Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#21
Mabi: Bay Zengin'in soğuk bakışları altında, etrafındaki cihazların vızıltısı ve beyaz duvarların parlaklığı seni daha da rahatsız ediyor. Bay Zengin, sözlerinin ardından seni değerlendiren bir tavırla birkaç adım atıyor, elleri hala arkasında bağlı. Gözlerini sana dikmiş, ciddiyetini koruyarak konuşmaya başlıyor. "Dünya'nın şu an içinde bulunduğu durumu anlaman gerekiyor. Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkmasının ve bitmiş olmasının dolaylı yoldan sebebi benim. Bugüne kadar yaptığım planlar... Bunların hepsi bu felaketi tetikledi. İnsanların hayatlarını kaybetmesine, şehirlerin yıkılmasına, medeniyetlerin çökmesine neden oldum." Sözleri ağır ve keskin, her kelimesi zihninde yankılanıyor. Bay Zengin, gözlerini senden ayırmadan konuşmaya devam ediyor. "Benim stratejilerim ve planlarım, bu savaşın başlamasına yol açtı. Dünya'nın kaynaklarını ve güç dengesini kontrol etmek için yapılan hamleler, insanları ve şehirleri yerle bir etti. Bu durum, sadece bizim için değil, tüm dünya için büyük bir felakete yol açtı. Ve şimdi, bu sonuçlarla yüzleşmek zorundayız." Gözlerini gözlerinin içine dikiyor. "Bu felaketlerin sonuçları sizsiniz. Siz bizim kurtuluşumuz için tek yolsunuz. Ve maalesef bu gelecekte size yer yok. Şükret ki prensipleri olan bir adamım. Adalet ve hukuka olan mutlak bağlılığım olmasaydı şu anda seni toz zerresine çevirirdim. Ama ben potansiyelinizi görmek istiyorum. Siz de potansiyelinizi göstermeyi hak ediyorsunuz. Bana kendini göstermeni istiyorum. Ama önce ben sana bir şey göstereceğim."

Bay Zengin, arkasına dönüyor ve "Kendini gösterebilirsin." diyor. Bir anda ortamın renklerini algılayamaz hale geliyorsun. Öyle olağanüstü kozmik bir ışık oluşuyor ki, gözlerin çalışmamaya başlıyor. Sürekli bulanık görüyorsun, sürekli bir yanlışlık var. Karşında bir figür var, Bay Zengin'in hemen yanında duruyor. Bu figürü idrak etmekte zorlanıyorsun. Hiçbir şeye benzemiyor ama bir yandan da her şeye benziyor. Figür konuşmaya başlıyor, hiçbir şey anlamıyorsun. "𐌷𐌺𐌶𐌱𐍀𐍄𐌾𐌳𐌿𐍂𐌰𐍆 𐌲𐍉𐌺𐌶𐌷 𐌾𐌹𐌵𐍃𐍇𐌹𐌾𐌽𐌷𐌺𐌸𐌻𐍄 𐌰𐌹𐍇𐍁𐌹𐌾𐌽𐌰𐍀𐌴𐌹𐌶𐍉𐌹𐌻 𐌴𐌷𐌼𐌿𐍁𐌾𐌷𐌼𐍂𐌷" Duyduklarını anlamlandıramıyorsun. Bir anda içindeki tüm rasyonellik ve mantık kırılıyor. Aklın yavaş yavaş yitiriliyor, dünya senin için anlamsız bir karmaşaya dönüşüyor. Bu figürün varlığı, seni tamamen deliliğin eşiğine sürüklüyor. Her şey bulanık ve belirsiz, dünya senin için bir kabusa dönüşüyor. İçindeki tüm cesaret ve özgüven, bu kaosun içinde eriyip gidiyor. En sonunda kendini sadece Bay Zengin'in ve senin olduğun bembeyaz bir ortamda buluyorsun. Bay Zengin gözlerinin içine bakıyor ve sana acı gerçeği söylüyor. "Bir dakika içerisinde vücudundaki tüm sinirler acı çekmeye başlayacak. Bu ortamda ölmen imkansız, kendini de öldüremezsin. Pes de edemezsin, uykuya da dalamazsın. Dünya için çalışacaksın. Dünya için çalışacağını kabul edene kadar acı çekeceksin. Bulunduğun yerden kurtulmanın tek yolu kendini Dünya'nın kurtuluşuna adamak. Arkadaşlarını teker teker öldüreceksin. Zihnini öyle bir programlayacağım ki bize ihanet etme fikrini aklından geçiremeyeceksin bile. Şimdi sana soruyorum, bu işkenceye maruz kalmak mı istiyorsun, yoksa teklifimi kabul edecek misin?"

Yolun sonu.

Livei: Konuşmanın etkisi, Şapkalı'nın yüzünde anında yankı buluyor. Mitga ismini duyduğunda, yüzündeki ifade bir an için değişiyor. Gözlerinde beliren şaşkınlık, bu ismi daha önce duymadığını belli ediyor. Konuşmaya devam ettikçe, Şapkalı'nın ifadesinde giderek daha fazla üzüntü beliriyor. Kendi ailesine değindikçe, gözlerinde beliren nem, içindeki acıyı yansıtıyor. Her kelimen, Şapkalı'nın yüzündeki ifadeyi daha da yumuşatıyor. Kendi ailesine dair hatıraları ve yaşadığı acıları düşündükçe, yüzündeki sertlik yerini hüzne bırakıyor. Sözlerin, Şapkalı'nın içinde derin bir yankı uyandırıyor. Onun konuşmasını dinlerken, gözlerinde beliren yaşları gizlemekte zorlanıyor. Konuşmanı bitirdiğinde, Şapkalı'nın gözyaşları artık daha fazla saklanamaz hale geliyor. Gözlerinden akan yaşlar, onun içindeki derin üzüntüyü ve pişmanlığı açığa çıkarıyor. Şapkalı, bir süre sessizce ağladıktan sonra, gözlerini sana dikiyor ve titrek bir sesle konuşmaya başlıyor. "Ne kendim, ne de ekibim... Hiçbirimiz empatiye layık değiliz." diyor, sesi acı ve hüzünle dolu. "Yaptıklarımızın bedelini ödüyoruz, ama bu bedel sadece bize değil, herkese zarar veriyor. Bizim hatalarımız, sizin hayatınızı cehenneme çevirdi. Bunun farkındayım."

Şapkalı, bir süre daha sessizce ağladıktan sonra, derin bir nefes alıyor ve gözlerini sana dikiyor. "Sana bir gerçeği itiraf etmeliyim." diyor, sesi çatallı ve gözleri dolu. "Karımı ve çocuğumu aslında kendi ellerimle öldürdüm."

