Re: [Ana Kurgu] Yıkım

#31
Mabi: Hızlı adımlarla alt kata inmeye başlarken, içinde durmaksızın yükselen bir kaygıyı da peşinden sürüklüyorsun. Koridorlar, sabit ve güvenli olmaktan çok uzak; sağa sola devrilmiş kaplamalar, kimisi patlamış borular ve kıvılcımlı elektrik aksamları hem gözü hem de bedeni tehdit ediyor. Önceki çatışmanın bıraktığı izler, kan izleri ve yanık lekeleriyle karışmış halde zemini süslüyor. Zihninde dönen tek düşünce, hedefinin, ya da dengesini kaybetmiş bu geminin çok uzun süre ayakta kalamayacağı. Geminin içine dağılmış boğuk uyarı sinyalleri bir an sessizliğe bürünüyor, ardından metal plakaların iniltisi daha şiddetli bir homurtuya dönüşüyor. Bir yamacın ucundaymışsın gibi hissediyorsun; herhangi bir saniyede, bulunduğun zemin tümüyle kayıp seni dev bir boşluğa gönderecekmiş gibi. Kısa bir koridorun ardından geniş bir bölmeye giriyorsun. Duvar boyunca sıralanmış kabin benzeri kutuların bir kısmı ezilmiş, bazıları patlamayla deforme olmuş. Ortamın metalik kokusuna eklenen ozon ve yanık plastik kokusu, nefesini yakacak kadar keskin. Tam ileriye gitmeye hazırlanıyorsun ki, aniden gemi sarsılıyor. Sanki dev bir el gemiyi tutup yana savurmuş gibi. Zemin ayağının altından kayıyor; dengesini zorlukla sağlarken, metal kirişlerden biri gümbürdeyerek üst taraftan düşüyor. Bir saç telin kadar uzakta, yere çapıp kıvılcım yağmuru yaratıyor. Soluğun kesik kesik, dizlerin titrerken bir şeylerin hızla ters gittiğini seziyorsun: Geminin artık havada değil de âdeta hızla alçaldığına dair çok güçlü bir his var.

Bir anda bütün ışıklar kesilip geri geliyor, ardından tekrar sönüyor. Bu ritim, geminin kalp atışları misali dengesizce tekrarlanıyor. Duruşunu korumaya çabalıyorsun, fakat bir yanın geminin çoktan kurtarılma şansını yitirdiğini söylüyor. İniltiler giderek artarken bir dizi hoparlör patırtıyla gürlüyor ve kulak tırmalayan bir tiz ses yükseliyor. Dış gövdede yankılanan darbe ya da patlama sesleri duyuyorsun. Bu an, kurtulmak için artık gerçekten çok az zaman kaldığını hissettiren son işaret gibi. Gemi, beklemediğin bir hızla sola yatıyor. Kendini metal bir kolona tutunmuş halde buluyorsun. Bu sırada tabandan yukarı yükselen kavurucu bir ısı dalgası, alt kattan gelmiş olabileceği izlenimi veriyor. Ama şimdi bu detayı düşünmek lükse dönüşmüş durumda; gemi resmen düşüyor. Gövden, sarsıntı yüzünden neredeyse havaya savruluyor, elin kolonun pürüzlü kenarına son anda tutunmayı başarıyor. Kısa bir an için kulaklarında güçlü bir rüzgar uğultusu duyuyor, sonra gemi belki de son kez inliyor ve ansızın büyük bir çarpma hissediyorsun. Başın, metal sütuna çarpıyor; bir göz kararmasıyla gürültü patlaması aynı anda yaşanıyor. Dünyan bembeyaz kesiliyor, titreşim bütün kemiklerine yayılıyor. Sanki iki dünya birbirine çarpışmış gibi bir darbe hissi. Vücudun havada uçuyormuş gibi hissediyor, katı metal zemin öyle bir vuruyor ki nefesinin kesilmesine engel olamıyorsun. Ardından bir boşluk... tüm duyularını sisli bir uçurum yutmuş gibi. Zaman çok yavaşlamış veya tamamen durmuş olabilir; hatların arasında sadece donuk bir uğultu ve muazzam bir basınç hissi var.

