Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#31
Livei şefin taşaklarına okkkkalı bir tekme yapıştırınca içinin yağları erimişti resmen. Koskoca adamın acıyla yere yığılışını izlemek çok zevkliydi. Livei'nin suratında bu sahneyi seyrederken nasıl bir ifade vardıysa Mabi çok garip bir yüz ifadesiyle ona bakmıştı bir süre. Arenaya üçüncü bir adamın girişinin hemen ardından Bok da şak diye ortalarına atlamış ve iki adamı tek başına halletmişti. Böylece kabile şefinin de onların galibiyetini ilan etmekten başka şansı kalmamıştı. Livei, şefin övgü dolu sözlerini ve kabilenin hediyelerini alırken gururlanan Mabi'yi yüzünde kocaman sinsi bir gülümsemeyle seyretti. Onları küçük lokma sanmışlardı herhalde.

Artık şefin onayını alıp onlarla kardeş oldukları için ziyafete katılma zorunluluğundaydılar. Aslında Prui'de daha yeni yemişlerdi. Livei kendini pek de aç hissetmiyordu. O kadar güreştikten sonra Mabi epey aç olsa gerekti. Ton’on Anga’i onlara Dünya tarafından kaçırılan bir vatandaşları olduğunu, onu kurtarabilirlerse tüm güçleriyle kabilecek yardım edeceklerini teklif etmişti. Ne gibi bir yardımları dokunacaktı ki? Oldukça ilkel bir yaşam süren bu kabilenin Dünya karşısında hiçbir şansı yoktu. Yine de adamın üzerinde deney yapıldığını duymak Livei'yi rahatsız etmişti. İkinci Kıta halkının üzerinde deneylerin yürütülüyor olması onlar için tehlikeliydi. O gücü veya gücün kaynağını öğrenmeyi başarırlarsa oyunun sonu gelirdi.

Böylece hep birlikte ziyafet salonuna teşrif ettiler. Kaynayan kazanlarda garip garip kokular buruna çarpıyordu. Kral Thrao baş köşeye geçmiş, kral olmanın nimetlerinden istifade ediyordu. Pek de hoşlanıyor gibiydi. Beleşe güreş maçı da izlemişti, keyfi gıcır olsa gerekti. Kendilerine pek alışık olmayan garip yiyecekleri incelerken Faell'in de onunla aynı hissettiğini gördü Livei. Friks ile yiyecekler üzerine bir sohbetteydiler. Neler midelerine dokunabilir, neler yenebilir bunu tartışıyor gibiydiler. Livei'nin de iştahı hepten kaçmıştı. Yalandan ekmekten biraz koparıp yiyormuş gibi yapıyordu. Mabi'nin diyeceğini bitirmesini bekleyince artık lafı çok da dolandırmadan meseleye getirmek istedi. "Bizi ağırladığınız için çok teşekkürler. Dünya'nın eline düşen vatandaşınızı kurtarmayı çok isteriz. Dünya pis emelleriyle kim bilir ne gibi deneyler üzerinde çalışıyordur. Bizim burada olduğumuzu bildiklerine göre onun oradan bir an önce kurtarılması iyi olacaktır." dedikten sonra ekledi. "Befan Bey bizi size söyleyeceğiniz önemli bir şeyler olduğu gerekçesiyle yönlendirdi. Dünya hakkında bildiğiniz neler var, duymak isterim açıkçası."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#32
Ton’on Anga’i, masadaki muhabbetin ortasında Mabi’nin kendisiyle antrenman talebine gülümseyerek yanıt veriyor. Gözlerinden bir memnuniyet okunuyor. "Güçlü bir savaşçı olduğunu gördüm. Ama yarın yola çıkacaksın. Döndüğünde… o zaman seni özel bir eğitim programına sokacağım. Her şeyi karışık yükleyeceğim sana." Bu sözler üzerine Mabi rahat bir nefes alıyor. Ardından Livei, dünya hakkındaki sorularını dile getiriyor. Ton’on, masasından hafifçe kalkıyor, Mabi, Livei ve Bok’un ortasına oturuyor. Elini masaya koyarak yüzünü onlara çeviriyor ve ciddileşiyor. "Dünya’nın İkinci Kıta’daki bu mistik güçleri ele geçirmek istediğini, buradaki kabilelere dair şeyler araştırdığını öğrendik. Biz Jitmiiler de ne kadar kendi içimize kapalı yaşasak da haberler bize ulaşıyor. Kardeşimize tam da bu yüzden el attıklarını düşünüyoruz. 'Nasıl güçleri var, deney yapıp onlara hükmedebilir miyiz?' diye." Masadaki sohbet bir anda gerilimli bir havaya bürünüyor. Sonra, Ton’on derin bir nefes alıyor ve konuşmasını biraz daha hikaye anlatır gibi sürdürüyor.

"Bir mesele daha var. Yakın zamanda otağıma bir adam geldi. Ortalama boylu, dalgalı saçlı, çenesi kirli sakallı… kırmızı bir güneş gözlüğü, siyah bir kapşonu vardı. Yabancıydı. Bana kültürümüzü, yaşantımızı sordu. Önce davetsiz misafir sandım ama yine de misafire kapımızı kapatmayız diye, belli başlı şeyleri paylaştım. Bir süre burada kaldı, nimetlerimizden yararlandı, pek sıkı biri gibiydi, samimi sohbetler de yaptık. Sonra bir akşam otağımda yine buluştuk. O anda, bana 'Dünya gezegenindenim ama bu boyuttan değilim' gibi şeyler anlattı. Açık konuşmak gerekirse, gülümseyip geçtim. Ne saçmalıyor derken… Bir anda… 'Ben şu an Dünya’nın lideri olan Hiperyus’un farklı bir dönemden gelmiş haliyim' dedi." Ton’on burada duraksıyor, yüzünü diğer yana çeviriyor. Gözlerinde tuhaf bir tiksinti varmış gibi. "Gülümseyip vücudunun türlü yerinden katran sızdırmaya başladı. Gözleri kızardı, bedeni şekil değiştirdi gibi oldu. Ödüm patladı. Evet, ben Ton’on bile korktum o an! Gözlerimi kapattım, açtığımda yok olmuştu. Belki de bu yalan söyleyen bir adamdı, belki çoktan Dünya’yı öğrenmiş bir manipülatördü… Bilmiyorum. Ama gerçekse… Hani şu malum ikili var diyoruz ya… Üç kişiler. Bu bilgi aklınızda bulunsun."

Ton’on bir anda ayağa kalkıyor, sesi eski neşesine döner gibi oluyor. "Daha fazla kasvetli hikaye yok! Bu gece bizim misafirimizsiniz, keyfinize bakın." Kimsenin sözünü beklemeden koltuğuna geri geçiyor. Kısa bir süre daha yemek ve sohbet devam ediyor, ancak anlattıklarıyla ortamda bir şaşkınlık ve merak hakim oluyor.

