Mabi: Hızlı adımlarla alt kata inmeye başlarken, içinde durmaksızın yükselen bir kaygıyı da peşinden sürüklüyorsun. Koridorlar, sabit ve güvenli olmaktan çok uzak; sağa sola devrilmiş kaplamalar, kimisi patlamış borular ve kıvılcımlı elektrik aksamları hem gözü hem de bedeni tehdit ediyor. Önceki çatışmanın bıraktığı izler, kan izleri ve yanık lekeleriyle karışmış halde zemini süslüyor. Zihninde dönen tek düşünce, hedefinin, ya da dengesini kaybetmiş bu geminin çok uzun süre ayakta kalamayacağı. Geminin içine dağılmış boğuk uyarı sinyalleri bir an sessizliğe bürünüyor, ardından metal plakaların iniltisi daha şiddetli bir homurtuya dönüşüyor. Bir yamacın ucundaymışsın gibi hissediyorsun; herhangi bir saniyede, bulunduğun zemin tümüyle kayıp seni dev bir boşluğa gönderecekmiş gibi. Kısa bir koridorun ardından geniş bir bölmeye giriyorsun. Duvar boyunca sıralanmış kabin benzeri kutuların bir kısmı ezilmiş, bazıları patlamayla deforme olmuş. Ortamın metalik kokusuna eklenen ozon ve yanık plastik kokusu, nefesini yakacak kadar keskin. Tam ileriye gitmeye hazırlanıyorsun ki, aniden gemi sarsılıyor. Sanki dev bir el gemiyi tutup yana savurmuş gibi. Zemin ayağının altından kayıyor; dengesini zorlukla sağlarken, metal kirişlerden biri gümbürdeyerek üst taraftan düşüyor. Bir saç telin kadar uzakta, yere çapıp kıvılcım yağmuru yaratıyor. Soluğun kesik kesik, dizlerin titrerken bir şeylerin hızla ters gittiğini seziyorsun: Geminin artık havada değil de âdeta hızla alçaldığına dair çok güçlü bir his var.
Bir anda bütün ışıklar kesilip geri geliyor, ardından tekrar sönüyor. Bu ritim, geminin kalp atışları misali dengesizce tekrarlanıyor. Duruşunu korumaya çabalıyorsun, fakat bir yanın geminin çoktan kurtarılma şansını yitirdiğini söylüyor. İniltiler giderek artarken bir dizi hoparlör patırtıyla gürlüyor ve kulak tırmalayan bir tiz ses yükseliyor. Dış gövdede yankılanan darbe ya da patlama sesleri duyuyorsun. Bu an, kurtulmak için artık gerçekten çok az zaman kaldığını hissettiren son işaret gibi. Gemi, beklemediğin bir hızla sola yatıyor. Kendini metal bir kolona tutunmuş halde buluyorsun. Bu sırada tabandan yukarı yükselen kavurucu bir ısı dalgası, alt kattan gelmiş olabileceği izlenimi veriyor. Ama şimdi bu detayı düşünmek lükse dönüşmüş durumda; gemi resmen düşüyor. Gövden, sarsıntı yüzünden neredeyse havaya savruluyor, elin kolonun pürüzlü kenarına son anda tutunmayı başarıyor. Kısa bir an için kulaklarında güçlü bir rüzgar uğultusu duyuyor, sonra gemi belki de son kez inliyor ve ansızın büyük bir çarpma hissediyorsun. Başın, metal sütuna çarpıyor; bir göz kararmasıyla gürültü patlaması aynı anda yaşanıyor. Dünyan bembeyaz kesiliyor, titreşim bütün kemiklerine yayılıyor. Sanki iki dünya birbirine çarpışmış gibi bir darbe hissi. Vücudun havada uçuyormuş gibi hissediyor, katı metal zemin öyle bir vuruyor ki nefesinin kesilmesine engel olamıyorsun. Ardından bir boşluk... tüm duyularını sisli bir uçurum yutmuş gibi. Zaman çok yavaşlamış veya tamamen durmuş olabilir; hatların arasında sadece donuk bir uğultu ve muazzam bir basınç hissi var.