Vücudunda kesif bir acı geziniyor, farkında olmadığın yaralarından sızan kanın sıcaklığını dahi tam algılayamıyorsun. Gözkapakların açılmayacak kadar ağırlaşıyor. Birden, her yanını sıkıştıran soğuk suyun varlığını hissediyorsun; gemi artık yalnızca gökyüzünde değil, okyanusun dibine doğru ilerliyor. Zifiri bir karanlıkla birlikte suyun ıslak dokusu üstünde ağırlık kurmuş durumda. Tüm kabin, sularla doluyor. Ciğerlerinin her kasılmasında soluğunun tükendiğini fark ediyorsun. Göğsünü bıçak gibi kesen basınç, kulaklarında zonklayan bir acıya dönüşüyor. Bir kez daha gözlerini aralamayı denedin mi, yoksa çoktan bayılmış mıydın, karıştırıyorsun. İçinde zayıf bir ses "Buradan kurtulman gerek." diye haykırsa da bedenin itaat etmiyor. Dağılmış metal levhalar ve suyun karanlığı sana mezar olmak üzere. Bir yandan, sanki zihninin kıyısında bir ışık yanıp sönüyor. Fark ediyorsun ki, göz bebeklerinin önüne sızan bir mavimsi parıltı var. Saatin hala bileğinde. Bir mucize gibi, su altındayken de ekranda titreşen ufak bir ışık görüyorsun.

Livei: Kendini güvenli bir yere ışınladıktan sonra, önce birkaç saniye durup nefesini düzenlemeye çalışıyorsun. Vücudunun her noktasında sanki bir başka acı yankılanıyor; içinde bulunduğun gerilimin, savaştaki yıpranışın izleri ellerinden dizlerine kadar sızlıyor. Biraz önce yaşanan o çılgın gemi çarpışmasını hafızandan silebilmen mümkün değil, ama en azından şu an için hayatta ve nispeten rahat bir yerde olduğunu fark ediyorsun. Kısa bir soluklanmaya ihtiyacın olduğu kesin. Derin bir nefes alıp kafanı kaldırdığında, birkaç yüz metre ötende ana geminin koca gövdesiyle sulara gömüldüğünü görüyorsun. Henüz gemi tam batmış değil, ama anbean okyanus tarafından yutuluyor. Devasa bir dalga kıyıya doğru yöneliyor, sanki doğanın da bu savaşa dahil olduğunu kanıtlar gibi. Çarpışmanın ardından oluşan o koca su kütlesi yelpaze gibi açılıp, sahile yaklaşan küçük bir tsunami oluşturuyor. Uzaklardan gelen kum fırtınasına benzeyen su duvarını ve köprücüklerinden yükselen beyaz köpükleri fark ettiğinde, miden hafifçe kasılıyor. Son iki gündür yaşananlar, böylesine büyük bir yıkımı beklemene rağmen yine de her seferinde kalbini sıkıştırıyor.

Bu sırada, ışınlandığın noktanın savaş alanının biraz daha gerisinde olduğunu anlıyorsun. Geniş, ıslak toprakta oraya buraya savrulmuş düşman askeri enkazlarını gözlerinle tarıyorsun. Dünyalıların sayısı iyice azalmış gibi duruyor. Himotalı demir askerlerin ve diğer müttefik kuvvetlerin, geride kalan Dünya askerlerini temizlediğini görmek bir nebze olsun içini rahatlatıyor. Buna rağmen hala patlamalar ve haykırışlar duyuluyor; tam bir huzurdan söz etmek imkansız. Derken bir anda kulaklarında tanıdık bir ses yankılanıyor. "Livei!" diyen sıcak ve heyecanlı bir ses. Döndüğünde, Bok’u fark ediyorsun. Sadece birkaç metre ötede, hafifçe nefes nefese kalmış biçimde duruyor. Bok seninle göz göze gelir gelmez zorlukla da olsa gülümsüyor, ellerini dizlerine dayayıp toparlanmaya çalışıyor. Son birkaç dakikanın dehşetini ikiniz de kelimelere dökemeseniz de bakışlardan her şey okunuyor. Bok "Çok yakında Dünya’nın yeni destek kuvvetleri gelecek, daha büyük bir dalgayı karşılayacak enerjimiz kalmadı artık." diyor. "İkinci Kıta’ya geçmemiz gerekiyor. Zaten hem Thrao hem de diğer hükümetler de bu plan üzerinde hemfikir."