Bu sözleri duyduğunda, şaşkınlık ve dehşet içinde kalıyorsun. Şapkalı, derin bir iç çekerek devam ediyor. "Projenin başlarında, dünyaya yayılan salgın hastalığa ikisi de kapıldı. Hastalığın belirtileri ilk başta hafifti, sadece ateş ve yorgunluk gibi. Ama zamanla, hastalık vücutlarını ele geçirmeye başladı. Ciltlerinde yaralar çıktı, nefes almakta zorlandılar ve sürekli acı çektiler. Onların her gün daha kötüye gitmesini görmek, beni içten içe bitiriyordu. Kafayı yeme noktasına gelmemek için kendimi içkiye verdim." Şapkalı'nın gözleri uzaklara dalarken, acısını yeniden yaşıyormuş gibi görünüyor. "Her sabah, onların odasına girmek benim için işkenceye dönüştü. Karımın ve çocuğumun gözlerindeki korku ve acı, beni her gün biraz daha yok ediyordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordum. Bilim insanı olarak, onları kurtaracak bir çözüm bulamamak beni tüketiyordu. Günler geçtikçe, içimdeki umutsuzluk ve çaresizlik daha da büyüdü. Onların acılarına son verecek bir çözüm bulamıyorduk. Her sabah onların odasına girdiğimde, yüzlerinde aynı acı ve korku ifadesini görmek dayanılmaz hale gelmişti." Şapkalı, boğazındaki düğümü zorla yutarak devam ediyor. "Günlerden bir gün, ağır sarhoşken, dayanamayarak çocuğuma vurduğumu hatırlıyorum. O an, onların acısını daha fazla katlanılmaz hale getirmemeye karar verdim. O anın ardından, hayatım boyunca pişmanlık ve suçluluk duygusuyla yaşadım. Onların acılarını daha fazla uzatamayacağımı anladım. Laboratuvarlarımızdan çaldığım, hastalığı daha kötü hale getiren bir şırıngayı onlara enjekte ettim. Bu şekilde, acılarını sona erdirdim." Gözlerinden akan yaşlar, onun içindeki derin pişmanlığı ve suçluluğu ortaya koyuyor. "Her gün onların acı çektiğini görmektense, bu kararı verdim. Ama bu karar, beni her gün içten içe yiyor. Kendi ellerimle onları öldürdüm, ve bu yükü taşımak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Karım, gözlerimin içine bakarak, son nefesinde bile beni affetmeye çalıştı. Çocuğum ise, anlam veremediği bir korkuyla bana sarıldı. Bu anılar, her gece rüyalarımda bana işkence ediyor." Şapkalı'nın sesi giderek daha kırılgan hale geliyor. "Her gün, onların yüzlerini, gözlerindeki korkuyu ve acıyı hatırlıyorum. Onların hayatını kendi ellerimle sona erdirmek zorunda kalmak, beni her gün biraz daha yok ediyor. Bu yükü taşımak, her geçen gün daha da zorlaşıyor. Kendimi affedemiyorum, hiçbir zaman affedemeyeceğim." Şapkalı, ağlamaktan şişmiş gözlerini sana doğrultuyor. "Anlayacağın, ben empati kurulabilecek, anlaşılabilecek bir insan değilim. Artık insan bile olduğumu düşünmüyorum. Ben bir günahkarım ve ben yaşamayı hak etmiyorum. Ama Dünya'nın insanları hak ediyor. Başlarına getirdiğimiz beladan kurtulmayı hak ediyorlar. Her şey bittiğinde ve insanlarımızı gezegeninize yerleştirdiğimizde karım ve çocuğumun peşinden gideceğim."

Şapkalı, gözlerini son kez siliyor ve son sözlerini söylüyor. "Bundan sonra nerede karşılaşırız bilmiyorum ama şu saatten sonra ne sizinle empati kurmaya çalışacağım, ne de sizi insan gibi göreceğim. Hayalimizi gerçekleştirene kadar sizin bir grup değersiz deney faresinden farkınız olmamalı. Hayatta kalabilmemin tek yolu bu mentaliteyi kendime aşılayabilmek. Sizin bu hayalde ve bu gelecekte yeriniz yok ve olmayacak. Nedenini sormanızın hiçbir anlamı yok, öyle olması gerekiyor da ondan. Tatmin oldunuz mu?" Nefes alış verişinin hızlandığını fark edince derin nefes alıp vermeye başlıyor ve konuşmaya devam ediyor. "Seni geri göndereceğim. Planımız olduğu gibi devam edecek. Bu plan sırasında peşinden bir daha ne adam göndereceğim, ne de karşına çıkacağım. Ama planımıza tekrar karşı çıkar ve kendini gösterirsen seni böcek gibi ezerim. Anladın mı?" Seni hala göndermediğine göre sana da söz hakkı vermek istiyor gibi görünüyor.

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#22
Livei'nin söyleyecekleri bittikten sonra Şapkalı ağlamaya başlamıştı. Kendisinin ve ekibinin empatiye layık olmadığını söyleyerek girmişti söze. Yaptıkları yanlışların onların hayatını cehenneme çevirdiğini söylemişti. Onların hatalarının bedelini herkesin ödediğini söylemişti. Sonrasında kendisini oldukça zorlayarak bir itirafta bulunmuştu. Karısını ve çocuğunu kendisinin öldürdüğünü söylemişti. Livei bunu duyunca ilk başta şaşırsa da, adamın gözlerinden akan yaşları gördükçe bakışları yavaşça yumuşamaya başladı. Şapkalı sonrasında tüm hikayeyi anlatmaya başlamıştı. Karısının ve çocuğunun Dünya'daki salgın hastalığı kaptıklarını, her gün giderek artan acılar çekmeye başladıklarını, bundan dolayı da onları acı içinde görmeye dayanamayıp onları bir şırıngayla öldürdüğünü... Livei hikayeyi dinlerken ürpermeden edemedi. Şapkalı o kadar çok ağlıyordu ki gözleri kızarmaya ve şişmeye başlamıştı. Onu bu şekilde savunmasız ve kırılgan görmek Livei'nin de gözlerinin dolmasına sebep oldu. Zor bir seçim yapmıştı ve bu seçimin getirdiği sorumluluğu tüm hayatı boyunca yüklenmek zorundaydı. O acı ve pişmanlık hissi hiçbir zaman azalmayacaktı onun için. Şapkalı artık kendisinin bir insan olduğunu bile düşünmüyordu. Kendini bir günahkar olarak tanımlamıştı. Her şey bittikten ve Dünyalılar Ingenium'a yerleştikten sonra da hayatına son vermek istiyordu.