Vücudunda kesif bir acı geziniyor, farkında olmadığın yaralarından sızan kanın sıcaklığını dahi tam algılayamıyorsun. Gözkapakların açılmayacak kadar ağırlaşıyor. Birden, her yanını sıkıştıran soğuk suyun varlığını hissediyorsun; gemi artık yalnızca gökyüzünde değil, okyanusun dibine doğru ilerliyor. Zifiri bir karanlıkla birlikte suyun ıslak dokusu üstünde ağırlık kurmuş durumda. Tüm kabin, sularla doluyor. Ciğerlerinin her kasılmasında soluğunun tükendiğini fark ediyorsun. Göğsünü bıçak gibi kesen basınç, kulaklarında zonklayan bir acıya dönüşüyor. Bir kez daha gözlerini aralamayı denedin mi, yoksa çoktan bayılmış mıydın, karıştırıyorsun. İçinde zayıf bir ses "Buradan kurtulman gerek." diye haykırsa da bedenin itaat etmiyor. Dağılmış metal levhalar ve suyun karanlığı sana mezar olmak üzere. Bir yandan, sanki zihninin kıyısında bir ışık yanıp sönüyor. Fark ediyorsun ki, göz bebeklerinin önüne sızan bir mavimsi parıltı var. Saatin hala bileğinde. Bir mucize gibi, su altındayken de ekranda titreşen ufak bir ışık görüyorsun.
Livei: Kendini güvenli bir yere ışınladıktan sonra, önce birkaç saniye durup nefesini düzenlemeye çalışıyorsun. Vücudunun her noktasında sanki bir başka acı yankılanıyor; içinde bulunduğun gerilimin, savaştaki yıpranışın izleri ellerinden dizlerine kadar sızlıyor. Biraz önce yaşanan o çılgın gemi çarpışmasını hafızandan silebilmen mümkün değil, ama en azından şu an için hayatta ve nispeten rahat bir yerde olduğunu fark ediyorsun. Kısa bir soluklanmaya ihtiyacın olduğu kesin. Derin bir nefes alıp kafanı kaldırdığında, birkaç yüz metre ötende ana geminin koca gövdesiyle sulara gömüldüğünü görüyorsun. Henüz gemi tam batmış değil, ama anbean okyanus tarafından yutuluyor. Devasa bir dalga kıyıya doğru yöneliyor, sanki doğanın da bu savaşa dahil olduğunu kanıtlar gibi. Çarpışmanın ardından oluşan o koca su kütlesi yelpaze gibi açılıp, sahile yaklaşan küçük bir tsunami oluşturuyor. Uzaklardan gelen kum fırtınasına benzeyen su duvarını ve köprücüklerinden yükselen beyaz köpükleri fark ettiğinde, miden hafifçe kasılıyor. Son iki gündür yaşananlar, böylesine büyük bir yıkımı beklemene rağmen yine de her seferinde kalbini sıkıştırıyor.
Bu sırada, ışınlandığın noktanın savaş alanının biraz daha gerisinde olduğunu anlıyorsun. Geniş, ıslak toprakta oraya buraya savrulmuş düşman askeri enkazlarını gözlerinle tarıyorsun. Dünyalıların sayısı iyice azalmış gibi duruyor. Himotalı demir askerlerin ve diğer müttefik kuvvetlerin, geride kalan Dünya askerlerini temizlediğini görmek bir nebze olsun içini rahatlatıyor. Buna rağmen hala patlamalar ve haykırışlar duyuluyor; tam bir huzurdan söz etmek imkansız. Derken bir anda kulaklarında tanıdık bir ses yankılanıyor. "Livei!" diyen sıcak ve heyecanlı bir ses. Döndüğünde, Bok’u fark ediyorsun. Sadece birkaç metre ötede, hafifçe nefes nefese kalmış biçimde duruyor. Bok seninle göz göze gelir gelmez zorlukla da olsa gülümsüyor, ellerini dizlerine dayayıp toparlanmaya çalışıyor. Son birkaç dakikanın dehşetini ikiniz de kelimelere dökemeseniz de bakışlardan her şey okunuyor. Bok "Çok yakında Dünya’nın yeni destek kuvvetleri gelecek, daha büyük bir dalgayı karşılayacak enerjimiz kalmadı artık." diyor. "İkinci Kıta’ya geçmemiz gerekiyor. Zaten hem Thrao hem de diğer hükümetler de bu plan üzerinde hemfikir."