Tam o anda, gökyüzünde bir ışık, göz bebeklerinde beklenmedik bir pırıltı oluşturuyor. Bok’un şaşkınlık ve korku dolu ifadesini görünce sen de yukarı bakma ihtiyacı hissediyorsun. Hemen fark ediyorsun ki, neredeyse önceki geminin belirdiği yerde, göğün derinliklerine uzanan yeni bir uzay gemisi iniyor. Öncekinden daha gösterişli ve çok daha büyük olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Sanki yaşanan her büyük yıkımın ardından daha da devasa, daha korkunç bir varlık sıraya giriyormuş gibi hissediyorsun. Gemi ışınlanır gibi aniden ortaya çıkıyor, bulutların örtüsünü yarıyor ve muazzam bir siluetle gökyüzünü kaplıyor. Binlerce asker geminin alt kapaklarından akıyor, gökyüzünde mühürlenmiş karanlık tünellerden sanki karınca ordusu gibi diziliyorlar. Çevredeki askerler, demir kaplı Himotalılar bile durup gemiye bakıyor. Yeni ve taze kuvvetlerin, bu bitap düşmüş cepheyi alt etmesinin çok da zor olmayacağı ortada. İçinde tarif edilemez bir çaresizlik beliriyor, yine de yüzündeki keskin ifadeyi korumaya gayret ediyorsun. Bok yanına yürüyüp omzuna dokunuyor ve bakışları ciddileşiyor. "Başlıyoruz." diyor. Dünyalıların ikinci dalgasına karşı direnmek, tahmin ettiğinizden çok daha zor olacak. Ama ne olursa olsun, başka seçeneğiniz yok. Yeniden içindeki bütün korkuyu bastırıp savaşmaya hazırlanıyorsun. Kalbinde Mitga’nın, Meinsu’nun, tüm kaybettiklerinin adı dolaşıyor.

Daha fazla ölüm olmamalı.

Re: [Ana Kurgu] Yıkım

#32
Göz açıp kapayıncaya kadar kendini tanıdık toprakların zemininde bulmuştu. Bir süre durup nefesini düzenlemesi gerekti. Gerçekten çok yorulmuştu. Bütün vücudu acıyla sızlıyordu. Biraz evvel içinde bulunduğu ve sabote ettiği gemi şu anda okyanus sularına gömülüyordu. Geminin çarpmasının etkisiyle öyle büyük bir dalga oluşmuştu ki adeta küçük çaplı bir tsunami gibi çevredeki her şeyi silip süpürmüştü. "Gezegenin amına koydular..." diye mırıldandı kendi kendine Livei. Sonra bu söylediği şeye trajik bir şekilde hafifçe kıkırdadı. Bu tarz laflar Friks'ten sonra ağzına takılmıştı. Livei öncesinde hiç böyle konuşan bir insan değildi. İçine doğduğu, büyüdüğü, canı pahasına savunduğu toprakları bu trajedinin ortasında görmek Livei'nin karnına sancılar girmesine sebep oluyordu. Keşke küfür etmenin, bağırıp çağırmanın ya da birkaç insan tokatlamanın bir faydası olacak olsaydı. Derin bir iç çekti. Savaş henüz bitmemişti bile. Hatta yarısında bile değillerdi.