Şapkalı cümlelerini onları insan gibi göremeyeceğini söyleyerek bitirmişti. Onlar birer deney faresiydi, bu dünyanın geleceğinde onlara yer yoktu ve bir sebepten dolayı böyle olması gerekiyordu. Son olarak onu geri göndereceğini, planının olduğu gibi devam edeceğini, tekrar karşısına çıkarsa da onu böcek gibi ezeceğini söylemişti. O halde neden onu buraya getirmişti ki? Bunları söylemek için mi? "Bizim bir geleceğimiz olamaz mı yani?" dedi titrek bir ses tonuyla. "Benim de ailem var. Ben de onları çok seviyorum. Onlarla bir gelecek sahibi olmak istiyorum. Evlenmek istiyorum. Çocuğum olsun istiyorum. Yaşlanıp anneanne olayım istiyorum. Torunlarım etrafımdayken öleyim istiyorum. Bu mümkün değil mi? Bu gezegende hepimize yetecek kadar yer yok mu?" Boynunu hüzünle öne eğdi. Derin bir iç çekti. "Sen... Zor bir karar vermişsin. Ama seni anlıyorum. Sevdiklerinin her gün acı çektiğini izlemek kadar insana ıstırap veren başka bir şey yok. Umarım bir gün onların yanına gittiğinde seni kocaman bir gülümsemeyle karşılarlar. Ben senin bir canavar olduğunu düşünmüyorum. İçinde bir yerlerde hala insaniyet var. Olmasaydı şu an onların arkasından böyle ağlıyor olur muydun?" Tekrar derin bir iç çekti. "Tekrar karşına çıkar mıyım bilmiyorum. Muhtemelen çıkarım çünkü ben de bir insanım. Her ne kadar sen reddetsen de. Hayatta kalma içgüdülerim tetikliyor, anlıyor musun? Muhtemelen bizi yok etmek sizin için zor bir işlem değildir. Açıkçası neden hala bizi burada bu işkencede tutuyorsunuz onu da bilmiyorum ama ben hayatta kalmak ve sevdiklerimi de hayatta tutmak için elimden geleni yapacağım. Bu sizin planlarınıza karşı mı çıkıyor bilmiyorum." Gözlerini Şapkalı'ya çevirdi. "Bize yaşattıklarınız için intikam almaya çabalamaya hakkımız var bence, bu kadarına bir şey demezsiniz diye düşünüyorum. Ekibimden iki kişinin snapshotunu yaptınız. DNA'larımızla ve anılarımızla oynayabilecek cihazlarınız var, deneyleriniz yüzünden herkes ucubeye döndü herkesin acayip güçleri var. Bizim yaptıklarımız sizinkilerin yanında hiçbir şey. Sizin şu kutsal deneyiniz bitene kadar mücadeleye devam edelim. Sonra ne oluyor kim kazanıyor taşlar kimin lehine dönüyor bakarız. Ama benden pes edip karşına çıkmamamı bekleme. Sen pes ettin mi?" Gülümsedi. "Görüşürüz Şapkalı. Hayatta veya diğer tarafta."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#23
Bay Zengin'in soğuk bakışları bedenimi delmek istercesine üstümde gezinmeye devam ediyorken, birkaç adım atmasıyla birlikte daha da ciddileşmiştim. Nasıl bir ceza alacağımı bilmiyordum, merakla bekliyorken cezamdan önce başka bir şeyler konuşmaya başlamıştı. Dünya'nın içinde bulunduğu durumu anlamam gerektiğini söylüyordu, ancak asıl önemli olan benim Dünya'mın ne halde olduğuydu. Üçüncü Dünya Savaşı'nın çıkmasının ve bitmiş olmasının dolaylı sebebinin kendisi olduğunu söylüyordu, bir savaşı başlatmış ve aynı zamanda bir savaşı sonlandırmıştı. Bugüne kadar yaptığı tüm planların felaketi tetiklediğini söylüyordu. Bunların beni ne kadar ilgilendirdiği konusunda derin düşüncelere dalamadan, stratejilerinin ve planlarının bu savaşa başlamasına yol açtığını söyleyerek konuşmaya devam ediyordu. Dünya'nın kaynaklarını ve güç dengesini kontrol etmek için yapılan hamleler, bütün insanlığı ve şehirleri yok etmişti. Bu sebeple, bunların sonuçlarıyla yüzleşiyorlardı.

Bu felaketlerin sonuçları da bizlerdik. Onların kurtuluşu için tek yol bizdik. Bu gelecekte bize yer olmadığını söylüyordu. Prensipleri olan, ancak bencil bir insandı. Adalet ve hukuka mutlak bağlılığı sayesinde beni toz zerresine çevirmemişti. Potansiyelimizi görmek istediğini, bizim de potansiyelimizi göstermeye hakkımız olduğunu söylüyordu. Var olmadığımız bir geleceğe doğru adımlarken, ne kadar potansiyelimi gösterebilirdim ki? Bana kendimi göstermemi istediğini, ancak önce başka bir şey göstereceğini söylüyordu. Birisine veya bir şeye kendini göstermesini söyledikten sonra, ortamdaki tüm renkler algılanamaz hale gelmişti. Olağanüstü, daha önce hiç tanık olmadığım ve muhtemelen bir daha da olmayacağım bir ışık, gözlerimin çalışmasını bile engelliyordu. Bulanık görmekten başka işe yaramıyordu gözlerim. Bir figür, Bay Zengin'in hemen yanında duruyordu. Buna sebep olan o muydu, yoksa başka bir şey miydi bilmiyorum.

Hiçbir şeye benzemeyen, ama her şeye benzeyen bu figür konuşmaya başladığında, ağzından dökülen hiçbir şeyi algılayamadım. Anlam kondurmayı bırak, algılamakta bile büyük bir zorluk çektim. Tüm mantık, tüm gerçeklik yavaş yavaş yok olmaya başlarken, aklımı yitirmeye her bir saniye daha fazla yaklaştığımın bilincindeydim. İçimdeki her şey, tüm cesaret ve özgüven yok olmaya başlıyordu. Tüm bu duygular selinin ardından, kendimi Bay Zengin'in ve benim olduğum bembeyaz bir ortamda bulmuştum. Gözlerimin içine bakıp, bir dakika içerisinde vücudumdaki tüm sinirlerin acı çekmeye başlayacağını söylüyordu, bu ortamda ölmemin imkansız olacağını, kenimi de öldürmeyeceğimi söylüyordu. Pes edemeyecektim, uykuya dalamayacaktım. Tüm bunlardan kurtulmak için Dünya adına çalışmam gerekiyordu. Bulunduğum bu yerden, bu konumdan ve çekeceğim tüm acıdan kurtulmanın tek yolu Dünya'nın kurtuluşuna kendimi adamak olacaktı. Arkadaşlarımı teker teker öldürmem gerekecekti, zihnimi programlayacağını, onlara ihanet etme fikrini aklımın ucundan bile geçiremeyeceğimi söylüyordu. Son sorusu ise, bu işkenceye maruz mu kalacaktım, yoksa teklifini kabul mü edecektim?

Sizce, kabul mü edecektim?

İmkanı yoktu. Geride bıraktığım dostlarımı teker teker gözümün önünden geçirdim. Hepsiyle muhteşem anlar geçirdim, muhteşem hayaller kurdum. Belki çok daha iyilerini beraber yaşayabileceğimize inandım. Her bir adımımı onların kurtuluşu için yaptım. Şimdi, sadece acı çekeceğim için onlara ihanet edeceğimi gerçekten düşünüyor olamazdı değil mi? Dünya'nın kurtuluşu için, her şeyi yok eden bu adamların kurtuluşu için, arkadaşlarımın canına kıyacağımı düşünüyor olamazdı değil mi? Sağ elimi yumruk haline getirdikten sonra kalbimin üstüne koydum, sol elimi de yumruk haline getirdikten sonra çenemin altına yerleştirdim. Belki restorantımı açamayacağım ama, arkadaşlarıma da ihanet etmeyeceğim. Burası, benim için yolun sonu olacak. Beni kullanmasının tek yolu, acıdan beni delirtip tamamen kişiliğimi yok etmekten geçiyor. Ben, kendimi, zihnimi, her şeyimi kaybedene kadar, burada sonsuza dek acı çekeceğim.