Tam o anda, gökyüzünde bir ışık, göz bebeklerinde beklenmedik bir pırıltı oluşturuyor. Bok’un şaşkınlık ve korku dolu ifadesini görünce sen de yukarı bakma ihtiyacı hissediyorsun. Hemen fark ediyorsun ki, neredeyse önceki geminin belirdiği yerde, göğün derinliklerine uzanan yeni bir uzay gemisi iniyor. Öncekinden daha gösterişli ve çok daha büyük olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Sanki yaşanan her büyük yıkımın ardından daha da devasa, daha korkunç bir varlık sıraya giriyormuş gibi hissediyorsun. Gemi ışınlanır gibi aniden ortaya çıkıyor, bulutların örtüsünü yarıyor ve muazzam bir siluetle gökyüzünü kaplıyor. Binlerce asker geminin alt kapaklarından akıyor, gökyüzünde mühürlenmiş karanlık tünellerden sanki karınca ordusu gibi diziliyorlar. Çevredeki askerler, demir kaplı Himotalılar bile durup gemiye bakıyor. Yeni ve taze kuvvetlerin, bu bitap düşmüş cepheyi alt etmesinin çok da zor olmayacağı ortada. İçinde tarif edilemez bir çaresizlik beliriyor, yine de yüzündeki keskin ifadeyi korumaya gayret ediyorsun. Bok yanına yürüyüp omzuna dokunuyor ve bakışları ciddileşiyor. "Başlıyoruz." diyor. Dünyalıların ikinci dalgasına karşı direnmek, tahmin ettiğinizden çok daha zor olacak. Ama ne olursa olsun, başka seçeneğiniz yok. Yeniden içindeki bütün korkuyu bastırıp savaşmaya hazırlanıyorsun. Kalbinde Mitga’nın, Meinsu’nun, tüm kaybettiklerinin adı dolaşıyor.
Daha fazla ölüm olmamalı.
Bir anda bütün ışıklar kesilip geri geliyor, ardından tekrar sönüyor. Bu ritim, geminin kalp atışları misali dengesizce tekrarlanıyor. Duruşunu korumaya çabalıyorsun, fakat bir yanın geminin çoktan kurtarılma şansını yitirdiğini söylüyor. İniltiler giderek artarken bir dizi hoparlör patırtıyla gürlüyor ve kulak tırmalayan bir tiz ses yükseliyor. Dış gövdede yankılanan darbe ya da patlama sesleri duyuyorsun. Bu an, kurtulmak için artık gerçekten çok az zaman kaldığını hissettiren son işaret gibi. Gemi, beklemediğin bir hızla sola yatıyor. Kendini metal bir kolona tutunmuş halde buluyorsun. Bu sırada tabandan yukarı yükselen kavurucu bir ısı dalgası, alt kattan gelmiş olabileceği izlenimi veriyor. Ama şimdi bu detayı düşünmek lükse dönüşmüş durumda; gemi resmen düşüyor. Gövden, sarsıntı yüzünden neredeyse havaya savruluyor, elin kolonun pürüzlü kenarına son anda tutunmayı başarıyor. Kısa bir an için kulaklarında güçlü bir rüzgar uğultusu duyuyor, sonra gemi belki de son kez inliyor ve ansızın büyük bir çarpma hissediyorsun. Başın, metal sütuna çarpıyor; bir göz kararmasıyla gürültü patlaması aynı anda yaşanıyor. Dünyan bembeyaz kesiliyor, titreşim bütün kemiklerine yayılıyor. Sanki iki dünya birbirine çarpışmış gibi bir darbe hissi. Vücudun havada uçuyormuş gibi hissediyor, katı metal zemin öyle bir vuruyor ki nefesinin kesilmesine engel olamıyorsun. Ardından bir boşluk... tüm duyularını sisli bir uçurum yutmuş gibi. Zaman çok yavaşlamış veya tamamen durmuş olabilir; hatların arasında sadece donuk bir uğultu ve muazzam bir basınç hissi var.
Vücudunda kesif bir acı geziniyor, farkında olmadığın yaralarından sızan kanın sıcaklığını dahi tam algılayamıyorsun. Gözkapakların açılmayacak kadar ağırlaşıyor. Birden, her yanını sıkıştıran soğuk suyun varlığını hissediyorsun; gemi artık yalnızca gökyüzünde değil, okyanusun dibine doğru ilerliyor. Zifiri bir karanlıkla birlikte suyun ıslak dokusu üstünde ağırlık kurmuş durumda. Tüm kabin, sularla doluyor. Ciğerlerinin her kasılmasında soluğunun tükendiğini fark ediyorsun. Göğsünü bıçak gibi kesen basınç, kulaklarında zonklayan bir acıya dönüşüyor. Bir kez daha gözlerini aralamayı denedin mi, yoksa çoktan bayılmış mıydın, karıştırıyorsun. İçinde zayıf bir ses "Buradan kurtulman gerek." diye haykırsa da bedenin itaat etmiyor. Dağılmış metal levhalar ve suyun karanlığı sana mezar olmak üzere. Bir yandan, sanki zihninin kıyısında bir ışık yanıp sönüyor. Fark ediyorsun ki, göz bebeklerinin önüne sızan bir mavimsi parıltı var. Saatin hala bileğinde. Bir mucize gibi, su altındayken de ekranda titreşen ufak bir ışık görüyorsun.