Livei bulunduğu konumdan savaş alanını rahatça görebiliyordu. Her yer Dünyalı robot askerlerin enkazları ile doluydu. Arada bazı gerçekten ölü insanlar vardı. Kimisi onlara aitti kimisi de karşı tarafa. İlk dalga düşmanların sayısı ciddi anlamda azalmıştı. Himotalı askerler hala büyük bir azimle kalan son düşmanları püskürtüyorlardı. Etrafta hiçbir tanıdık yüz göremiyordu. Ne Mutlak Son'dan birilerini, ne Max'i, ne de Mabi'yi. Silah ve bağırış sesleri dışında bir tek kendi nefes sesini duyabiliyordu. Tam kendini ıslak toprağa bırakacaktı ki çok ihtiyaç duyduğu birisinin o tanıdık ses tonunu duydu. Çocukken markette annesini kaybettiğini zannettiği o ufacık zaman diliminde onun sesini duymuş ve onun elini tutarak kendini yeniden güvende hissetmiş gibi nostaljik bir duygu kaplamıştı içini bir anda. Bakışlarını sesin geldiği yöne çevirdiğinde karşısında savaştan bitap düşmüş Bok'u buldu. Kendini zar zor toparlayarak ayakta durmaya çalışıyordu. Livei kalan son gücünü kullanarak ona doğru koştu ve sımsıkı sarıldı. Bok ona anında kötü haberleri vermişti. Dünya'nın ikinci dalga destek kuvvetleri gelmek üzereydi. Ve bunu karşılayacak güçleri kalmamıştı. Bu savaşı şimdilik Dünya kazanacaktı. "Biz yapmamız gerekeni yaptık, değil mi?" diye sordu onay ister bir ses tonuyla. Buna inanmak istiyordu. Dünya'ya gözdağı verdiğine, onlara gereken cevabı verdiğine inanmak istiyordu. Zaten Dünya'ya karşı kazanmayı planlamamışlardı, değil mi? İkinci Kıta'ya gidip orada toplanacaklardı. Planın esas kısmı oradaydı. Ve onlar Ingenium'u ele geçirmek ile meşgulken bu işin başındakileri bulup onları öldüreceklerdi. Dünya'yı savaş ile yenmelerine imkan yoktu, ancak suikast ile bir şansları olurdu. Yine de ufak da olsa bir hayal kırıklığı hissetmeden edemedi. Livei'nin tahmin ettiğinden çok daha güçlüydüler.

Tam o esnada gökyüzünde gözleri kamaştıran dehşette parlak bir ışık belirdi. Başını kaldırıp yukarı baktığında, önceki geminin olduğu yerde, ondan çok daha büyük ve görkemli bir başka gemi oluşmuştu. Bir anda ortaya çıkmıştı ve hiç vakit kaybetmeden ön kapaklarını açarak içinden yüzlerce askeri dışarı göndermişti. Burada savaşmakta diretmeye devam ederlerse öleceklerdi. Hem boşa enerji hem de askeri güç harcamış olacaklardı. "Eve gitmek istiyorum." dedi titrek ve ağlamaklı bir ses tonuyla. Ev neresiydi? Artık bir evi var mıydı? Bok'a baktı. Hazır olması gerektiğini söylüyordu. Artık "ev" sayabileceği tek şey sevdiklerinin yaşayan gözleriydi. "Geri çekiliyoruz." dedi Bok'a, kesin ve kararlı bir ses tonuyla. Saati aracılığıyla herkese anons etti. "Geri çekiliyoruz. Herkes geri çekilmeye hazırlansın. Son enerjinizi boşa harcamayın. Planın diğer kısmına geçiyoruz." Livei herkese zaman kazandırmak için son olarak savaş alanına giriş yapacak ve mekanik askerleri durdurmak için kalan son enerjisiyle Neon - Yıkım ve Neon - Aydınlık Kalkan kullanacaktı. Bununla herkese geri çekilmek için zaman kazandırabilmeyi umuyordu. Sonra da hızla ışınlanacaktı ve ekibinin kalanıyla İkinci Kıta'da yeniden bir araya gelmeyi umacaktı.
Image
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Yıkım

