sıcaklığı canlı bir deri gibi karşılıyor parmaklarını, bu kadar basit bir silindirin bir hayatı nasıl tuttuğunu düşünmek, gecenin seslerini biraz daha büyütüyor. Kapıyı sessizce çekip çıkarken ardında tek ses, makinenin düzenli ve ısrarlı uğultusu oluyor. Sokağa çıkar çıkmaz, karşı kaldırımda iki katlı bir yapının en üst penceresinde bir anlığına gölge kıpırdıyor, fener kadar hızlı, düşünce kadar kısa. Başını kaldırdığında cam karanlıkta taş kesiliyor, yalnızca kendi nefesin bir süreliğine camda olabilecek buğuyu tahayyül ediyor.

Sabah, lambaların sarı rengi eşikten çekilirken evin içi gri bir sükûnetle aydınlanıyor. Saat sekize yaklaşırken, konsantratörün uğultusuna Tihari’nin boğazından çıkan sert bir öksürük ekleniyor, gözleri bir anda açılıyor, bastonunun sapını koltuğun kolçağına tak tak vurarak seni çağırıyor. "Memur!" diyor, sesi geceyle kıyas kabul etmeyecek kadar canlı. "Sabah dozum saatinde. Bardakta su, hayır, o bardağı değil, kalın tabanlı olanı. Önce levodopa, sonra entakapon. Gazeteyi de al, şu eğitimsiz kalemşörler yine yanlış yazmış, bana oku. Fizyoterapiste mesaj at, bugün öğleye yaklaşsın, dizlerim gece kilitlendi. Oksijen akışını 2.5’a çek, sonra geri 2.0’a indir, sabitle. O karıncalanan televizyonu da unutma, sinyal giderse yine şu kafasızlar futbol konuşuyor sanacak." Bastonunun ucuyla sehpayı ittirip çizelgeyi sana doğru sürüyor. "Hadi bakalım Zengu, çalıştır şu Tihami sabrını. Bugün uzun bir gün olacak."

Günün, bir yandan emirleri dizip bir yandan görünmeyen bakışların izini silmeye çalışacağın o ince çizgide başlıyor.

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#25
Labirent’ten ayrıldığım andan bu yana, arada bir göz ucuyla yakaladığım siluetler ve kısa süreli nefes sesleri aklımdan çıkmıyordu. Her biri ayrı ayrı değerlendirildiğinde tesadüf gibi görünüyordu ama dedektörün girişte iki kez ötmesiyle artık emin oldum: peşimde biri var. Ve görünmüyor.

Bu bilgiyi lehime kullanmaya karar verdim. Demek ki o mafya kılıklı herifler, beni izlemek için birini göndermiş.

Tihari’nin sabah rutinini başlattım. İlaçlarını verdim, suyunu tazeledim, oksijen ayarını kontrol ettim. Her şey normalmiş gibi davrandım. Arada ona kısa cevaplar verdim, gazeteyi uzattım, fizyoterapist için telefon ettim.

Bir ara tuvalete gittim. Kapıyı kilitledim, oturup uzun süre bekledim. Sadece sessizliği dinledim. Adım sesi, nefes, gölge… Tuvalette izlenip izlenmediğimi anlamaya çalıştım.

Gün boyu işlerin arasında fırsat buldukça önce bir kalemi, sonra küçük bir kağıdı cebime attım. Bunu sanki masayı topluyormuş, notları düzenliyormuş gibi yaptım. Amacım, bir sonraki tuvalet seansında – eğer orada izlenmiyorsam – kağıda bir şifre yazacaktım.
► Show Spoiler
Polis içine sızılmış olabileceğini düşündüğümden, bilinen kodlardan farklı bir yöntem kullanmıştım. Kağıdı daha sonra saklayacağım; zamanı gelince karakola ulaştırmam gerekecek.

Günün sonunda, Tihari’nin karşısına geçtim. Sesimi kararlı tuttum:
“Bay Tihari… Kişisel sebeplerden dolayı görevimden istifa etmem gerekiyor. Sizin için yeni bir görevli talep etmek üzere karakola başvuracağım. Yeni görevli gelene kadar bakımınızı sürdüreceğim." Dedikten sonra pek de samimi olmayan politik bir gülümseme ile, "Merak etmeyin, hiçbir şey yarım kalmayacak.” diye eklemeyi ihmal etmedim.