Kararlı gözlerle Bay Zengin'in gözlerinin içine baktım. Yüzümde, son bir gülümseme vardı. Belki gücümün yettiği son bir gülümseme. "Hangimiz daha çetin ceviz, test edelim mi?" Dedikten sonra Kemik Bıçakları stilimi kullanarak aynı anda hem kalbimi, hem de kafatasımı parçalamayı deneyeceğim. Arkadaşlarıma bedenen bile ihanet edeceğime ölmeyi tercih ederim. Denemeden önce son bir kez Bay Zengin'le konuşacağım. "Sözlerine güveneceğimi düşünmedin değil mi?"
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#24
Livei: Şapkalı, gözyaşlarını silip, derin bir nefes aldıktan sonra sana bakıyor. Gözlerindeki derin üzüntü ve acı hala belirgin, ancak artık konuşmuyor. Senin sözlerini sindiriyor, ve bir an için hiçbir şey söylemeden gözlerini senden ayırmıyor. Bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar, etrafındaki laboratuvar kayboluyor ve kendini tekrar Bok'un yanında, yatakta yatarken buluyorsun. Yarı çıplak bir şekilde, Bok'un sıcak kollarında yatıyorsun. Bok uyanık ve nazikçe saçlarınla oynuyor. Senin gözlerini açtığını görünce gülümsüyor, ancak gözlerinde endişeli bir ifade var. "Livei, neler oldu? Kendinde değil gibiydin." diyor, sesinde hafif bir titremeyle. "Max geldi, önemli konular hakkında konuştu. Ama senin bu kadar uzun süre uyuman beni endişelendirdi. Ne oldu, kötü bir rüya mı gördün?" Bok'un sıcak bakışları ve endişeli ses tonu, içindeki huzursuzluğu biraz olsun hafifletiyor. Ancak, az önce yaşadıklarının ağırlığı hala omuzlarında. Bok, saçlarını nazikçe okşarken senin cevabını bekliyor. Bu anın huzurunu ve sıcaklığını hissetmeye çalışıyorsun, ancak az önceki karşılaşmanın yankıları hala zihninde çınlıyor. Şapkalı'nın acısı ve pişmanlığı, söylediklerinin ağırlığı, hepsi seni derinden etkilemiş durumda.

Bok, senin hala sessiz olduğunu görünce yüzünde bir mahcubiyet ifadesi beliriyor. Elini saçlarından çekip gözlerinin içine bakarak konuşuyor. "Önceki davranışım için özür dilerim, Livei. Sarhoştum ve kontrolümü kaybettim. Mahcubum, sana böyle davrandığım için gerçekten üzgünüm." Sesinde samimi bir pişmanlık var, ve bu seni biraz olsun rahatlatıyor. Bok, derin bir nefes alarak devam ediyor. "Bu sabah televizyonda Gedhilfe ve Himota ile ilgili bazı kötü haberler duydum. Durumlar giderek kötüleşiyor. Hem oradaki insanlar için hem de bizim için tehlikeler artıyor. Gedhilfe ve Himota arasında sıcak çatışmalar artarsa bu kıtaya ne olur ne biter bilmiyorum."

Mabi: Bedeninin parçalanmaya başladığını hissediyorsun. Kemik Bıçakları stilini kullanarak kalbini ve kafatasını parçalama planını başarıyla uyguluyorsun. Bir an için her şeyin sona erdiğini, acının ve baskının bittiğini hissediyorsun. Kalbine sapladığın bıçağın keskinliği, göğsünün içinde yankılanan bir titreşim yaratıyor. Kalbinin durduğunu, soğuk kemiklerin vücudunu delip geçtiğini hissediyorsun. Aynı anda kafatasına saplanan diğer bıçağın keskin ağrısı, beyninde şimşekler çaktırıyor. Gözlerin yavaşça kararıyor, dünya bulanıklaşıyor ve nihayetinde derin bir karanlığa gömülüyorsun. Bu karanlık, seni tamamen içine çekiyor, sanki bir uçurumun dibine doğru hızla düşüyormuşsun gibi bir his.

Ancak, bu düşüş uzun sürmüyor. Hemen ardından gözlerini tekrar açtığında, aynı beyaz alanda olduğunu fark ediyorsun. Kalbin hala atıyor, kafatasın sağlam. Vücudunda hiçbir hasar yok, sanki az önce yaşadığın ölüm deneyimi tamamen bir yanılsamadan ibaretmiş gibi. Beyaz, soğuk ve steril ortamda hala Bay Zengin'in soğuk bakışları altında duruyorsun. Tüm vücudunda bir hafiflik, bir boşluk hissediyorsun, ama aynı zamanda derin bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk. Bay Zengin'in yüzünde hafif bir gülümseme beliriyor. "Görüyorsun, burada fiziksel acı çekmek veya ölmek mümkün değil. Sadece zihinsel olarak acı çekebilirsin. Kendine zarar vermek hiçbir şey değiştirmez, sadece acı çekme süreni uzatır. Kararını tekrar gözden geçir. Dünya'nın kurtuluşu için çalışman gerekiyor, başka bir seçenek yok." Bay Zengin'in sözleri, içinde derin bir umutsuzluk hissi yaratıyor. Kalbinin hala atıyor olması, yaşadığın ölüm hissinin ardından sana büyük bir ağırlık gibi geliyor. Göğsünde, kalbinin tekrar çalıştığını hissetmek, seni derin bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde bırakıyor. Bu beyaz alanın içinde, sadece zihinsel acı çekmeye mahkum olduğun gerçeği, içindeki direnci ve kararlılığı daha da zorlayıcı hale getiriyor.

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#25
Bay Zengin'in sözlerine güvenmeyip ileriye doğru bir adım atmışsam da, hiçbir işe yaramadı. Sadece bir an için kalbimin tamamen durduğunu, beynimin ve kalbimin parçalandığını hissetmek, bir yandan düşeceğim karanlığın korkusuyla harmanlanan bir huzur yaratmıştı içimde. Gözlerim yavaşça kararmaya başlarken, korku yerini hafif hafif huzura bırakmaya başladı. Arkadaşlarıma bedenen bile zarar vermektense, ölmeyi tercih ederdim. Karanlık beni içine iyice çektiğinde, korku ve huzur birbirine karıştı, iki duyguyu birbirinden ayıramadığım bir noktada gözlerimi tekrardan açmak, tüm huzurumu kaçırmıştı. Kalbim hala atıyor, beynim sapasağlam yerindeydi, kısacası Bay Zengin yalan söylememişti bu konuda hakkında. Burada ölmek imkansız olmalıydı, zira kendisinin kontrol ettiği bir alanda bulunuyor olabilirdim. Derin bir iç çektim ölememiş olmanın verdiği umutsuzluk ile.