Zaman ilerledikçe Jitmii kabilesinin şenlik ateşleri sönmeye başlıyor, davullar ve insanlar yavaş yavaş çekiliyor. Misafirlere ayrılmış geniş bir ahşap barınak var. Livei ve Bok aynı odada dinlenmeye çekiliyor. Mabi ise Thrao ile aynı odayı paylaşıyor, çünkü Thrao hafif sarhoş ve anlattığı hikayeler ortalığı neşelendiriyor. Friks ve Faell hala kendi odalarına geçmemiş görünüyor, avlunun loş bir köşesinde bir şeyler fısıldaşarak konuşuyorlar. Gökyüzünde ay ışığı buzullara yansıyarak ürkütücü ama büyüleyici bir manzara oluşturuyor. Herkes birer birer uykuya dalarken, içlerinde hem yarının yolculuğuna dair heyecan hem de Ton’on’un anlattığı tuhaf hikayenin yarattığı bir tedirginlik bulunuyor.

Sabahın erken saatlerinde kabile halkı çoktan ayaklanıyor. Buz gibi rüzgar, ahşap kulübelerin çevresinde dolaşıyor; yine de içleri sıcak. Mabi, Livei, Bok, Friks ve Faell, buluşma alanında toplanıyor. Ton’on Anga’i, gece uykusunu iyi almış gibi görünüyor; yüzünde kararlı bir ifade var. Onları görünce kollarını açarak selam veriyor. "Gitmeden önce sizinle birini tanıştıracağım." Tam bu esnada kısa saçlı, iri yarı bir adam beliriyor. Göğüs kafesi neredeyse Mabi’ninki kadar heybetli, üstünde kürk ceket, kollarında dövmeler var. Ağır adımlarla yanınıza yaklaşıyor. "Merhaba, adım Garo. Hizmetinizdeyim." Ton’on başını sallayarak memnuniyetle gülümsüyor. "Garo’yu da yanınıza alacaksınız. İtiraz yok, değil mi?"

Bok, ekibe hızlıca göz gezdiriyor, kafaların net olmadığını görüyor. Ardından hafifçe gülümseyerek cevap veriyor. "Yok ya, alırız tabii." diyor, umarım bizimkiler dönüşte ağzımı burnumu kırmaz dermişçesine bir yüz ifadesiyle. Ton’on, Garo’yu omzundan tutup hafifçe silkelerken "Tanıştığımıza memnun oldum. Kabilenin kapısı size her zaman açık. Dönüşte de savaş eğitimini unutma, Mabi." diyor ve elini kalbine koyarak sizi uğurlamaya hazırlanıyor. Tek tek vedalaşmaların ardından Ton’on size saygıyla başını eğiyor. Herkes kolundaki saat aygıtıyla bir dizi koordinat girişi yapıyor. Kısa bir parlama ve esintiyle, Birinci Kıta Yerleşim Bölgesi'ne küçük bir ziyarette bulunuyorsunuz.

Işınlandığınız sokak Gedhilfe kültürüne ait öğeler içeren, karışık ve kaotik bir yerleşim izlenimi veren bir sokak. Derme çatma tabelalar, boş bidonlar ve ara sıra tedirgin bakışlarla geçen insanlar dikkatinizi çekiyor. Siz, sokağın ucundaki Ribo’nun içki dükkanına adım atıyorsunuz. Ribo'yu bir süredir tanıyorsunuz ve tükettiğiniz içkileri çoğunlukla ondan alıyorsunuz. Kendisi aslen Aisili. Yaşlı ama neşeli bakışlı bir adam; sizi görünce gülerek elindeki bezle tezgahı siliyor. Eski dostlar misali selamlaşıyorsunuz. Ortada duran altı-yedi sandalyeye hepiniz çöküyorsunuz. Hava gerilimli ama bir anda Bok, ellerini birleştirip ortama bakıyor. "Arkadaşlar… Artık bir emir-komuta zincirimiz de yok. Gerçi eskiden de vardı diyemeyiz ya… Şimdi İkinci Kıta’daki meseleleri de biliyorsunuz. Bu işte nasıl ilerleyeceğiz, sizden fikir almak istiyorum. Gideceğimiz yer, Gedhilfe’nin içinde. Aslında Gedhilfe diye bir yer kalmadı ama… Malum, Yofær’de eski bilimsel araştırma enstitüsü var. Orayı kullanıyorlar muhtemelen."

Bok, kısa bir duraksama yapıyor, sonra Livei’ye dönüyor. "Livei, Gedhilfe’nin içini dışını en iyi bilen sensin. Ayrıca elimizde bazı saatler var, sinyalimizi kesebiliriz. Ama tanınıyoruz, kılık değiştirme dahil birçok önlem gerek. Neyse, çok uzatmayayım. Nasıl yapalım, nasıl ilerleyelim? Herkes katkıda bulunsun lütfen." Dükkanın ahşap duvarları arasında bir sessizlik oluşuyor. Herkes, bir yandan Ribo’nun getirdiği içeceklere el uzatırken, bir yandan da düşüncelere dalıyor. İkinci Kıta’nın yüzleşmek zorunda kaldığı tehlikeler, kaçırılan Jitmii ve şimdi de Hiperyus söylentileri; hepsi aynı anda akılları kurcalıyor. Sorunun cevabı ise belki de bu masadaki planla belirlenecek… Ve o anda Garo ilk yorumu yapıyor. "Ben burada olduğum için çok mutluyum."

Garo
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#33
Kabile şefim, döndüğümde beni özel bir eğitim programına sokacağını söylediğinde sevinmiştim. Böyle şeyleri severim ben, özellikle dövüş konusunda bir eğitim alacaksam ekstra severim. Bu muhabbet çok uzamadan, Dünya'nın mistik güçleri ele geçirmek istediğini ve kabilelere dair bir şeyler araştırdığı bilgisini veriyordu bize. Kardeşimize de bu yüzden el atmış olduklarını düşünüyordu, güçlerini öğrenip onlara hükmetme şansını elde etmek için. Bunun üstüne otağına bir adamın geldiğini, ortalama boylu, dalgalı saçlı ve kirli sakallı birinin geldiğini söylüyordu. Bu konu hakkında çok düzgün bir şey çıkmayacağını çoktan anlamıştım ama dinlemeye devam ettim. Yabancı birisiydi, giyinişinden bile belliydi bu. Bir süre burada kaldığını, samimi sohbetler yaptığını ve bir akşam otağında buluştuklarında Dünya'dan olduğunu ancak bu boyuttan olmadığını söylemiş. Hiperyus'un farklı bir dönemden gelmiş hali olduğunu itiraf etmiş. Bir tanesi bitmediydi, şimdi bir de farklı bir boyutta ki hali karşımıza çıktı.