Bana başka iş vermesi durumunda vereceği işleri de yapacaktım. Ancak bütün bunları yapmanın yeterli olacağını tahmin ediyordum. Günün sonunda çay içmek için karakola gitmek istiyordum. Geçen gün pişman olduğunm ve içmeyi reddettiğim o tihami çayını içmeye. Hem beni izleyen her kimse beşki gardını düşürmesine sebep olur.

Bana çay ikram eden kişinin yanına gittiğimde, "Merhaba." diyecektim. "Geçen sefer yoğunluktan dolayı Tihami usülü demlenmiş çayınızı içememiştim. Çay teklifiniz hala geçerli mi acaba? " Diye ekleyecektim nazik bir beyefendi gibi.

Tihari'den nefes alabildimse çay içmek için yola çıkmıştım. O Tihari çayını içmek istiyordum. Rahatlamaya ihtiyacım vardı.
Off Topic
Yoğunluk sebebiyle geç kalan turu yazarken laptop öldü ana kartı yandı. O yüzden tur biraz daha geçikti. Bu turu telefonla yazdım. :,)
İşkolik polis memuru.
Image
► Show Spoiler

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#26
Gün boyu evin içinde sessiz, ama yorucu bir tempo dönüp duruyor. Sabahın ilk ışıklarından itibaren Tihari’nin odasında başlayan rutin, gün boyunca farklı köşelere yayılan küçük görevlerle uzayıp gidiyor. İlaçlarını ölçülü bir dikkatle veriyorsun; cam şişenin serinliği avucuna işliyor. Suyunu tazeliyorsun, bardaktan yükselen buğuyu fark ediyorsun. Oksijen tüpünün göstergesi, alışıldık sabit çizgisini koruyor. Arada masanın üzerindeki dergileri toparlıyorsun, toz zerrecikleri havada süzülüp pencerenin loş ışığında dans ediyor.

Bir yandan da kafanın arkasında hep o gölge... Labirent’ten beri seni takip eden ve görünmeyen biri. Fırsatını bulduğunda masanın kenarından kayıtsızca bir kalem alıp cebine bırakıyorsun, sonra küçük bir kağıdı da aynı şekilde gizliyorsun. Bunu yaparken elin, sanki sadece masa düzenliyormuşsun gibi sakin hareket ediyor. Günün ilerleyen saatlerinde tuvalete geçip kapıyı kilitliyorsun. Fayanslardan yansıyan serinlik, küçük mekânın sessizliğiyle birleşiyor. Kulaklarını keskinleştirip sadece dinliyorsun, adım sesi, nefes, gölge... Hiçbir şey yok. Güvenli olduğuna kanaat getirdiğinde cebindeki kağıdı çıkarıp kendi geliştirdiğin, bilinen kodlara benzemeyen şifreyi yazıyor, buruşturup yeniden cebine yerleştiriyorsun.

Akşamüstü, salonun yarı loş ışığında Tihari’nin karşısına geçiyorsun. Onun bakışları, her zamanki gibi ağır ve sorgulayıcı. Sen sözünü bitirdiğinde Tihari sandalyesinde geriye yaslanıyor, dudaklarının kenarı belli belirsiz aşağı kıvrılıyor. "Yine mi böyle? Hep benimle oyun oynuyorsunuz. Aranızda bir tane adam yok." O anda cevap vermeden, ifadesiz bir yüzle yan odadaki sessizliğe karışıyorsun. Perdeler hafifçe titriyor, dışarıdan uzak bir araba sesi geliyor. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Tihari’nin sesi yeniden ulaşıyor kulağına. "Gel buraya." Yanına gittiğinde, elini cebine doğru uzatıyor. Parmaklarının arasına birkaç Aisi parası sıkıştırıyor, metalin soğukluğu ile birlikte sert bir bakış. "Bu maaşından ayrı. Teşekkür ederim." Kısa bir baş selamı ile ayrılıyor, seni kapıya kadar uğurlamıyor.