Livei: Kendini güvenli bir yere ışınladıktan sonra, önce birkaç saniye durup nefesini düzenlemeye çalışıyorsun. Vücudunun her noktasında sanki bir başka acı yankılanıyor; içinde bulunduğun gerilimin, savaştaki yıpranışın izleri ellerinden dizlerine kadar sızlıyor. Biraz önce yaşanan o çılgın gemi çarpışmasını hafızandan silebilmen mümkün değil, ama en azından şu an için hayatta ve nispeten rahat bir yerde olduğunu fark ediyorsun. Kısa bir soluklanmaya ihtiyacın olduğu kesin. Derin bir nefes alıp kafanı kaldırdığında, birkaç yüz metre ötende ana geminin koca gövdesiyle sulara gömüldüğünü görüyorsun. Henüz gemi tam batmış değil, ama anbean okyanus tarafından yutuluyor. Devasa bir dalga kıyıya doğru yöneliyor, sanki doğanın da bu savaşa dahil olduğunu kanıtlar gibi. Çarpışmanın ardından oluşan o koca su kütlesi yelpaze gibi açılıp, sahile yaklaşan küçük bir tsunami oluşturuyor. Uzaklardan gelen kum fırtınasına benzeyen su duvarını ve köprücüklerinden yükselen beyaz köpükleri fark ettiğinde, miden hafifçe kasılıyor. Son iki gündür yaşananlar, böylesine büyük bir yıkımı beklemene rağmen yine de her seferinde kalbini sıkıştırıyor.
Bu sırada, ışınlandığın noktanın savaş alanının biraz daha gerisinde olduğunu anlıyorsun. Geniş, ıslak toprakta oraya buraya savrulmuş düşman askeri enkazlarını gözlerinle tarıyorsun. Dünyalıların sayısı iyice azalmış gibi duruyor. Himotalı demir askerlerin ve diğer müttefik kuvvetlerin, geride kalan Dünya askerlerini temizlediğini görmek bir nebze olsun içini rahatlatıyor. Buna rağmen hala patlamalar ve haykırışlar duyuluyor; tam bir huzurdan söz etmek imkansız. Derken bir anda kulaklarında tanıdık bir ses yankılanıyor. "Livei!" diyen sıcak ve heyecanlı bir ses. Döndüğünde, Bok’u fark ediyorsun. Sadece birkaç metre ötede, hafifçe nefes nefese kalmış biçimde duruyor. Bok seninle göz göze gelir gelmez zorlukla da olsa gülümsüyor, ellerini dizlerine dayayıp toparlanmaya çalışıyor. Son birkaç dakikanın dehşetini ikiniz de kelimelere dökemeseniz de bakışlardan her şey okunuyor. Bok "Çok yakında Dünya’nın yeni destek kuvvetleri gelecek, daha büyük bir dalgayı karşılayacak enerjimiz kalmadı artık." diyor. "İkinci Kıta’ya geçmemiz gerekiyor. Zaten hem Thrao hem de diğer hükümetler de bu plan üzerinde hemfikir."
Tam o anda, gökyüzünde bir ışık, göz bebeklerinde beklenmedik bir pırıltı oluşturuyor. Bok’un şaşkınlık ve korku dolu ifadesini görünce sen de yukarı bakma ihtiyacı hissediyorsun. Hemen fark ediyorsun ki, neredeyse önceki geminin belirdiği yerde, göğün derinliklerine uzanan yeni bir uzay gemisi iniyor. Öncekinden daha gösterişli ve çok daha büyük olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Sanki yaşanan her büyük yıkımın ardından daha da devasa, daha korkunç bir varlık sıraya giriyormuş gibi hissediyorsun. Gemi ışınlanır gibi aniden ortaya çıkıyor, bulutların örtüsünü yarıyor ve muazzam bir siluetle gökyüzünü kaplıyor. Binlerce asker geminin alt kapaklarından akıyor, gökyüzünde mühürlenmiş karanlık tünellerden sanki karınca ordusu gibi diziliyorlar. Çevredeki askerler, demir kaplı Himotalılar bile durup gemiye bakıyor. Yeni ve taze kuvvetlerin, bu bitap düşmüş cepheyi alt etmesinin çok da zor olmayacağı ortada. İçinde tarif edilemez bir çaresizlik beliriyor, yine de yüzündeki keskin ifadeyi korumaya gayret ediyorsun. Bok yanına yürüyüp omzuna dokunuyor ve bakışları ciddileşiyor. "Başlıyoruz." diyor. Dünyalıların ikinci dalgasına karşı direnmek, tahmin ettiğinizden çok daha zor olacak. Ama ne olursa olsun, başka seçeneğiniz yok. Yeniden içindeki bütün korkuyu bastırıp savaşmaya hazırlanıyorsun. Kalbinde Mitga’nın, Meinsu’nun, tüm kaybettiklerinin adı dolaşıyor.
Daha fazla ölüm olmamalı.