Burada fiziksel acı çekmenin ve ölmenin mümkün olmadığını, sadece zihinsel olarak acı çekebileceğimi söylüyordu. Kendime zarar vermek ise, acı çekme süremi uzatacaktı. Dünya'nın kurtuluşu için çalışmam gerektiğini söylüyordu, bense bunu kabul etmeyecektim. Bu işin tek bir çözümü vardı, bunu o da ben de çok iyi biliyordum. Zihnim, umutsuzluk, hayal kırıklığı ve korku ile mücadele etmeye çalışırken, kalbimin her bir atışı az biraz da olsa cesaret pompalamaya çalışıyordu tüm bedenime. "Bu işin tek bir çözümü var." Dedim olduğum yerde sırt üstü yere yatıp, kollarımı göğsümde kavuşturarak. "Beni burada çekeceğim acıyla tamamen parçalayabilirsin. Ancak ben kendimde olduğum sürece, bu teklifini kabul etmeyeceğim. Ha birde..." Dedikten sonra sol elimi önce bir yumruk şeklinde Bay Zengin'e uzattım. Sonrasında da orta parmağımı havaya kaldırdım. "Sanırım Dünya'da çok kullanılan bir hareketmiş." Dedikten sonra sol kolumu da göğsüme geri götürdüm. Eğer bundan kaçamayacaksam, bir erkek gibi göğüslenmek zorundayım. Belki de zihnen tamamen yok olana kadar.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#26
Şapkalı bir cevap vermemişti. Hala ıstırap dolu gözlerle ona bakıyordu. Gözlerini hiç ayırmadan hem de. Livei kısa süre sonra etrafındaki laboratuvar ortamının yok olduğunu fark etti. Kendine yeniden geldiğinde en son hatırladığı odadaydı. Yatakta Bok'un yanında yatıyordu. Bok'un kendisini saran sıcak kollarını yeniden hissettiğinde kendini eve geri dönmüş gibi hissetti. Bok şefkat ve sevgi dolu dokunuşlarla saçlarıyla oynuyordu. Genç kızın uyandığını fark edince ona gülümsemişti ama endişeli bir ses tonuyla ne olduğunu sormuştu. Demek ki bedeni bir yere ayrılmamıştı. Şapkalı bir şekilde rüyasına girmiş veya ruhunu yanına çekmişti. Bunu nasıl yapıyordu ki? Bok sözlerine devam etmişti. Max'in geldiğini ve önemli şeyler söylediğini söylemişti. Demek ki Bok uyanıp içeriye, diğerlerinin yanına gitmişti bile. Livei'nin bedeni hiçbir şey hissetmemişti. Uyuduğunu sanmışlardı. Livei kendi kendine canı sıkkın bir şekilde mırıldanarak Bok'un sıcaklığına daha da gömdü kendini. Bunları düşünmek ve konuşmak istemiyordu. Şu huzuru kalsa olmaz mıydı? Ayrıca Bok'un ona bir özür borcu vardı.

Bok bunu anlamış gibi oldukça mahcup bir ifadeyle sarhoş olduğu ve uygunsuz davrandığı için özür dilemişti. Resmen zihnini okumuştu Livei'nin. Genç kız gülümsedi. Onun bu yönünü seviyordu. Sanki içinde dışarıya çıkmaması için sürekli bastırdığı bencil bir çocuk vardı. Her zaman ne yapması gerektiğine, ne söylemesi gerektiğine inanılmaz özen gösteren, grubun dahisi diyebileceği kadar zeki olan Bok sarhoş olunca adeta bencil bir çocuğa dönüşüyordu. Bu can sıkıcı olabilse de sevimli bir yönüydü. Zincirlerinden kopmaya ve hafiflemeye izin vermek iyi geliyordu belli ki ona da. Bok iç çekerek sabahleyin televizyonda Gedhilfe ve Himota arasındaki savaşa dair şeyler gördüğünü söylemişti. Bu sıcak savaş devam ederse kıta için zorlu bir durum oluşacaktı. Dünya gibi olacaklardı eninde sonunda. Dünyalılardan çok da farklı değillerdi demek. Tihami savaşında Hae'nin yaptığı ve yol açtığı şeyler düşünülünce bir kıtanın sonunu getirmek çok da zor olmazdı onlar için.

Livei iç çekerek yattığı yerde doğruldu. "Bıktım bunlardan. Sadece sarılsak ve en büyük derdimiz kahvaltı saatini çok fazla geçirdiğimiz olsa olmaz mı? Sonra akşam yeniden buluşmak üzere işlerimize gitsek ve 'evde ekmek var mıydı acaba'dan başka da düşünecek bir şeyimiz olmasa mesela." Bok'un üzerine çıkıp başını onun göğsüne yasladı. "Uyumuyordum. Şapkalı'nın yanındaydım. Beni laboratuvar gibi bir yere götürdü. Aramızdaki yakınlaşmanın bizim için kaçış olmadığını, artık ne yaparsak yapalım sevdiğimiz herkesin öleceğini, başarısızlıklarımın sonuçlarıyla yüzleşmem gerektiğini söyledi. Ona çok kızdım. Ağzıma ne geldiyse söyledim. Snapshotlarımızı yaptıklarından, yaşamaya çalıştığımızdan, bizim de insan olduğumuzdan, Dünyalılarla bir derdimiz olmadığından, onların da ne çektiğini anladığımızdan bahsettim. Şapkalı'ya da onun da bir insan olduğunu, kendi ailesini kaybettiğini ve acısını anladığımı söyledim. Bir anda ağlamaya başladı. Ama çok içli içli ağlıyordu. Kızını ve evladını kendisinin öldürdüğünü söyledi. Bu yüzden de empatiyi hak etmediğini söyledi. Salgın hastalık kaptıkları için onları acıdan kurtarmak istemiş. Onları her gün acı içinde görmeye katlanamamış ve hastalığı arttıran bir şırıngayla öldürmüş ikisini de. Bundan dolayı çok büyük pişmanlık ve acı çektiğini, Dünyalıları bizim gezegenimize yerleştirdikten sonra da intihar edeceğini söyledi. Ayrıca dedi ki bizi insan gibi göremezmiş. Ne olursa olsun bizi deney faresi gibi görmek zorundaymış. Hayatta kalabilmesinin tek yolu buymuş. Çünkü onların planladıkları bu gelecekte ve hayalde bize bir yer yokmuş. Biz bunun bir parçası olamazmışız. Nedenini söylemedi, böyle olması gerektiğini söyledi. Beni geri göndereceğini ve artık peşime hiçbir adamını takmayacağını ama karşısına bir daha çıkarsam beni bir böcek gibi ezeceğini söyledi. Ben de ona karşılaşacağımızı söyledim çünkü biz de insanız ve hayatta kalmak istiyoruz dedim. Onların bize yaptıklarının yanında bizim yaptıklarımızın hiçbir şey olduğunu, intikam almak için çabalamaya hakkımız olduğunu söyledim. Benim de korumak istediğim sevdiklerim, bir ailem olduğunu söyledim. Bu deney bitene kadar da mücadele etmeye devam edeceğimizi söyledim." diye özetledi kısaca uykuda olduğu süreçte başına gelenleri.