#33
Alt katlara doğru giden keşfim sırasında, pekte beklediğim bir görüntü alamamıştım. Burası daha çok, harabe olmuş bir geminin içi gibi duruyordu. Sağa sola devrilmiş kaplamalar, patlamış borular ve kıvılcımlı elektrik aksamları, geçen her bir saniye beni tehdit ediyordu. Kan izleri ve yanık izleri zeminde iz bırakmıştı, bir savaş alanı olduğu çok belliydi. Bu geminin çok uzun bir süre ayakta kalamayacağını biliyordum. Uyarı sinyalleri derin bir sessizliğe bürünmüş, metal plakaların sesi iyice şiddetlenmeye başlamıştı. Sanki bir uçuruma yaklaşmış gibiydim, her an ayağım boşluğa gidebilir ve bu siktiri boktan yerde yok olabilirdim. Girdiğim depo gibi bölme bile nasibini almıştı tüm bu yaşananlardan. Geminin ani sarsılışıyla birlikte, ileriye gitmekten aciz kalmıştım. Zemin altımdan kayıyordu, sabit bir şekilde durmak mümkün bile değildi artık. Metal kirişlerden birinin üst taraftan düşmesiyle birlikte, iyice gerilmeye başlamıştım. Sanırım buraya inmekle yanlış bir tercih yapmıştım, ancak bunu şimdi anlayabiliyordum.

Işıklar sürekli kesilip geri gelmeye başladığında, bu iş iyice korkunçlaşmaya başlamıştı. Bir yandan duruşumu korumaya çalışıyor, bir yandan adrenalinden patlayacak kalbimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Geminin kurtulma şansının çoktan bittiğini düşünmeye başlıyordum. Hoparlör büyük bir patırtıyla inlemiş, sonrasında çok tiz bir ses yükselmişti. Dış gövdede bir darbe ya da patlama sesleri vardı ancak hangisinin olduğuna dair bir ayrım yapamıyordum. Kurtulmak için çok az bir zamanım varmış gibi hissediyordum, zira gemi sola yatmaya başlamıştı bile. Artık ne kadar zamanım kalmıştı hiç emin değildim, dengede durabilmek için kolonlardan birini tutmuştum. Tabanımdan yukarıya gelmeye başlayan ısı dalgasıyla birlikte, burası benim için bir cehenneme dönmeye başlıyordu. Daha ölmeden cehennemin kendisini tatmaya başlamıştım.

Kulaklarıma gelen güçlü bir rüzgar uğultusu ile birlikte gemi son bir kez inlemiş, ardından büyük bir çarpma etkisini bedenimde hissettirmişti. Kafam metal bir sütuna çarpmıştı, gözlerim ani bir şekilde kararmış ve tüm görüşümü kaybetmiştim. Bütün kemiklerim bu acıyı hissettirmek için titreşiyordu sanki. Sırtımı öylesine sert vurmuştum ki, tüm nefesim kesilmişti. Ölmüşüm de, sanki ölemiyormuşum gibi hissediyordum. Vücudumda hissettiğim acıdan, akan kanımı bile fark edemiyordum artık. Gözkapaklarım ağırlaşmaya başlıyordu, muhtemelen çok büyük bir hasar almıştım. Okyanusun dibine doğru ilerlemeye başlayan bu gemiden kurtulmam gerekiyordu, en azından geri dönebilirsem tedavi alabilirdim. Burada ölmek istemiyordum, en azından dostlarımın yanında ölmek benim için daha güzel olurdu. Bu boktan yerde ölemezdim. Suyun altında titreşen saatimin ufak ışığı, bir umut ışığıydı benim için. Bir an önce dostlarımın yanında ışınlanmak istiyordum. Frip'in yanına ışınlanmak için saatime doğruldum. Canım karımın yanına gidersem, her şey daha iyi olur diye düşünüyordum...
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Ana Kurgu] Yıkım