Vücudunun türlü yerlerinden katran sızdırıp, gözleri kızarıp bedeni şekil değiştirmiş. Tam bir korku hikayesi dinliyorduk şuan. Ton'on şefim de korkmuş zaten, gözlerini kapatmış, sonrasında Hiperyus, yani Başka Boyut Hiperyus yok olmuş. Malum ikili oldu malum üçlü. Şimdi nasıl yeneceğiz bunları hiç anlamıyordum. Ton'on anlattığı korku hikayesinin ardından bir anda yine o mutlu haline dönmüş ve keyfimize bakmamızı söylemişti. Ulan nasıl bakacaktık ki? Öyle bir şeyi, öyle bir zamanda anlattın ki moralimiz yerle bir olmuş bile olabilir. En azından benim ufaktan oldu gibi, ama kendimi biraz daha ortama vermeye öğrendim. Bunları daha sonra düşünebileceğim konusunda ikna etmeyi başardıktan sonra, yavaş yavaş odalara çekilmeye başladık ve ben Thrao ile kalmayı tercih ettim. Adam hem sarhoş, hem mal mal hikayeler anlatıyor, güldürüyor beni. Ortamın en taşşaklı adamı bu ha.

Sabahın erken vakitlerinde uyandığımızda, Thrao'ya dönerek konuşmaya başladım direkt. "Günaydın kral, dün anlattığın utanç verici hikayeleri hatırlıyor musun? Heheheheehhe." Hiç anlatmadı, ama yine de onu strese sokmak istiyorum. "Var ya bunları ortalıkta bir dillendirsem, yemin ediyorum gün yüzüne çıkamazsın hehehehehehe." Thrao ile güzel bir taşşak geçmek, günümün çok iyi başlamasına sebep olmuştu. Buluşma alanında toplanmış, hala piç bir şekilde sırıtıyordum Thrao'ya doğru. Onun iyice streslenmesi beni daha da güldürecekti çünkü.

Bu sırada kabile şefim gitmeden önce birini tanıştırmaya karar vermiş ve bizi Garo ile tanıştırmıştı. Bu kabile tam benim yerimdi sanırım, herkes benim ayarımdaydı ve yabancılık çekmiyordum. Garo'yu da yanımıza aldıktan sonra, kabile şefim bana dönerek savaş eğitimimi unutmamamı söylemişti. "Benim hatunu görmeye gelmeden önce buraya uğrayacağım, öyle unutmam düşün şefim." Diyerek cevap vermiştim. Sonrasında ise kolumuzdaki saat ile Gedhilfe'ye benzeyen, ancak o bildiğimiz Gedhilfe olmayan sokağa ışınlanmıştık. Ribo'nun içki dükkanına ilerledik, içkileri buradan satın alıyorduk uzun bir süredir. Ortada duran altı yedi sandalyeye oturduktan sonra Bok konuşmaya başladı. Bu işte nasıl ilerleyeceğimiz konusunda fikir almak istiyordu, Gedhilfe'nin içine gidecektik, ama görünmeden ve bilinmeden nasıl gideceğimiz muallak bir soruydu. Oklar Livei'ye yönelmişti bir anlamda, Gedhilfe'yi en iyi bilen kişi oydu neticede. Ribo'nun getirdiği içecekten bir yudum almak üzereyken Garo'nun muhteşem yorumu kulaklarıma geldiğinde ufak bir sırıttım. Aslında kahkaha atacaktım ama kendimi tutmuştum.

"Gruplara ayrılmakta fayda var. Yine kılık değiştirmek en mantıklı seçenek, ayrıca aramızda bir şifre belirlesek iyi olur. Birimiz yakalanırsa ve tüm planımız açığa çıkarsa diye. Hem bir güvenli şifre, hem de tehlike şifresi belirleyelim. Tehlike şifresi veren kişinin tehlikede olduğunu anlarız, güvenli şifreyi de birbirimiz arasında kullanırız. Bu saatlerden yönlendirme yapamıyor muyuz? Sinyallerimizi başka bir yerden gösterip oyalasak falan? Olmuyor mu öyle şeyler?"

Diyerek fikirlerimi ortaya attım. Yönlendirme yapabiliyorsak, bu fikir manyak tutar.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#34
Ton’on kırmızı güneş gözlüklü ve siyah kapüşonlu tuhaf bir adamın onları ziyarete geldiğini, onları incelediğini, kendisini bile korkutabilecek ilginç becerileri olduğunu anlatmıştı. Bu adam, söylediğine göre Dünya'nın şu anki lideri olan Hiperyus'un başka versiyondan gelmiş haliydi. Dünya'nın şu anki lideri olan... Bay Zengin'den mi bahsediyordu? Livei Hiperyus ismini daha önce duyup duymadığını düşündü ancak ona hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Kökeni de kesinlikle Ingenium'a bağlı değildi. Dünyalı ismi olsa gerekti. Bu konuda daha fazla bilgi edinmeliydi. Şapkalı ve Bay Zengin dışında üçüncü bir kişinin daha olduğu haberini Max'ten almıştı ancak o şahsın bizzat bu kıtaya gelip bu kabileyle görüşmesi... Bu işleri tehlikeli hale getiriyordu. Dünya her zamanki gibi onlardan iki adım öndeydi. Belki de çoktan geç kalmışlardı, çoktan İkinci Kıta'nın güçlerini çözmüşlerdi.

Şenlik bittikten sonra herkes Jitmiilerin onlara ayırdığı odasına girip geceyi geçirdi. Livei uyumakta zorlansa da birkaç kere sağa sola döndükten sonra sızmıştı. Sabahın erken saatleri, bir önceki gün geldikleri havadan daha berbat bir soğuğa sahipti. Livei bu kabileyi bir daha asla ziyarete gelmek istemiyordu. Böyle bir soğukta yaşamayı seçmek için nasıl bir mazoşist olmaları gerekiyordu acaba? Buluşma noktasında herkesin toparlanmasını beklerken Ton’on Anga’i tüm neşesiyle yanlarına gelmiş ve tanıştıracağı birisi olduğunu söylemişti. Kumral saçlı, koyu tenli, kabile üyeleri gibi iri yarı bir adam adının Garo olduğunu söyleyerek onlara selam vermişti. Kabile Şefi, Garo'yu yanlarına almaları gerektiğini söylemişti. Ne yani, birini daha mı yanlarında Dünya'ya götüreceklerdi? Hem de böyle tehlikeli bir göreve. Şefin itiraz kabul etmeyeceğini bildiği için sesini çıkartmadı ancak bu konuda iyi hissetmiyordu. Garo'nun onlara ne gibi bir yardımı dokunacaktı ki?