Derin bir iç çekerek yüzünü Bok'un boynuna gömdü. "Bilmiyorum Bok. Yoruldum ve korkuyorum. Bir yandan Dünya, bir yandan Mavi Yıldız, bir yandan Himota ve Gedhilfe... Keşke bizi buralardan kaçırmanın bir yolunu bulabilsem. Keşke onlar gibi biz de bir gezegen yapsak kendimize ve oraya gitsek. Hayatımızı yaşasak yaşlanıp ölene kadar. Her şeyden ve kötülükten uzakta, huzurla. Bunu yapmayı çok isterdim. Senin yanında iki dakika mutlu olarak uyumama bile izin vermiyorlar. Bazen çığlık atmak istiyorum gökyüzüne doğru. Her şey üstüme üstüme geliyor. Eminim sen de öyle hissediyorsundur. Herkes öyle hissediyor. Ama buna lüksümüz de yok. Kendimiz, gezegenimiz, insanlarımızın iyiliği için elimizden geleni yapmaya devam etmeliyiz biliyorum ama... Bazen keşke daha kolay olsaydı diye düşünüyorum. 23 yaşımda ölümden beter şeylerden korkmak istemezdim." Bok'un boynuna minik bir öpücük bıraktı. "Dün yaşananlar önemli değil bu arada. Kızgın filan değilim. Sarhoşken çok direkt bir insana dönüşüyorsun, komiğime gidiyor. Sen de aynı şeyi mi düşünüyorsun acaba içten içe? Bir daha ne zaman baş başa kalırız, ne zaman rahatlayacak zaman buluruz, ne zaman birlikte olabiliriz diye mi düşünüyorsun? Çünkü ben sürekli bunu düşünüyorum."
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#27
Mabi: Sırt üstü yere yattığında, tüm vücudunu bir gerginlik kaplıyor. Bay Zengin’in sözleri, beyninde yankılanırken, bir anda sinir uçlarının alev alev yanmaya başladığını hissediyorsun. İlk başta hafif bir karıncalanma olarak başlayan bu his, hızla yoğunlaşıyor ve tüm vücudunu ele geçiriyor. Sanki milyonlarca küçük iğne, her bir sinir ucuna batıyormuş gibi. Acı, her bir hücrene nüfuz ediyor. Kasların istemsizce kasılıyor, her hareketin, her nefes alışın, her kalp atışın, içinde bir yangın varmış gibi hissettiriyor. Sinirlerin, beynine sürekli acı sinyalleri gönderiyor ve bu acı dalgaları, beyninde yankılanarak tüm varlığını sarıyor. Gözlerin istemsizce kapanıyor, dişlerin birbirine kenetleniyor, nefesin hızlanıyor ve düzensizleşiyor. Her nefes aldığında, ciğerlerine dolan hava, sanki alev gibi yakıyor. Kolların, bacakların, hatta parmak uçların bile acı içinde kıvranıyor. Sanki damarlarının içinden lav akıyormuş gibi bir sıcaklık ve yanma hissiyle doluyorsun. Kasların kasılıp gevşedikçe, bu acı dalgaları daha da yoğunlaşıyor. Gözlerinin önünde ışıklar çakıyor, kulaklarında çınlamalar duyuluyor. Her bir sinir ucunun ayrı ayrı acı çektiğini, bu acının tüm bedenine yayıldığını hissediyorsun. Zihnin, bu yoğun acıyı işlemekle meşgulken, düşüncelerin bile bulanıklaşıyor. Mantıklı düşünmek, plan yapmak imkansız hale geliyor. Tüm dikkatin ve bilincin, sadece bu acıyı hissetmeye odaklanmış durumda. Zaman kavramını yitiriyorsun, saniyeler saatler gibi geliyor. Her bir an, dayanılmaz bir işkenceye dönüşüyor. Acının zirvesinde, vücudunun her bir hücresinde yankılanan bu yoğun acı dalgaları, seni tamamen ele geçiriyor. Bilincinin kenarlarında karanlık dans ediyor, ancak bu karanlık bir rahatlama getirmiyor. Tam tersine, bu acının hiç bitmeyeceği korkusuyla doluyorsun. Bu korku, acının daha da derinleşmesine neden oluyor. Her bir nefes alışında, her bir kalp atışında, acının daha da derinleştiğini hissediyorsun. Kendini tamamen bu acıya kaptırıyorsun, vücudunun her bir siniri, her bir hücresi bu işkenceyi yaşıyor.

Bir anda, acının zirvesindeyken etrafında bir hareketlenme hissediyorsun. Gözlerinin önündeki bulanıklık, hafifçe aralanıyor ve Şapkalı’nın figürü beliriyor. Şapkalı, sert adımlarla Bay Zengin’e doğru ilerliyor. “Bırak onu.” diyor. “Şimdi değil, daha önemli olaylar var.” Bay Zengin, başta bu isteği sorgulayan bir ifadeyle Şapkalı’ya dönüyor. “Bu kadar yaklaştık.” diyor, sesinde öfke ve kararlılık var. “Onu tam da teslim almak üzereydim. Şimdi bırakamam.” Şapkalı, gözlerini kısarak Bay Zengin’e bakıyor. “Sana bırak dedim abi. Şimdi değilse bile daha sonra onunla ilgileniriz. Ama şu anda daha önemli işlerimiz var. Eğer seninle bunun için savaşmam gerekiyorsa, bunu da yaparım.” Bay Zengin’in yüzünde bir an için tereddüt beliriyor, ardından dişlerini sıkarak Şapkalı’ya karşı adım atıyor. İkisi arasında gerilim iyice artıyor, ortamda elektriklenme hissediliyor. İkisi de birbirine meydan okurcasına bakarken, bir anda Bay Zengin pes ediyor. Derin bir nefes alıp geri çekiliyor. “Tamam.” diyor, gözlerini sana dikerek. “Bugün şanslısın. Ama bu son olmayacak.” Bay Zengin’in gözlerindeki soğuk bakış hala üstündeyken, Şapkalı’nın sert duruşunu hissediyorsun. Bir anda, etrafındaki acı ve beyaz alan kayboluyor. Göz açıp kapayıncaya kadar, kendini tekrar bahçede, yerde yatarken buluyorsun. Çimenlerin serinliği ve gece gökyüzünün huzur verici karanlığı seni sarıyor. Vücudundaki tüm acılar kaybolmuş, sanki hiç yaşanmamış gibi. Gökyüzündeki yıldızlar sana huzur verirken, etrafındaki dünya tekrar eski haline dönüyor. Şu anda yaşadıkların, sanki bir kabustan uyanmışsın gibi hissettiriyor. O anda Hae ve Thomas'ın bağırarak sana doğru koştuğunu görüyorsun.