Kapının ağır tokmağı kapanıp arkan kilitlendiğinde evin içindeki ağır hava yerini sokağın nemli, serin akşamına bırakıyor. Gökyüzü, ufka yakın yerlerde paslı turuncudan mora çalan tonlara dönmüş, uzakta, dar sokakların arasından bir kedi sessizce kayboluyor. Hafif bir rüzgar, yakınlardaki bir tezgahtan kızarmış hamur kokusunu taşıyor. Birkaç dükkanın kepengi yarıya kadar indirilmiş, kepenklerin metal yüzeyinde gün boyu biriken toz, sokak lambasının altında ince bir tabaka gibi parlıyor. Köşe başındaki eski radyo tamirhanesinden boğuk bir haber spikeri sesi geliyor, kelimeler rüzgarla bölünüp gidiyor. Adımlarını ağır ağır atarak karakola yaklaşıyorsun. Yol boyunca yerdeki taşların arasına sıkışmış yağmur suyu, ayak basıldığında hafifçe şapırdıyor. Karakol binasının önüne geldiğinde yüksek kapının camında yansıyan siluetini görüyorsun, üstünde günün yorgunluğu, cebinde ise buruşturulmuş şifreli kağıt.

İçeri adım attığında floresan ışıkların soğuk, beyaz parıltısı gözlerini kısa süreliğine kısıyor. Koridorda birkaç memur ellerinde dosyalarla telaşlı adımlar atıyor, kağıtların hışırtısı yankı yapıyor. Gözün doğrudan önceden konuştuğun komisere takılıyor. Seni görünce başını kaldırıyor, oturduğu sandalyeden hafifçe doğruluyor. Gözlerinde tanıdık bir dikkat var, ama yüzünde yorgun bir tebessüm. Yanına yaklaşıp kibarca selam veriyorsun, çay teklifini anımsatıyorsun. Komiser, cevabını hiç geciktirmeden veriyor. "Elbette geçerli kral. Hatta hemen demletelim." Bir memura eliyle işaret ediyor. Birkaç dakika sonra, ince belli bardaklarda koyu renkli, dumanı tüten Tihami usulü çaylar tepside geliyor. Çayın kokusu ağır ve tatlı, buharı yüzünü ılık bir sis gibi sarıyor. Komiser, bardağın kenarını işaret ederek gözlerini sana çeviriyor. "Peki senin için ne yapabilirim?" Masada, çayın sıcaklığı avuçlarına işlerken odadaki uğultu yavaş yavaş geri plana çekiliyor. Acaba adama nasıl cevap vereceksin?

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#27
Tihari’nin yüzündeki o yorgun, ama içten gelen bakışı gördüğümde içimde hafif bir sıkışma hissettim. Ben duygularını belli etmeyen, hesaplı yaşayan biri olsam da bu yaşlı emekli askerin sessiz üzüntüsünü hissetmemek imkânsızdı. Elinden aldığı hediyeyi dikkatlice kavradım, hafifçe başımı sallayarak teşekkür ettim. Bu seferlik profesyonelliği bir kenara bırakıp ses tonuma hafif bir sıcaklık eklemiştim.

“Bay Tihari bugün gitmiyorum. Bir süre daha birlikte olacağız,” dedim. “Yeni birini atamaları uzun sürebilir. Ama bilmeni isterim ki bu durum seninle ilgili değil. Mecburen polisliği bırakmam gerekiyor. Başka çarem yok. Yoksa sana yardım etmek benim için asla sıkıcı bir görev olmadı.”

Bu sözleri söylerken bakışlarımı kısa bir an yere indirdim. Ardından hediyeyi cebime yerleştirdim ve "Görüşürüz efendim" dedikten sonra kapıdan çıktım.

Sokağa adım attığım anda şehrin ağır havası yüzüme çarptı. Sokak köşelerindeki sessizlik, arada geçen birkaç yabancı bakışı… Her şey, içinde bulunduğum bu sıkışmışlığın ağırlığını hatırlatıyordu. Stres omuzlarıma iyice yüklenmişti. Kendimi, dar bir labirentte yönünü bulmaya çalışan bir yolcu gibi hissediyordum.

Komiserin bulunduğu binaya vardığımda kapıyı itip içeri girdim. Masasının başında beni görünce Hemen demletelim, dedi. Hafifçe tebessüm ettim.

“Teşekkür ederim. Geçen sefer teklifinizi reddettiğim için üzgünüm,” dedim. “Aslında dünden beri canım gerçekten çok çay çekiyor. Yoğunluktan içmeye gfırsat bulamadım.”