#34
Livei: Geminin güvertesinde kopan dehşetten uzaklaşarak kendini bir an için güvende bulabiliyorsun ve şimdi çevrene bakıyorsun. Üstüne sinen barut ve yağmur kokusu, vücudundaki derin yorgunluğu daha da belirgin hale getiriyor. Son hamleni gerçekleştirmek üzere kararlılıkla öne çıkıyorsun. Dünyalıların ikinci dalgası seni tehdit etmeden önce, etraftaki mekanik askerleri oyalamak zorundasın. Pelerininden damlayan sular eşliğinde, gözlerinde kararlı bir parıltı hissediyorsun. Mekanik askerler her an çoğalıyor gibi görünse de, ortalıkta büyük bir kargaşa hakim. İçindeki acıyı bastırmaya çalışarak Neon - Yıkım stilini etkinleştiriyorsun. Bu dalga, yakındaki elektronik devreleri ve silah sistemlerini bozmayı başarıyor. Askerlerin bir kısmı sendeleyerek silahlarından beklenmedik kıvılcımlar çıkartıyor, patlayıcılar etkisiz kalıyor. Bu kısa ama kritik zaman dilimi, sana son hamleni yapmak için ihtiyacın olan anı sağlıyor. Hemen ardından Neon - Aydınlık Kalkan’ın önünde beliriyor. Bu şiddetli parlaklık, hem sana fiziksel bir koruma sağlıyor hem de karşındaki askerlerin optik sensörlerini ve otomatik hedefleme sistemlerini şaşırtacak kadar yoğun bir ışık yayıyor. Bu esnada sen de askerlerin mermilerinden ve lazerlerinden sıyrılabiliyor, ufak tefek sıyrıklar alıyorsan da büyük bir darbe yemiyorsun.

İşini tamamladığını hissedince, saatine dokunuyorsun. Gözlerini tekrar açtığında, kendini İkinci Kıta’nın merkezindeki kalabalık bir direniş üssünde buluyorsun. Yağmurun ve savaşın izlerini taşıyan kıyafetlerinle nefes nefese kalmış halde etrafına göz gezdiriyorsun. Kısa süre sonra Shisha’yı, Bok’u, Wændz’i, Mavi’yi, Friks’i ve birçok tanıdık yüzü görmeye başlıyorsun; çoğu senin kadar yorgun, üzerlerinde çamur ve savaşın izleri var. Yanlarına koşan bilim insanlarının, sizi kıyı bölgesine yardıma davet ettiğini duyuyorsun. Yarı sendeleyerek onlara katılmak üzere harekete geçiyorsun. Arada sendeleyen bir askere rastlayıp hızla göz göze geliyorsun; o da sana minnetle bakıyor. İçin titreyerek yeniden savaşa hazır olman gerektiğini hatırlıyorsun. Geminin düşüşünü aklından kısa bir kesit gibi geçirip Mabi'nin durumunu içten içe merak ediyorsun. Böylece derin bir nefes alıp yoluna devam ediyorsun. Dünyalıların bir sonraki adımını bilmesen de, sevdiklerinin bir kısmını kurtarmayı başardığın ve bir süre soluklanacağın için küçük de olsa bir rahatlama hissediyorsun.

Mabi: Kendini kaybetmek üzereyken saatindeki hafif titreşim sana bir umut ışığı gibi görünüyor. Bir hamle yapman gerektiğini fark edip, buz kesilmiş ellerinle o tuşları bulmaya çalışıyorsun. Düşünceler bulanık; ama seni ayakta ya da hayatta tutmaya yetecek kadar net. Saniyeler kaldığını hissediyorsun. Son bir çabayla kolunu kaldırıyor, titreşimi etkinleştiriyorsun. Gözlerinin önünde bir parlama oluyor; sonra da sert bir rüzgâr ve ılık bir nefes…

Bir anda yüzünü nemli ama tuzlu havaya bırakıyorsun. İkinci Kıta’nın sahilinde, ıslak kumun üzerinde dizlerin üstüne çökmüş hâlde öksürerek akciğerlerinden suyu atmaya uğraşıyorsun. Tüm vücudun zonkluyor, başın dönüyor, ama en azından hala hayattasın. Nefesini düzenlemeye çalışırken, çevreden "Mabi!" diye seslenenlerin olduğunu duyuyorsun. Bakışlarını kaldırınca Livei’yi, Bok’u, Wændz’i ve diğerlerini bulanık bir şekilde görüyorsun. Bazıları sana doğru koşuyor, bazıları ise başka yaralılara müdahale etmek için oradan oraya koşturuyor. Daha tam olarak derin bir nefes bile almadan, ufuk çizgisine kayıyor bakışların. Okyanus üzerinde yaklaşan karaltılar… Sanki gemileri andıran, çok daha fazla gölgenin denize yansıması gibi. İçinde bastırmaya çalıştığın korku yeniden şekilleniyor. Daha hiçbir şey bitmedi.