Livei: Bok, senin sözlerini dikkatle dinledikten sonra, derin bir nefes alarak yüzünü sana doğru çeviriyor. Gözlerinde hem anlayış hem de sevgi dolu bir bakış var. "Livei, seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi?" diye soruyor, sesi yumuşak ve samimi. "Bu savaş, bu karmaşa... Hepsi bizi zorluyor ama birbirimize olan bağlılığımızı asla kaybetmedik. Bu anlarda bile, senin yanında olmak bana güç veriyor." Bok, ellerini nazikçe saçlarının arasından geçiriyor, seni daha da yakınına çekerek sarılıyor. "Seninle birlikte olduğum her an, dünya ne kadar karışık olursa olsun, bir parça huzur bulabiliyorum. Ama içimdeki seni sevme arzusu o kadar güçlü ki bazen kontrolümü kaybediyorum." Bok, yüzünü boynuna doğru yaklaştırarak oraya minik bir öpücük konduruyor. "Seninle birlikte olduğum bir geleceği hayal etmekten vazgeçmeyeceğim, Livei. İster bu gezegende olsun, ister başka bir yerde, seninle huzurlu bir yaşam istiyorum. Ama şu an, elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Dünya'nın, gezegenimizin durumu zor, biliyorum. Ama seninle birlikteyken, her şeyin üstesinden gelebileceğimizi hissediyorum." Bok'un bu sözleri, sana güç ve cesaret veriyor. İçindeki korkular biraz olsun hafifliyor, onun sıcaklığı ve sevgisi seni sararken kendini daha güvende hissediyorsun. Bok, seni kollarının arasına alıp sıkıca sarılırken, yüzünde sevgi dolu bir ifade var. "Seni her şeyden çok seviyorum, Livei. Her ne olursa olsun, birlikte mücadele edeceğiz ve birlikte kazanacağız." Bu sözler, sana derin bir huzur ve kararlılık veriyor. Bok'un sevgisi ve bağlılığı, bu zorlu dönemde en büyük gücün oluyor.

Bok, seni kollarında sıkıca sararken, odanın kapısı hızla açılıyor ve Mavi içeri dalıyor. Yüzünde ciddi bir ifade var, gözleri endişeyle dolu. "Max, herkesin salona toplanmasını istedi." diyor, sesi biraz titreyerek. Bok ve sen hızla birbirinizden ayrılıp doğruluyorsunuz. Bok’un yüzünde anlık bir şaşkınlık beliriyor, ancak hemen ardından kararlılıkla seni elinden tutarak salona doğru yönlendiriyor. Salona girdiğinizde, Mabi dahil herkes toplanmış durumda. Max, odanın ortasında duruyor ve yüzünde ciddi bir ifade var. "Gedhilfe, Himota'ya Dünya silahları ile saldırdı." diyor, sesi karanlık bir ciddiyetle dolu. "Sivilleri hedef almaya başladılar. Himota, Demir kullanıcılarını Gedhilfe'ye yolladı. Sokaklar savaş alanına dönmek üzere." Max'in sözleri odada yankılanırken, herkesin yüzünde dehşet ve şaşkınlık beliriyor. Bok’un elini sıkıca tutuyorsun, bu durumun ciddiyetini anlamaya çalışırken içindeki korku büyüyor. Max, televizyonu açmalarını işaret ediyor. Televizyon açıldığında, Himota’dan canlı bir yayın ekranı dolduruyor. Sokaklar kaos içinde, binalar yıkılmış, insanlar panik içinde kaçışıyor. Silah sesleri ve patlamalar ekranı dolduruyor, sokaklarda aktif çatışmalar devam ediyor. Gözlerin ekrana kilitlenmişken, Himota'nın sokaklarında yaşanan yıkım ve dehşet seni derinden sarsıyor. Askerler ve Demir kullanıcıları çatışıyor, patlamalar her yeri aydınlatıyor. Siviller panik içinde oradan oraya koşuşturuyorlar, bazıları yaralanmış ve yardım bekliyor. Bu görüntüler, savaşın acımasız gerçekliğini gözler önüne seriyor. Max, televizyon ekranındaki kaosu işaret ederek konuşmaya devam ediyor. "Bu durum, bizim için büyük bir tehdit arkadaşlar. Sokaklar savaş alanına döndü. Bizim güvenliğimiz için hemen ikinci kıtaya geçmemiz gerekiyor. Orada daha güvenli olacağız ve bu kaosun ortasında kalmaktan kaçınacağız."

Bir anda dışarıdan silah sesleri gelmeye başlıyor. Bu sesler, odadaki herkesin dikkatini çekiyor ve bir anlık bir sessizlik hakim oluyor. Mavi, perdeyi hızla açıyor ve dışarı bakıyor. "Huld!" diye bağırıyor. Dışarıda, Huld'un bir Demir kullanıcısı ile savaştığını görüyorsunuz. Huld, Demir kullanıcısına karşı zorluk çekiyor, ağır darbeler alıyor ve her darbede sendeleyip yere düşüyor. Friks, anında ayağa kalkıyor. "Hasiktir Huld, madem gördün dışarıya niye çıkıyorsun amına koyayım ya!" diye bağırarak dışarı koşmaya başlıyor. Onun kararlılığı, diğerlerini de harekete geçiriyor. Bok sana dönerek "Ben Prens Thrao ile iletişime geçmeye çalışacağım. Hemen döneceğim." diyor ve hızla ışınlanıyor. Friks, Huld'un yanına varıyor ve Demir kullanıcısına karşı saldırıya geçiyor. Huld, yaralı olmasına rağmen ayağa kalkıp Friks'e katılıyor. İkili, Demir kullanıcısına karşı savaşırken sen ve diğerleri içeriden onları izliyorsunuz. Her darbe ve her saldırı, sokakta yankılanıyor. Huld, sol kolunu korumaya çalışırken sağ koluyla bir kılıç darbesi indiriyor. Demir kullanıcısı bu saldırıyı engelliyor ve karşılık olarak Huld'un göğsüne güçlü bir yumruk atıyor. Huld, bu darbeyle birkaç adım geriye savruluyor, kanlı bir öksürükle yere düşüyor. Friks, Huld'un düşmesine izin vermiyor ve hemen Demir kullanıcısına saldırıyor. Hızlı ve çevik hareketlerle saldırılarını devam ettiriyor, ancak Demir kullanıcısının zırhı ve gücü karşısında zorlanıyor. Mavi, pencerenin kenarından olanları izlerken gözlerinde endişe beliriyor. "Onlara yardım etmemiz lazım!" diyor ama içerideki herkesin gözlerinde aynı korku ve çaresizlik var. Huld ve Friks, sokakta ölüm kalım savaşı veriyorlar, her darbe ve her savunma onların hayatını daha da tehlikeye atıyor. Friks, Demir kullanıcısına karşı savunma yaparken bir anlık bir açıklık buluyor ve Huld'u yerden kaldırarak birlikte saldırmaya devam ediyorlar. İkisi, uyum içinde çalışarak Demir kullanıcısına karşı ellerinden gelenin en iyisini yapıyorlar, ama karşılarındaki düşman çok güçlü.