Böylece Birinci Kıta Yerleşim Bölgesi'ne geri döndüler. Livei sıcak havayla temas edince kendini rahatlamış ve huzurlu hissetti yeniden. Ribo'nun dükkanının olduğu sokağa gelmişlerdi. Plan yapmak ve tartışmak için iyi bir mekandı. Mekanın sahibi Ribo tatlı bir adamdı ve onlara hep kibar davranırdı. İçkileri alırken Bok direkt konuya girerek bir plan yapmaları gerektiğini, herkesin görüş paylaşması gerektiğini söylemişti. Livei içkisinden bir yudum alıp derin düşüncelere dalarken Garo'nun yorumunu duyunca neredeyse boğulacaktı. Kahkaha atmamaya çalışarak "Umarım bizden memnun kalırsın Garo. Epey tehlikeli bir yolculuğa çıkıyoruz." diye takıldı şaka yollu. İlk söz açan Mabi olmuştu. Kılık değiştirmenin yanı sıra gruplara ayrılmaları gerektiğini ve şifre belirlemeleri gerektiğini söylemişti. Tehlike ve güvenli şifreler. Livei başını salladı katılarak. "Evet evet, bu iyi olur kesinlikle." İçkisinden bir yudum alırken biraz düşündü. "Aslında böyle ciddi bir göreve çıkmadan önce Elion ve Max ile de konuşmak isterim. Şu Hiperyus adındaki adam... Daha doğrusu onun başka versiyonu olduğunu iddia eden adam canımı sıktı fazlaca. Max daha önce bu adamların ikiden fazla olduklarını söylemişti. Gitmeden önce Hiperyus ve onun versiyonları hakkında daha fazla bilgileri var mı diye Elionları ve Max'i bir yoklasak fena olmaz. Bir de Max'in laboratuvarından aldığımız bir usb cihazı vardı, açmayı başaramamıştık. Max'e onu da sormalıyız, içinde işimize yarar bir şeyler olabilir."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#35
Bok, Mabi ve Livei’nin kılık değiştirme ve şifre önerilerini dinlerken, Friks kendi kendine mırıldanıyor. Arada bir Garo’ya bakıp sanki ona da fikir danışıyormuş gibi yapıyor. Thrao, masada oturduğu yerden kollarını göğsünde birleştirip ciddi bir ifadeyle konuşuyor. "Gedhilfe’yi iyi tanırım ama orası artık bambaşka bir yer. Kötü bir sürprizle karşılaşma ihtimalimiz yüksek. Yine de… tehlikenin üstüne gitmek gerek. Bakarsınız, içlerinden bazıları direniş hissine kapılmıştır; belki onlardan yardım alırız." Bok başıyla Thrao’yu onaylıyor. Friks, hafif bir kahkaha atıp Mabi’ye göz kırpıyor. "Kanka şifre mevzusu kulağa iyi geliyor, ama kim tehlikede, kim hangi şifreyi nasıl söyleyecek? Birimiz esir düşerse… tutsak edildiğini belli edecek şekilde mi davranacağız? Yoksa öyle bir durumda sinyalimizi kesemeyiz ki."

Bok, parmak uçlarını masaya vuruyor. "Saatler sinyalleri bir yere yönlendiremiyor; sadece kısa menzilli ışınlanma koordinatları tutuyorlar. Sinyali istediğimiz gibi saptırmak henüz mümkün değil. Belki ileride… Onu da deneriz. Belki kendi güçlerimle yapabilirim bunu..." Tam bu sırada, odanın ortasında aniden bir ışık beliriyor. Işık hafifçe titriyor, sonrasında Max beliriyor. Kollarını iki yana açıyor ve gülerek konuşuyor. "Yoksa benden mi bahsediyordunuz? Az önce birisi 'Max' dedi, kulaklarım çınladı!" Onun beklenmedik girişine alışkın olduğunuz için kimse çok irkilmezken, Max keyifli adımlarla masaya doğru sokuluyor. Garo meraklı gözlerle Max’e bakıyor. Max, ellerini beline koyarak etrafı süzüyor. "Elion ile görüşmek istiyorsanız hemen ayarlayabilirim. Hem… konuşmalarınızı kısmen duydum diyelim, size bir çözüm getireceğim." Ardından masadaki bir sandalyeye yaslanıyor ve USB meselesine değiniyor. "Şu USB… Buradaki hiçbir bilgisayar, hiçbir sistem onu okumuyor. Teknik bir problem değil, muhtemelen Dünya’nın bir tür koruma mekanizması var. Yani… Bunu engellemek için ne yapmışlar bilmiyorum, ama elimizdeki veriler gösteriyor ki bu USB yalnızca Dünya gezegeni menşeili bir cihazda çalışacak. Oraya gidince denemek lazım."

Max omuz silkerek "Elion’u da buraya getireyim." diyor ve tekrar gözden kayboluyor. Bu kadar hızlı gidip gelmesine alışkın olmayan Garo, hafif hayret dolu bir ifadeyle başını sallıyor. Bok, Max’in ortadan kaybolmasıyla aynı anda masada söz alıyor ve yeniden kılık değiştirme ile şifre meselesine dönüyor. "İşin sinyal kısmını şimdilik çözemeyeceğiz. Ama kılık değiştirme şart. Farklı kimliklerle gireriz. Mabi ve Livei özellikle dikkat çekiyor. Garo da boyuyla dikkat çekecek, ama belki kolunu sargıya alıp sahte bir sakat numarası yapar, kim bilir? Tehlike şifresi olarak da… mesela kudretli ayı gibi bir şey söyleyebiliriz. Kimsenin aklına gelmeyecek saçma bir kod cümlesi… Alınma lütfen Mabi." Friks başıyla onaylayıp gülüyor. "Fena fikir değil. Güvenli şifre amcık falan da olabilir. Pek mantığı yok ama hatırlaması kolay." Faell bunu duyduğu anda şaşkınlıkla Friks'e bakıyor. Friks de ne olduğunu anlamamışçasına bakmaya devam ediyor.

Tam o sırada, yine bir ışık dalgalanması yaşanıyor ve Max geri geliyor. Bu kez yanında Elion da beliriyor. Elion hiç vakit kaybetmeden masadaki boş sandalyelerden birine çöküyor. Hafifçe esniyor, sonra da gözlerini tek tek herkesin üzerinde gezdiriyor. "Selam. Duyduğuma göre Dünya’ya gideceksiniz, öyle mi? Şimdiden söyleyeyim, ben de geliyorum. Sizin maceralarınıza uzaktan bakmak sıkıcı oldu. Hem… belki aranızda bana da ihtiyaç duyan vardır." İçten içe garip bir tavır seziliyor Elion’da, bakışları belki biraz fazla bilmiş; sanki bir şeyler saklıyor gibi hissediliyor. Fakat kimse şimdilik bunu dile getirmiyor. Max, konuyu dağıtmak ister gibi konuşmaya girişiyor. "Sinyal konusunda yardıma ihtiyaç duyduğunuzu anladım. İşte… Bunu getirdim."

Cebinden, ufak bir kutu çıkarıyor. Kutunun içinde sekiz-dokuz tane ince metal yüzük bulunuyor; metalin üstünde belirsiz kabartmalar var. "Bunlar, sinyal bozucular. Farklı anten ve parazit bloklama yöntemleri içeriyor. Aslında tam prototip aşamasında. Öyle devasa alanları kaplayamıyor, ama bireysel bazda takan kişinin varlığını saptamayı epey zorlaştırıyor. Yani, kimlik doğrulaması ve dijital iz takibi gibi yöntemleri köreltebilir. Kolay saklansın diye yüzük yaptım." Max yüzüklerden birini eline alıyor, parmağına geçirerek gösteriyor. "Cilde yakın durması önemli. Enerji devresinin daha stabil çalışmasını sağlıyor. Bunu kullanırsanız, kimlik tespiti yapan cihazlar ve basit taramalar işe yaramaz hale gelir. Ama… %100 garanti veremem. Karşınızdaki sistem çok ileri düzey olursa, belki aşabilirler. Yine de işimizi göreceğine inanıyorum." Son olarak, Max etrafa bakıyor ve ses tonunu biraz yükseltiyor. "Benden başka bir şey isteyen var mı? Bana hemen lazım değilse, gidip planların üzerinde çalışacağım."