Sandalyesine doğru yürürken, “Şimdilik sadece çay içip biraz sohbet etmek için geldim,” diye ekledim.

Çay geldiğinde fincanı zarif bir hareketle kavradım. Tihami’de aristokrat bir ailede büyümek, bazı şeylerin nasıl yapılacağını çocuk yaşta öğretmişti bana. Bileğim hafifçe bükülerek, fincan dudaklarıma yumuşakça değdi. İlk yudumda sıcaklık dilimin üzerinden geçip boğazımdan aşağı inerken, kokusu çocukluğumun salonlarına taşıdı beni.

Fincanı tekrar tabağına bırakırken, komisere dönüp sakin bir sesle, “Bu arada, adınızı hiç sormamışım,” dedim. “Uzun zamandır beraber çalışıyoruz ama fark ettim ki bunu hiç yapmamışım.”

Cevabı aldıktan sonra bakışlarımı fincana çevirdim. “Bazı özel sebeplerden dolayı yakında işi bırakmam gerekecek,” diye devam ettim. “Ama önce yaşlı adama bakma görevini başkasına devretmem lazım. Kendisi oldukça düzenli, ama ilaç saatlerine çok dikkat edilmesi gerekiyor. Bir keresinde yanlışlıkla dozunu iki katına çıkarmışlar. Böyle şeyleri gözden kaçırmamak gerek.”

Bunları söylerken hem Tihari’yi hem de önümdeki çayın buharını düşünüyordum; ikisi de bir süre sonra kaybolacak şeylerdi.

Önümde resmen bir bilinmezlik vardı. Bu örgüt nasıl bir organizasyondu. Çifte casusluk nasıl yapabilirdim. Daha önce hiç yapmamıştım. 3. Kıtaya gitmem gerekecek miydi? Orada ne yapacaktım. Masum insanlara zarar vermek zorunda kalacak mıydım. Personel sıkıntısı çekiliyordu. Amirim buna nasıl tepki verecekti. Çifte casusluk yazdım kağıda ama aslında yapacağım şey tam olarak bu değildi. Direkt casusluktu. Kağıtta yazanı düzeltse miydim?.. Amir yanlış anlar mıydı.

Hepsi benim için bir bilinmezlik. Ve bilinmezlik beni en çok rahatsız eden şeydi.
İşkolik polis memuru.
Image
► Show Spoiler

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#28
İnce belli bardakta dönen buhar, odanın soğuk floresan ışığına çarpıp saydam bir perde gibi dağılıyor. Masanın üstünde kalın dosyalar, kenarları kıvrılmış tutanaklar, ortasında solmuş bir şehir haritası. Haritanın üzerinde renkli iğneler, bazı sokak adlarının altı kırmızı kalemle çizili. Komiser, bardağını iki parmağının arasında çevirip kısa bir yudum alıyor, hareketlerinde yorgun ama yerleşik bir ritim var. Gözleri, senin söyleyip sormuş olduklarını tartarken masanın yüzeyinde bir an sabitleniyor, sonra başını kaldırıp bakışını sana veriyor. "Benim adım Riva." diyor. Ses tonu düz, fakat kelimeler net. Bardağı tabağına sessizce bırakıp, hafifçe öne eğiliyor. "Birini ayarlarız, sıkıntı olmaz. Ama neden ayrılıyorsun? Daha çok da olmadı başlayalı."

Koridorun ucundan ayak sesleri, kağıt hışırtıları. Kapı aralığından giren yağmur kokusuna çay ocağının demli aroması karışıyor. Sağdaki masada iki memur, teker teker boş bardaklarını itip dosyaya eğiliyorlar. Konuşmaları önce uğultu, sonra seçik parçalar halinde kulağına düşüyor.

"Çeteler son bir ayda iki mahallede daha..."
"Geçen cuma gece yarısı köşe başında kavga. Bıçak, zincir..."
"Çocukları kuryelikte kullanıyorlar. Mesajı sokaktan topluyoruz artık."