Birinci Kıta’nın gökleri karardığında, toprağındaki tüm umutlar da ağır bir sisin içine gömüldü. Gedhilfe’nin asırlık surları ilk darbede yıkıldı, Himota’nın gür sesli sancakları sessizliğe gömüldü, Dusha’nın güneşli meydanlarında hüzünlü gölgeler uzadı. Tihami’nin topraklarından yükselen çığlıklar, Djurat’ın destansı hikayelerine gölge düşürdü. Zamanın ve savaşın acımasızlığı, bu beş ülkeyi bir bir ele geçirdi. Dünyalıların istilası, kök salmış her direnci kırdı; devasa makine orduları, yakıcı silahlar ve ilerlemiş teknolojileriyle önlerine çıkan her şeyi kendilerine boyun eğdirdi. Gedhilfe’nin görkemli saraylarından geriye molozlar kaldı, Himota’nın gizemli dağ geçitleri ateşle dağlandı, Dusha’nın cumhuriyet ateşi küllere gömüldü. Tihami ve Djurat’ın muhteşem tarihleriyse karanlık bir sessizliğe gömüldü.

Yeni bir düzen kurulurken, kıtanın büyük bir kısmı yitip gitti. Dünyalılar, barış umudunu kökünden sökerek kendi bayraklarını dalgalandırdı. Geride kalanların azı, dağ geçitlerine veya yer altına saklandı. Ancak çoğu çareyi bir sonraki büyük umuda sığınmakta buldu. İkinci Kıta’ya doğru devasa gemiler yola çıktı. Bu gemiler, her kesimden insanı ve her ülkenin en kıymetli askerlerini taşıyordu. Himota’nın demir adamları, yalnızca inanılmaz bir azimle savaştıkları topraklarından değil, aynı zamanda insani bedenlerinden de vazgeçmişlerdi. Devletlerin kralları, imparatorları, başkanları… Hepsi, yanlarına alabildikleri kadar halkıyla birlikte bu gemilere doluştu. Yolculuk boyunca düşen gözyaşları, arkada bıraktıkları anıların sessiz tanığı oldu.

Uzun bir seyahatin ardından, İkinci Kıta’nın topraklarına adım atıldı. Bu kıtanın halkı, her yeni gelişe merakla ama bir o kadar da tedbirle bakıyordu. Gelenler, büyük acılar ve kayıplar yaşamış, geride bıraktıkları topraklarda hüzünlerini gömmek zorunda kalmışlardı. Yeni bir hayata tutunacak, yeni kentler kuracak, bir yandan da karşılarına bir gün gene çıkacak olan Dünya kuvvetlerine hazırlanacaklardı. Sığındıkları toprakların insanları, kendilerinden bambaşka kültürlerle yaşasa da onlara kapılarını aralamaya razıydı. Yeter ki bu barışçıl yaklaşım korunabilsin.

Şimdi, İkinci Kıta’nın kalbi sayılan Kupria şehrinin geniş meydanında büyük bir kalabalık toplanıyor. İnsanlar, yaralarını sarmaya çalışırken; demir askerlerin bitmek bilmeyen acısı, Kıta’nın yerlilerinin şaşkın bakışlarıyla buluşuyor. Dökülen kandan, yitirilen topraklardan ve tükenen umutlardan sonra burada, yepyeni bir başlangıç arayışı mevcut. Tam da bu sırada, kalabalığın orta yerinde, savaşın ve kaybın izlerini taşıyan Maxwell Fahrner beliriyor. Onu görenler, çatık kaşlarından yorgun gözlerindeki ışıltıya kadar, ne kadar ağır yollardan geçtiğini sezebiliyorlar. Max, çevresine bakıp meydanı dolduran binlerce umutsuz ya da umut arayışındaki insana dönüyor. Sonra sesini yükseltiyor.

"Sevgili dostlar!