Bu esnada Bok, hafifçe öne çıkarak "Detaylı bir koordinata ihtiyacımız var. Yofær’deki araştırma enstitüsünün tam konumunu bilmemiz gerek. Var mı elinde yeni haritalar ya da veriler?" diye soruyor. Max, düşünceli bir ifade takınıyor. Gözlerini kısarak hafızasını yokluyor. "Evet, bende bir iki şey var. Onları ayarlarım." Bok ardından gruba dönüp soruyor. "Unuttuğum bir şey var mı? Daha söylemek istediğiniz bir şey, hazırlık falan?"

Bu sırada Elion, biraz dalgın görünüyor ama arada bir gülümsemeyle bakışlarını kaçırıyor. Garo da sessizce tepkisiz duruyor, yeni ekibin planlarını sindirmeye çalışıyor gibi. Ribo, masanın öbür ucunda bardakları temizlerken, kimi zaman kulak kabartıyor, kimi zaman hiç duymuyormuş gibi yapıyor. Atmosferde, önemli bir kararın eşiğine gelmiş bir grup maceracının kararsız bekleyişi hissediliyor.

Doğru cümleleri kurarsanız belki de o belirir.

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#36
Şifrenin ne olacağı mevzusu masada konuşulurken Max yanlarında bitmiş, konuşulanları duyduğunu belirterek yardım teklifinde bulunmuştu. Laboratuvarından alınan USB belleğin Ingenium kaynaklı cihazlarda çalışmadığını, onu çalıştırmak için Dünya kaynaklı bir cihaza ihtiyaçları olacağını söylemişti. Sonrasında da Elion'u getireceğini söyleyerek kısa süreliğine gitmişti. O esnada Bok planın üzerinden tekrar geçiyordu. Çok fazla dikkat çektikleri için kesinlikle kılık değiştirmeleri gerektiğini, tehlike şifresi olarak da kudretli ayı gibi beklenmedik bir şey söyleyebileceklerini öne sunmuştu. Livei bu fikre kıkırdadı. "Kudretli ayı güzel olur." Friks de güvenli şifrenin amcık gibi kolay hatırlanır bir şey olması gerektiğini söylemişti. Belli ki dalga geçiyordu ancak bu fikir Faell'in pek hoşuna gitmemiş gibiydi.

O esnada Max, yanında Elion ile birlikte geri dönmüştü. Elion hemen boş sandalyelerden birine oturarak Dünya'ya gidiyorlarsa kendisinin de geleceğini, onların maceralarını uzaktan izlemekten sıkıldığını söylemişti. Aralarında ona ihtiyaç duyabilecek birileri olabileceğini vurgulamıştı. Odadaki hiçbir yabancı yüzle tanışma faslına geçmeden şak diye konuya böyle girmesi garipti. Hali ve hareketleri de garipti. Kesin bir şeyler saklıyordu yine. Livei bunu şimdilik gündeme getirmemeye karar verdi. Max o sırada Bok'a istediği sinyal bozucuları getirmişti. Bunları kullanarak dijital takip gibi işlemlerden sıvışmaları mümkün olacaktı. Yine de karşılarındaki teknoloji çok gelişmişse bir işe yaramaması riski mevcuttu. Kendisinden başka bir şey istenip istenmediğini sorduğunda Bok, Yofær’deki araştırma enstitüsünün konumunu istemişti. Max de ayarlayacağını söylemişti. Sonra da Bok unuttuğu bir şey olup olmadığını sormuştu.

Evet vardı. Livei'nin gündeme getirdiği her probleme dair bir şeyler söylenmişti ancak en bariz ve en önemli olan şey sanki hiç konuşulmamış gibi davranılıyordu. Neden herkes bir anda bu mevzuyu görmezden gelmeye karar vermişti? Livei şaşkın bakışlarını gruptakilerde gezdirirken lafa atladı. "Hiperyus diyorum beyler bayanlar. Hiperyus." Bakışlarını önce Max sonra da Elion üzerinde gezdirdi. "Şu Hiperyus adındaki adam, hatta onun başka bir zaman diliminden gelmiş hali olduğunu iddia etmiş adam, Jitmiileri ziyarete gitmiş. Şapkalı ve Bay Zengin dışında üçüncü bir kişi daha olduğundan zaten şüpheliydik ancak bu adam nedir, kimdir, neyin nesidir bilgisi olan yok mu aramızda? Bu adam başımıza bela açacak besbelli. Hakkında bilgi edinmemiz gerekiyor. Dünya'yı yine mi hafife almaya başladık yoksa, hem de kıtamızı yeni kaybetmişken?" Elion'a döndü. "Senin bizimle paylaşmak istediğin bir şeyler vardır belki Elion ayağıdokuzcuğum?"
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#37
Ah, benim güzel takım arkadaşlarım. Güvenli şifreler için ne kadar kötü fikirleriniz var böyle? Tamam, Kudretli Ayı çok güzel bir fikir, mükemmel bir kelime kombinasyonu, ama amcık nedir? Birbirimizin suratına bakıp amcık dersek, çok kolay bir şekilde deşifre olmayacak mıyız? Ah takım arkadaşlarım benim, sizlerin bu kadar düşüncesiz olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden, bu güvenli şifreyi benim belirlemem gerekiyor. Belli ki sizler yapamıyorsunuz, yapamayacaksınız. Sizleri anlıyorum ama, olur böyle şeyler. Düşünemiyor olabilirsiniz, bu konuya karşı bir yatkınlığınız olmayabilir. Sizleri gerçekten anlıyorum ve asla küçümsemiyorum. Her zaman destek olacağım sizlere, iyi ki benim gibi güçlü, kaslı, seksi, karizmatik ve mükemmel şifreler üretebilen birisine sahipsiniz. Yumruğumu masaya yumuşak bir şekilde vurduktan sonra, herkesin suratına ciddiyetle baktım teker teker. Sonra derin bir nefes aldım ve söze girdim.

"Şifremiz, 'Kapkara götler çük eller, gerçek erkeklere şeker gibidir armut memeler.' olacak."

Şifremizi herkes için teyit ettikten sonra, asıl konuya döndüm. Max sinyal konusunda bize yardım edebileceğini söylemiş ve yüzüklerin sinyal bozucu olduğunu, farklı anten ve parazit bloklama yöntemleri içerdiğini söylüyordu. Prototip bile olsa işimize yarardı. Devasa alanları kapsayamasa dahi, bireysel olarak varlığı saptamayı epey zorlaştırıyormuş. Bu gerçekten işimize yarardı. Bunu kullanırsak, kimlik tespiti yapan cihazlar ve basit taramalar işe yaramaz hale gelecekti. Yine de %100 bir garanti yoktu ortada. Olsun, işimize yarayacak ise gayet yeterli bir teknolojiydi bana göre. Daha başka bir şey lazım değilse, gidip planların üzerinde çalışacağını söylüyordu. Benim ona daha fazla soracak sorum yoktu, zira aklıma gelen tek şey zaten bu sinyal değiştirme konusuydu. Bok, detaylı bir koordinata ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Araştırma enstitüsünün konumunu bilmesi gerektiğini söylüyordu, Max de onları ayarlayacağını belirtmişti.