Riva, bardağını yeniden kavrıyor. Parmaklarının arasındaki camın sıcaklığı avucuna yayılırken gözleri kısa bir an sol yana kayıyor. Masanın kenarında, kırık bir seramik parçası kağıt ağırlığı niyetine duruyor. Kafasını tekrar sana çevirip çaydan bir yudum daha alıyor. Dudak kenarında belli belirsiz bir çizgi beliriyor, yüzündeki yorgun tebessüm bir anlığına geri geliyor. "Yeni görevli için formu bugün geçeriz." diyor alçak ama işbitirici bir tonda. "Yaşlı beyefendinin ilaç saatlerini not düşerim. Detayda hata istemem." Arka tarafta sandalye gıcırtısı, hemen ardından daha net cümleler duyuluyor.

"Bu hızla giderse pazarın etrafı komple onların eline bakacak."
"Gece nöbetinde iki devriye yetmiyor artık, üçüncüyü yazmak lazım."
"Ara sokakta yabancı plaka dolanıyor, numarayı yakalayamadık."

Sesler birbirine biniyor. Bir memurun kahkahası gereksiz yüksek çıkıyor. Riva omzunun üzerinden kısa, keskin bir bakış atıyor, sabrının kıyısı görünür hale geliyor. Bardağı tabağa bıraktığı an sandalye ayaklarının zemini çizdiği ses odada yankılanıyor. "Oğlum biraz sessiz olun lan!" Dizler bir anda duruyor, kağıt hışırdamaları kesiliyor. Saatin tik takı, çay kaşığının cama dokunduğunda çıkan ince tını ve radyodan sızan boğuk bir anons kalıyor geriye. Riva yeniden önüne dönüyor, elini kısa bir özür işareti gibi kaldırıp ardından alçak bir sesle devam ediyor. "Kusura bakma." Çaydan minik bir yudum daha alıyor, sonra bardağın buğusunun içinden seni yokluyor. Karşı masadaki haritanın üstünde, kırmızı iğnelerden birinin dibine kurşun kalemle yazılmış küçük bir kelime gözüne takılıyor. Yazı neredeyse silik, ama orada. Pencerenin dışından yağmurun ilk damlaları cama vuruyor. İçerideki kahverengi dosya kokusu, deterjanın keskin izleri ve demli çayın sıcak buharı birbirine karışıyor. Riva ellerini masanın kenarında birleştiriyor. Çizgili kağıtta bekleyen boş bir satır var sanki, oraya bakıyor gibi. Bakışını tekrar kaldırıp sende sabitliyor. Anlat der gibi bekliyor. Cevabını bekleyen sessizlik, çay ocağından gelen hafif fokurtuya karışıp uzuyor.

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#29
Komiser isminin Riva olduğunu söyledi. Yerime birini ayarlayabileceğini eklerken neden ayrılacağımı sormuştu. "Evet komiserim. Bu göreve yeni başladım ancak özel bir durum çıktı. Mecburen görevi bırakmam gerekiyor demiştim.

Bu sırada diğer insanların konuşmalarını duyuyordum. Gerçekten eleman sıkıntısı çekiliyordu. Büyük ihtimalle benim görevden ayrılıyor oluşumu kimse hoş karşılamayacaktı. Çünkü benim ayrılıyor oluşum onların iş yükünün artmasına sebep olacaktı.

Çayımdan bir yudum aldım ve ıslaksa çay bardağın altını ve çay tabağının üstünü elimle sildim. Kuru olması gerekiyordu.

Yeni görevli için bugün formu geçeceğini söyledi. İlaçlar konusunda not düşeceğini de eklemişti. " Teşekkür ederim, ve üzgünüm." demiştim "Yeni biri atanana kadar Bay Tihami'ye bakmaya devam edeceğim." diye ekledim. Zaten böyle olması gerekiyordu ancak bunu belirtme ihtiyacı hissetmiştim.

Komiser Riva çayından yudum aldıktan sonra içeriye bağırdı. İnsanlardan sessiz olmalarını istedikten sonra herkes konuşmayı kesti. Sonra bana döndü ve açıklamamı bekleyen gözlerle bana bakmaya başladı.

Bardağımı masadan kaldırdım. Çayımdan son yudumu alırken cebimden doğal bir hareketle kağıdı çıkartıp Boşta olan elimin avuç içine yerleştirdim. Bardağı kağıdı tutan elime alıp tekrar masadaki çay tabağına koydum. Kağıt artık bardak ile tabağın arasındaydı. "Teşekkürler, gerçekten özlemişim."
dedim. Bardağı komiserin önüne kaydırırken dikkati dağıtmak için yavaşça ayağa kalktım.