Burada, yeni bir başlangıç için toplandık. Birinci Kıta’yı yitirmiş olabiliriz ama ruhumuzu, cesaretimizi ve inancımızı asla kaybetmeyeceğiz. Şu anda İkinci Kıta’nın topraklarındayız; bu kıtada farklı halklar yaşıyor, farklı diller konuşuluyor ve farklı kültürler yeşeriyor. Kimsenin özgürlüğünü veya kimliğini ezmeye hakkımız yok. Buraya gelen herkes, bu toprakların sakinlerine saygı duymalı; onlarla bir bütün, bir ortak hayat kurabilmelidir.

Büyük kitleler halinde İkinci Kıta’ya göç ettik. Barınmamız, beslenmemiz ve düzenli bir hayata geçmemiz gerek. Bu nedenle, henüz insanların yerleşmediği geniş arazilere süratle şehirler kuracağız. Binalarımızı orada yeniden inşa edeceğiz, tarlalarımızı orada yeşerteceğiz, demir askerlerimizi orada düzenleyeceğiz.

Ama sakın sanmayın ki savaşı kaybettik. Biz hala Dünya’yı yeneceğiz. Sabırla, azimle, barışın ve dayanışmanın gücüyle onlara karşı koyacağız. Kimimiz sevdiklerini, kimimiz topraklarını, kimimiz hayallerini bıraktı geride. Ancak burada, ortak bir mücadeleyle yeniden doğacağız. İhanete uğradık, belki yenildik ama hala buradayız. Bizi yıpratan güç, sonunda bizim kararlılığımızla yenilecek. Çünkü zafere giden yol dayanışmadan, umuttan ve inançtan geçer.

Gördüğüm kadarıyla burada tüm krallarımız, liderlerimiz, askerlerimiz ve halkımız yan yana. Bugün yeniden ayağa kalkıyor ve yaralarımızı sarıyoruz. Bir gün mutlaka toprağımızda yeniden özgürce dolaşacağımızı bilerek mücadele edeceğiz. Umudunuzu kaybetmeyin. Her damla gözyaşının, her çekilen acının, her fedakarlığın bir gün karşılığını bulacağına inanın. Büyük bir aile olduğumuzu asla unutmayın.

Şu devasa orduyu, bu direnci, hep birlikte oluşturacağız. Üstelik yanımızda, bize öncülük edecek iki değerli arkadaşımız var. Bakın, işte Livei Nyawodz ve Mabi Chüimimuta… Bu başarının sembolü, yeni zaferlerin mimarı onlar olacak. Kaybettiğimizi sanıyorlardı; oysa daha yeni başlıyoruz!"


Max, konuşmasını bitirirken ellerini coşkuyla yukarı kaldırıyor. Onun işaretiyle birlikte, kalabalığın içinde zayıf birkaç alkış hızla büyüyor ve görkemli bir tezahürata dönüşüyor. Livei ve Mabi’nin adının tekrar tekrar yüksek sesle haykırıldığı duyuluyor. Onlar yanına gelince, Max onları kalabalığa dönüp işaret ederek yeniden haykırmalarını sağlıyor. Demir askerlerden, İkinci Kıta’nın yerlilerinden, göçle gelen binlerce insandan oluşan bu derme çatma halk topluluğu, yorgun ama kararlı yüzlerini gökyüzüne çeviriyor. Birinci Kıta geride kaldı, ama umutları burada yeniden yeşermeye başlıyor. Geride kalan kayıpların anıları içlerinde acı bir iz bıraksa da, geleceklerine dair güçlü bir inanç şekilleniyor.

Ve böylece, savaşın dumanı hala uzak ufuklarda tütüyorken, İkinci Kıta’nın kalbinde yepyeni bir hayat filizleniyor. Koca bir halk, tarihinin en büyük yaralarını sararken; cesaretle ve dayanışmayla ikinci bir destanı yazmak üzere ilk adımlarını atıyor.
Off Topic
Konu sonlanmıştır. Önümüzdeki Cumartesi yeni bir başlangıca adım atacağız.

Ödüller
Livei Nyawodz
• 500 IP
• 10000 PBF

Mabi Chüimimuta
• 500 IP
• 10000 PBF
Locked

Return to “Himota İmparatorluğu (Dünya Kontrolünde)”

cron