Ardından Livei söze girerek Hiperyus'un konusunu açmıştı. Kabile şefinin bahsettiği Hiperyus'tan konuşuyordu, onun hakkında bir bilgi olup olmadığını sorguluyordu. Sonrasında Elion'a dönerek mükemmel iğrenç bir espri yapmıştı, bu espriyle birlikte ruhum neredeyse yerinden çıkacak gibi olsa da, kendimi tutmuş ve erkenden ölmemeyi başarmıştım. "Üçüncü Hiperyus'un hangi tarafta olduğunu biliyor muyuz? Kime hizmet ediyor, kendine mi yoksa asıl Hiperyus'a mı?" Bir bilgi verilecekse, bunlar da verilmeli diye düşünüyordum.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#38
Bok, Max ve Elion’un ciddi konular açtığı atmosferde bir anda Mabi yumruğunu masaya yumuşakça vurarak araya giriyor. Kollarını kavuşturmuş bekleyen ekip, Mabi’nin ağzından çıkacak söze kilitleniyor. Mabi’nin yüzü bir anda ciddileşiyor. Sözünü tamamlar tamamlamaz, masada birkaç saniyelik bir sessizlik çöküyor. Derken Friks kahkahayı basıyor, Bok gözlerini devire devire gülmeye başlıyor, Garo ne olduğunu tam anlamasa da kıkırdamaya katılıyor. Elion hafif bir alaycı sırıtışla başını sallıyor, Faell ise yüzünü elleriyle kapatıp derin bir nefes alıyor. Max, gözlerini hafif kısıp gülerek Mabi’ye dönüyor. "Ne diyeyim, senin… yaratıcılığına söz yok, Mabi." Ortamın neşesi hafifçe yatıştıktan sonra Hiperyus meselesi yeniden ciddiyet kazanıyor. Livei tekrar konuyu açınca Max, derin bir iç çekişle masada ayağa kalkıyor. Etrafını gözleriyle tarıyor. Sanki hafif bir gerginlik sezilse de, kendi bildiklerini anlatma gereği duyuyor. "Bu adamın Bay Zengin'den ayrı bir kişi olduğunu sizinle aynı zamanda öğrendim. Hiperyus diye birinden söz ediliyor, hem de onun başka bir boyuttan gelen versiyonundan… Bu iş fazlasıyla karışık. Ben Dünya için çalışırken hiçbir zaman 'Hiperyus' isminin Zengin'den ayrı bahsedildiğini duymadım. O zamanlar oradaki siyasi güç, o adamın, dev şirketlerin ve kurumların elindeydi. Ama şimdi… demek ki farklı bir düzen kurulmuş. Uzun zamandır ortada gözükmeyen bazı güç odakları, nihayet sahneye çıkıyor gibi."

Max, cebinden bir ufak kağıt parçası çıkarır gibi yapıyor, sonra vazgeçip masaya hafifçe vuruyor. Anlaşılan, aklında daha çok bilgi var ama netleştiremediği şeyler de var. Derin bir nefes alıp konuşmasına devam ediyor. "Sizler benim hikayemi biliyorsunuz. Gedhilfe işgale uğradığında neler yaşadık… Aisi Cumhuriyetiyle nasıl tanıştık, Prui’yle, Jitmii’yle… Savaştan savaşa koştuk. Ailem, Belle ve kızım Lili… Şu an herkesin uğraştığı bir düşman haline geldiler. Farklı kıtalardaki insanları sömürmek, deney yapmak, doğal kaynaklarını çalmak… E, 'Hiperyus' denen adam da eğer işleri şu an Bay Zengin ile doğrudan bağlantılı olarak yönetiyorsa, çok büyük bir dert demektir. Hele bir de üçüncü kişi… yahut başka bir boyut… Benim bulunduğum zamanda böyle şeyler konuşulmazdı. Ama demek ki karanlıkta planlar dönüyormuş." Konuşurken yüzünü hafifçe buruşturuyor, Belle ve Lili’den söz ettiğinde gözlerinde nemli bir ışık parlıyor, ancak kendini çabuk toparlıyor. Bir an susuyor, odada bekleyen ekibe bakıyor. Sonra, en sonunda gülümseyerek hafif adımlarla masanın ucuna doğru yürüyor. Sağ elini masaya, sol elini beline koyuyor. Nefesini derinleştirerek sanki bir motivasyon konuşması yapacakmış gibi göğsünü kabartıyor.




"Ama size şunu söyleyeyim... Umut tükenmedi. Bizler, bir araya geldiğimizde büyük mucizeler yarattık. Hatırlayın, ittifakımız paramparça olduğunda bile pes etmedik. Belle… Onunla karşılaştığım ilk günden beri, Dünya’nın en acımasız yanlarını gördüğümde bile, umut ışığını kaybetmedim. Kızım Lili… Onun masum bakışları, yıkık surların arasında bile kalbimi ısıttı. Eminim sizin de içinizde benzer kıvılcımlar var. Güzellikleri, sevdiklerimizi, ailemizi, hayallerimizi korumak için savaşıyoruz. Bu yolculuk sıradan bir iş değil; bir diyardan diğerine gidip kapalı kapılar arkasına sızacağız, esir aldıkları insanları kurtaracağız, karanlık planları boşa çıkaracağız… Ve inanın ki, bu macerayı bizim dışımızda kimse gerçekleştiremez. Biz... Birbirimize tutunduğumuz için bu kadar yol aldık. Ben, bir zamanlar sadece basit bir araştırmacıydım. Ancak ailem için savaşmak bana cesaretin ne olduğunu öğretti. Sizin her biriniz de aynı ateşi yüreğinizde taşıyorsunuz. Mabi, kaslarında ve yüreğinde o güç var. Livei, kaybettiği onca şeye rağmen inancını hala koruyor. Bok, Djuratlıların azmiyle ayakta. Friks, kendi yaralarının üstünde yeni yollar çiziyor. Elion… belki karmaşık bir ruha sahip ama dostlarımızdan asla vazgeçmiyor. Faell, Aisi’nin şövalye onurunu taşıyor. Garo, Jitmiilerin gururuyla aramızda. Bu çok büyük bir birlik! Ve bu birlik, Hiperyus'un ya da adına ne derlerse desinler, tüm karanlık planlarını yerle bir etmeye yeter. Herkesin katkısı, herkesin cesaretiyle… Bu savaşı kazanacağız!" Konuşmasını tamamlarken, Max’in gözleri bir an titreşiyor. Kendi duyguları, sanki insanları yüreklendirdikçe daha da güçleniyor. Masadakiler birer birer birbirine bakıyor. Ortamda yüksek bir moral dalgası yükseliyor, sanki her şey mümkün olabilirmiş gibi.