Bardağı komiserin önüne ittirmem görgüsüz bir davranış gibi gözükebilirdi, ancak bardağı çaycıdan önce komiserin aldığından emin olmak istiyordum. Aslında bu yaptığım da riskli bir işti. Çünkü bu örgütün polis içine sızıp sızmadığını bilmiyordum. Ve eğer komiseri de satın almışlarsa... İşte o zaman işim bitmiş demektir.

Haritaya birkaç adım atıp kurşun kalemle yazılmış yazıya yöneldim yavaşça. Bu sırada konuşmaya başladım, "Komiserim gerçekten üzgünüm. Şimdiye kadar hiçbir işi yarım bırakmamaya özen gösterdim ve bu sefer de öyle yapmak istiyordum. Bu görevi gerçekten sonuna kadar devam ettirmek istedim. Ancak söyleyemeyeceğim özel nedenlerden dolayı böyle bir karar almam gerekti. Umarım kusura bakmazsınız. Eğer fırsat bulabilirsem... Gelecekte bir gün tekrar birlikte çalışabiliriz.

Sonra komisere dönüp tepkisini inceleyecektim. Yrıca gözümü odada gezdirip tuhaf bir şey oluyor mu diye bakacaktım.
İşkolik polis memuru.
Image
► Show Spoiler

Re: [Zengu Dudshuf] Yaşlandık Be

#30
Komiser Riva’nın önüne kaydırdığın bardak masada kısa bir an boyunca sessizliğin odağı oluyor. Çayın tabağa değmesiyle çıkan o ince cam sesi, bütün odadaki uğultuyu bastırıyor sanki. Riva gözlerini bardaktan kaldırıp sana bakıyor, yüzünde ölçülü bir ifade var. Belli ki bu tür jestleri çoktan alışkanlık haline gelmiş, ama bir şey saklıyorsun gibi hissettiriyor. Riva parmaklarını bardağın kenarında gezdiriyor, sonra hafifçe eğilip çayından bir yudum alıyor. Dudaklarının kenarı belirsiz bir tebessüme çekiliyor, ama hemen sonra sözcükler daha ağır bir tonla geliyor. "Her şeyin bir zamanı vardır, Zengu. Gitmek zorundaysan gidersin. Ama bil ki bazı yollar, insanı tekrar başladığı yere döndürür. Belki sandığından daha kısa sürede."

Sözler üstü kapalı bir tavsiye gibi. Sana doğrudan bir cevap değil, daha çok akılda kalacak bir not gibi bırakıyor masaya. Odanın sessizliği yeniden yerine oturuyor. Haritanın üzerindeki iğneler, floresan ışığın altında sanki biraz daha parlak görünüyor. Sen gözlerini orada tutarken, Riva bardağını yan tarafa alıp dosyaların üzerine kaydırıyor. "Hadi git." der gibi bir bakışla işaret ediyor, sen de kibarca başını sallayıp odadan çıkıyorsun. Kapıdan çıktığında binanın dışı seni yeniden şehrin serin, ağır havasıyla karşılıyor. Sokak lambaları tek tük yanmış, aralarında kalan boşluklarda gölgeler derinleşmiş. Taş kaldırımlar ıslak, belki az önce kısa bir yağmur geçmiş. Adımların sessizlikte yankılanıyor.

Tam köşeyi dönerken gözlerin bir anlığına donup kalıyor. Kalabalık arasında değil, boş bir kaldırımda… O kızı görüyorsun. O gün sana anlamlandıramadığın şeyler söyleyen kız. Alda. Yüzünde dingin bir gülümseme var, gözleri güneşin sarı ışığında pırıldıyor. Yavaş adımlarla sana doğru yürümeye başlıyor. Dudaklarından çıkan ses net ve huzurlu. "Doğru yolu buldun." Aradaki mesafe kapanırken bakışlarını seninkilerin içine kilitliyor. O an, sokaktaki bütün sesler kesiliyor gibi. Yakınlaştığında elini uzatıyor. Parmakları ince, hareketi davetkar. "Bu akşam benimle bir yolculuğa çıkmak ister misin?" Sözleri havada asılı kalıyor, dokunmaya bir adım kala. Gözleri senden cevabı bekliyor.
Post Reply

Return to “Haarian”

cron