Tam bu coşku dolu havadan nasiplenmiş gibi birbirinize bakacakken, her şey kararıyor. Göz açıp kapayıncaya kadar Mabi kendini bambaşka, çarpık görüntülerin içinde buluyor. Djurat mahalleleri, o doğup büyüdüğü yer paramparça. Evler yıkılmış, duvarlar yerle bir olmuş, sanki bombalanmış gibi. Toprak yolun ortasında, çocukların cesetleri görüyor. Mabi’nin kalbi küt küt atıyor, nefes almakta zorlanıyor. Kafasını kaldırdığında, gökyüzü kan rengi gibi. Livei ise bir anda çiftliğinde oluyor. Ancak çiftlik lanetli bir tablo gibi. Ailesinin bedenleri etrafa saçılmış, ahır alevler içinde. Bir yanık kokusu, tüyler ürpertici derecede güçlü. Gözlerinde yaşlarla bir ileri bir geri koşuyor, ama kimseyi kurtaramıyor. İkiniz de tam o an, aynı anda sanki aynı sesi duyuyorsunuz.

"Üç değil."

Ve bu sözler yankılanırken görüntüler hızla sallanıyor, zaman bozuluyormuş gibi karanlıkta akmaya başlıyor. Sonra bir anda…

Gözlerinizi açtığınızda siyah-beyaz bir ortamda buluyorsunuz kendinizi. Bütün renkler çekilip alınmış gibi… Burası sanki Gedhilfe’nin eski sokaklarından biri, Seldshuts Sokağı. Livei, etraftaki binaların konturundan bunu hemen anlıyorsun ama her şey soluk ve bir hayalet diyarı andırıyor. Ortalıkta canlı namına kimse gözükmüyor. Tam bu sessizlikte, bir adam beliriyor. Üzerinde siyah bir kapşon, gözlerinde kırmızı güneş gözlüğü, tabii ki o gözlük bile tuhaf bir tonda yansıyor siyah-beyaz dünyada. Adam, sanki acayip bir büyü başarmış gibi kollarını iki yana açarak gülümsüyor. "İşe yaradı… inanamıyorum." Birbirinize bakıyorsunuz. Vücutlarınız hala o korkunç halüsinasyonun etkisinde titriyor. Adam bir adım yaklaşıyor, sanki zamandan sıyrılmış gibi kayarak "O ikisinin koordinatlarını ister misiniz? Malum… Yıllardır aradığınız, Bay Zengin’le Şapkalı ikili. Belki de diğer Hiperyus’lar. Bende var. Verebilirim. Ama… benim için bir şey yapmanız lazım." diyor.

Adam, iğrenç bir gülümsemeyle dişlerini gösteriyor. Kırmızı güneş gözlüğünün ardında gözleri parlıyor. "Elion’u öldürün…" Kahkaha atmaya başlıyor, sesi yankılanarak siyah-beyaz binaların arasında akıp gidiyor. Neye uğradığınızı şaşırmış halde, donup kalıyorsunuz. Bu kabus gibi atmosferde, her şey fazlasıyla gerçek hissettiriyor. Ortada ne Max ne Bok var, sadece bu adam ve size teklif ettiği korkunç pazarlık. Ve gizemli adamın kahkahası, soluk sokakları keskin bir bıçak gibi keserek sürüyor…

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#39
Max, Hiperyus'un kim olduğunu bilmediğini uzun bir monolog ile anlatırken Elion herhangi bir tepki vermemişti. Bugünkü davranışları gerçekten de tuhaftı. Livei dikkatini ondan çevirip Max'e yönlendirme konusunda zorluk yaşıyordu. Max heyecanlı bir şekilde yumruğunu masaya vurarak umutların tükenmediğini anlatıyordu. İçlerindeki düş kırıklığını fark etmiş olacaktı ki onları motive etmeye çalışıyordu. Ailesinin ona verdiği manevi destekten, pes etmemekten, bu işi yapabilecek tek kişinin kendileri olduğundan bahsedip herkesi tek tek dirayeti için övmüştü. Dostluğun gücünü kullanarak değil Hiperyus'u, tüm karanlık planları alt edebileceklerine inanıyordu. Livei daha iyi bir modda olsa bu dediklerine muhtemelen inanılmaz gaza gelir hatta içtenlikle inanırdı ancak dostluğun verdiği kuvvetin Dünya'nın teknolojisine veya devasa uzay gemilerine karşı ne kadar güçlü olabileceğinden emin değildi. Savaşta kaybettikleri onca dostlarını korumamıştı. Mitga... Meinsu... Kurtaramadıkları bir kıta için tüm inançları ile gayret gösterip savaşmışlardı. Bir katkısı olmuş muydu? Evet. Ancak sonuçta o savaş kazanılmamıştı. Sadece onlara kaçmaları için bir kolaylık sağlamıştı. Belki düşmanın gözünü biraz korkutmuş ve başka kendilerini inandırabilecekleri bok püsüre yol açmıştı.

Sonuç olarak artık bir evleri ve kıtaları yoktu.

Belki de bir daha asla olmayacaktı.

Eve dönmek istiyordu.

Gözlerinin önündeki gururlu ve inançlı Max görüntüsü, iç dünyası gibi kararak yok oldu. Gözlerini kapatmıştı sanki. Tekrar açtığındaysa evindeydi. Tıpkı biraz önce dilediği gibi... Ama olmak istediği ev bu değildi. Kabuslarından fırlamış olan çiftliğiydi burası. Kan ve ölümün kokusu dolduruyordu ciğerlerini huzur ve temiz hava yerine. Ailesinin ölü bedenleri etrafa saçılmış, özenle yetiştirdiği çiftlik hayvanları katledilmiş, ahır cayır cayır yanmaktaydı. Onları kurtaramazdı artık. Ne kadar koştursa da, sağa sola yırtınsa da onlar gitmişti. Savaşı kazansalar ne yazardı ki? Kıtalarını geri alsalar, Dünya'yı alt etseler ne değişecekti ki? Ailesi geri gelmeyecekti. Kaybettiği çiftliği, anıları, mutluluğu, masumiyeti bir daha asla geri gelmeyecekti. Onları sonsuza dek kaybetmişti. Yaşama yeniden, sıfırdan başlamak mıydı gerçekten istediği? Bu savaşı kazanmayı bunun için mi istiyordu? Yoksa basitçe intikam için mi?

Bir ses işitti. Tanıdık olmayan bir ses. Gözünün önündeki görüntü bulanıklaşıp yok olmaya başladı. Kendine geldiğinde siyah beyaz bir ortamdaydı. Mabi de yanındaydı. Nerede olduğunu biliyordu. Burayı avucunun içi gibi tanırdı. Seldshuts Sokağı. Bıraktığı gibi duruyordu ancak sanki renkleri solmuş, siyah beyaz dışında geriye hiçbir şey kalmamıştı. Etrafta kuş bile uçmuyordu. Hayat namına hiçbir şey yoktu. O esnada hareket eden tek bir figür gözüne çarptı. Siyah kapüşonlu, kırmızı gözlüklü bir adam. Bu tanımlama ona tanıdık gelmişti. Ton'on'un ona anlattığı adamın tarifine uyuyordu. Kollarını iki yana açarak büyük bir şey başarmış gibi kendisini kutlamıştı öncelikle. Livei neye sevindiğini hiç ama hiç merak etmiyordu. Adamdan buram buram yayılan uğursuz bir aura vardı. Hiçbir Dünyalı pisliğe güvenemezdi. Gözlerini bir an için Mabi'ye diktikten sonra tekrar adama döndü. Adam onlara doğru yaklaşmış ve isterlerse Şapkalı ve Bay Zengin'in koordinatlarını onlara verebileceğini söylemişti. Hatta diğer Hiperyus'larınkini bile... Karşılığında da bir şey istemişti. Elion'u öldürmelerini...

Livei bu tarz bir teklifi ilk kez duymuyordu. Dünyalı ruh hastalarının bu tarz anlaşmalara karşı bir fetişi olsa gerekti. Neden böyle bir şey yapsındı ki? Ne çıkarı vardı? Bariz bir şekilde tuzak kuruyordu onlara. İstedikleri şeyi kolayca vererek büyük bir koz elde edecekti. Elion'un onlar için bir önemi olmalıydı. Belki de bu Hiperyus, Bay Zengin ve Şapkalı'nın yerine geçmek istiyordu. Bu yüzden onlardan tarafmış gibi davranıp ellerindeki güçlü kozları yok edecek ve sonra da onlara ihanet edecekti. Adamın güven verici bir duruşu bile yoktu. Meymenetsizin tekiydi. Livei öfkeyle kollarını göğsünde kavuşturdu. "Olmayan yarrrrağımı yesene sen." Dünyalılardan öğrendiği bir hareket olan orta parmak gösterme hareketini yaptı. Kendini böyle çok havalı hissediyordu. "Sizin entrikalarınız için güvendiğim bir adamımı, en önemlisi KENDİ İNSANIMI öldüreceğimi mi düşündün gerçekten? Siktir git oradan." Öfkeyle soluk aldı. "Senin yardımın olmadan da ihtiyacımız olan bilgiye erişiriz. Cevabını aldıysan bu yaptığın şeye bir son ver ve bir daha da gözüme gözükme. Merak etme, sıra sana da gelecek." Neden Elion'u istiyordu? Onun olaylarla ne ilgisi vardı? Kesinlikle bildiği bir şeyi saklıyordu. Geri döndüğünde onu iyi bir sorguya çekmeliydi.
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağdakiler

#40
Bunlar neden benim koyduğum şifreye gülüyor bilmiyorum. Oysa aralarında en adam akıllı şifre belirten bendim, birisi tuttu amcık dedi. Amcık. Bildiğin, amcık. Yok, yarrakcık olsun. Neyse onları yargılamıyorum, sonuçta onlar benim takım arkadaşlarım. Onları yargılarsam, kötülük etmiş olurum. Herkesin gülüşleri arasında onlara eşlik ederek kahkahalar atmaya başlamıştım, ama ciddiydim. Gülüşmeler bittiğinde, konu gene Hiperyus meselesine gelmişti. Max, Bay Zengin'den ayrı bir kişi olduğunu söylüyordu bu Hiperyus'un. Dünya için çalıştığı dönemlerde Hiperyus ismi Bay Zengin'den hiç ayrılmamış, ama şimdi farklı bir düzen kurulmuş olabileceğini söylüyordu. Cebinden çıkartacağı ufak kağıt parçasını geri koyduktan sonra, konuşmaya devam etti. Hiperyus denen adamın Bay Zengin ile doğrudan bağlantılı olarak çalışması durumunda, çok büyük bir dert içerisinde olduğumuzu söylüyordu. Gerçekten bu bizim başımıza çok daha büyük bir iş açacaktı, daha iki tane adamla uğraşmıyorken birde başka boyuttan gelmiş, değişik bir elemanla uğraşacaktık.

Max, bir motivasyon konuşmasına başladığında sakince onu dinledim. Bu işi bir şekilde bitirebileceğimizi söylüyordu, ben de buna inanmak istiyordum ancak bazen inancımı çok büyük bir şekilde kaybediyordum. Derin bir nefes aldım konuşması bittiğinde. Gerçekten nasıl başaracaktık, neleri kaybedecektik ve neleri kazanacaktık, çok büyük sorular olarak aklımdaydı. Özgürlüğümüzü kazanabilmek için daha nasıl adımlar atmamız gerekiyordu? Daha neleri feda edecektik bu uğurda? İçimde hem bir merak duygusu, hem bir inanç, hem de büyük bir korku vardı. Özellikle de geleceğe dair doğru düzgün bir plan yapamıyor olmak, yapsak bile bir şekilde ortaya çıkması ve ileriye adım atamıyor olmamız beni iyiden iyiye korkutuyordu. Yine de, Max'in konuşması bittiğinde bir yumruğumu havaya kaldırmış ve kendimden emin bir şekilde gülümsemiştim herkesi desteklemek için. Tüm kötü duygularımı bir kenara atmayı başarmıştım birkaç saniyeliğine.

Ancak bir anda, kendimi çarpık görüntülerin içinde buluyordum. Djurat mahalleleri, doğup büyüdüğüm, eğlendiğim, gezdiğim o yerler paramparçaydı. Evler yıkılmıştı, sanki bombalanmış gibi. Çocukların cesetleri vardı, cesetleri gördükten sonra kalbim teklemeye başlamış ve nefes alışverişim neredeyse bitecek duruma gelmişti. Ancak duyduğum o ses, bir anda ani ve derin bir nefes almama sebep olmuştu. Zaman bozulmaya başlamış, karanlık akıyordu. Siyah beyaz bir ortama gelmiştim. Sanki tüm renkler gitmiş, hiçbir şey kalmamıştı. Seldshuts Sokağındaydık, ancak kimse yoktu ve ortamda eski sokaktan hiçbir eser yoktu. Siyah kapşonlu, kırmızı güneş gözlüğü takmış bir adam karşımızdaydı. Bir şeyin işe yaradığını söylüyordu, ancak neyden bahsediyordu emin değildim. Adam zamandan sıyrılır gibi kayarak gelmiş ve ikisinin koordinatlarını isteyip istemediğimizi sormuştu. Elion'u öldürmemiz karşılığında, bu bilgileri verebileceğini söylemiş ve ardından gitmeye başlamıştı.

Livei olmayan yarrrrrrrağını yedirdikten sonra siktiri çekmişti lavuğa. "Neden Elion? Neden bir başkası değil?" diye sormuştum Livei'nin konuşmasının ardından. Belki bir cevap alabilirsek, bir ipucu yakalayabilirsek, ne olduğunu ve niye onun ölmesini istediğiyle bir bağlantı kurabilirdik. Belli ki Elion'a fazlasıyla dikkat etmemiz gerekecekti artık.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Return to “Slistua”

cron