Bir anda çatışmanın ortasında, gökyüzünden inen bir yıldırım gibi Etenis beliriyor. Demir elementinin gücünü kullanarak Demir kullanıcısına karşı saldırıya geçiyor. Etenis'in varlığı, Huld ve Friks'e bir anlık rahatlama sağlıyor. Etenis, ellerini havaya kaldırarak Demir kullanıcısının vücudunu demirle kaplıyor. Adamın vücudu ağırlaşıyor ve hareketleri kısıtlanıyor. Etenis, gözlerinde kararlılıkla adama doğru yavaşça yaklaşıyor. "Bu senin sonun. Üzgünüm hemşehrim." diye mırıldanıyor Etenis, ellerini sıkıca kapatarak demir kaplı vücudu tek tek parçalara ayırıyor. Adamın çığlıkları sokakta yankılanıyor, ama Etenis'in kararlılığı ve gücü karşısında dayanacak gücü kalmıyor. Parçalara ayrılmış vücut, sokakta birer birer yere düşüyor ve geriye sadece demir parçaları kalıyor. Etenis, Huld ve Friks'e dönerek "Hemen içeri girin!" diye bağırıyor. İkili, Etenis'in talimatına uyarak hızla içeri koşuyor. Etenis de onların arkasından içeri giriyor. Kapı kapandığında, içerideki herkes derin bir nefes alıyor. Etenis, içeridekilerin dikkatini çekerek konuşmaya başlıyor. "Bok ile konuştum, ben de sizinle gelmek istiyorum. Yardım edebileceğim başka yerler varsa orada olmalıyım. Mavi Yıldız'dan ne kadar uzak, o kadar iyi." Max, gülümsüyor ve Etenis'e elini uzatıyor. "Aramıza hoş geldin o halde." diyor.

O Sırada; Prens Thrao'nun Karargahı
Prens Thrao'nun karargahı, çatışmaların yankılanan sesleriyle dolu ekranlarla aydınlanıyor. Bok, Prens Thrao'nun yanında dururken, ekranlarda Himota'daki kaosu izliyorlar. İnsanların korku dolu çığlıkları, patlamaların yankıları, ve çatışmaların gölgesi, her iki erkeğin de yüzünde derin bir endişe ve kararlılık yaratıyor. Prens Thrao, gözlerini ekrandan ayırmadan, derin bir iç çekiyor. "Bunu durdurmak için elimden gelen her şeyi yapacağım." diyor kararlılıkla. "Bu kaos sona ermeli. Gerekirse babamla ilgili yapmam gerekeni yapacağım. Babamın yanlışlarını düzeltmek için ne gerekiyorsa yapmalıyım." Sözleri, kararlılığını ve içinde taşıdığı derin acıyı yansıtıyor. Bok, Prens Thrao'nun kararlılığını anlıyor ve onun yanında olduğunu hissediyor. Prens Thrao, Bok'a dönerek "Beni Ten'in olduğu yere, Himota'ya ışınla." diyor. Bok, başını sallayarak kabul ediyor. Ellerini Prens Thrao'nun omuzlarına koyuyor ve derin bir nefes alarak konsantre oluyor. Bir an sonra, Prens Thrao, Bok'un yardımıyla ışınlanarak Himota'ya gidiyor.

Prens ışınlandıktan hemen sonra, Bok tanıdık bir ses duyuyor. Bu ses, ruhunun derinliklerinde yankılanıyor, ona dehşet ve öfkeyi aynı anda hissettiriyor. Bok, yavaşça arkasına döndüğünde, karşısında Deith Ozæf'i görüyor. Deith Ozæf, gözlerinde soğuk bir parıltıyla ona bakıyor. Bir an için zaman duruyor gibi hissediyorlar, iki güçlü figür karşı karşıya geliyor. Deith Ozæf'in varlığı karargahın havasını anında değiştiriyor. Bok, onun güçlü ve karanlık aurasını hissedebiliyor. Deith, karanlık ve tehditkar bir gülümsemeyle Bok'a doğru yavaşça ilerliyor. "Seni burada görmek ne hoş, Bok Jemipech." diyor, sesi zehir gibi keskin ve soğuk. "Hep kaçmayı becerirdin, ama şimdi kaçacak yerin yok." Bok, dişlerini sıkarak, öfkeyle gözlerini kısıyor ve bir adım geri çekiliyor. Kalbindeki öfke, damarlarında kaynıyor. Deith Ozæf'in her adımı, yerin altından yankılanan bir tehdit gibi hissediliyor. Bok'un içindeki öfke, giderek büyüyor. Deith, onun zayıf noktalarını biliyor ve bu durum Bok'u daha da öfkelendiriyor. Deith, alaycı bir şekilde konuşmaya devam ediyor. "Ne oldu, Bok? Bu kadar korkmuş görünmek sana yakışmıyor." Bok, yumruklarını sıkıyor ve derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalışıyor. Ancak Deith'in sözleri, onu daha da kışkırtıyor. Deith Ozæf, Bok'un üzerine doğru bir adım daha atarak "Seninle burada, şimdi hesaplaşacağız." diyor. Gözlerinde soğuk ve acımasız bir ifade var. Bok, öfkeyle ona karşılık veriyor. "Seni durduracağım, kral. Ne pahasına olursa olsun."

İkisi de aynı anda birbirlerine doğru öfkeyle koşmaya başlıyorlar.

Karargahta
Karargahtaki atmosfer gergin ve endişeli. Max, Bok'un hala dönmemiş olmasını merak ederek bir adım öne çıkıyor. "Bok'un tam nerede olduğunu bilmiyoruz ve şu anda güvende olduğundan emin olmalıyız." diyor, gözlerini odadaki herkesin üzerinde gezdirirken. "Hepinizi İkinci Kıta'ya ışınlayalım şimdiden. Az önce gerçekleşen olayları düşünürsek harbiden vaktimiz yok." Odada bulunan herkes bu kararı onaylıyor. Livei, Friks, Huld, Mabi ve diğerleri başlarını sallayarak onaylıyorlar. Max, içinizi rahatlatmak için bir adım daha atıyor. "Hepinizi İkinci Kıta'daki ana Direniş karargahına ışınlayacağım. Oraya vardığınızda ben geri dönüp Bok'u kontrol edeceğim. Merak etmeyin, onu bulacağım." Max, ellerini kaldırarak odadaki herkesi etrafında topluyor. "Herkesi toplu olarak ışınlayacağım." diyor, gözlerini kapatarak konsantre oluyor. Bir anda parlak bir ışık patlaması gerçekleşiyor ve herkes kendini İkinci Kıta'daki ana Direniş karargahında buluyor. Yeni yere vardığınızda, Max hemen geri dönmeden önce size bir şey söylemek üzere duruyor. "Geri dönmeden önce sizleri biriyle tanıştırmak istiyorum." diyor. "Bu kişi yeni bir üyemiz ve kimsenin sahip olmadığı bir güce sahip." Max, gözlerini kapatarak derin bir nefes alıyor ve ardından "Wændz Neidthad!" diye sesleniyor. Bir anda, karargahın gölgelerinden Wændz Neidthad beliriyor. Yüzünde ciddi bir ifade, gözlerinde kararlılık var. Max, onunla ilgili kısa bir tanıtım yaparak sözlerine devam ediyor. "Wændz, bizim yeni üyemiz. Kendisi, çok özel ve eşsiz bir güce sahip. Bu gücü direnişimize büyük katkılar sağlayacak."

Wændz: Bir süredir yapmakta olduğun alıştırmaları bırakıyorsun. Sabahın köründen beri yoğun bir şekilde çalışıyordun ve bu, yorgunluğunu ister istemez belli ediyor. Max'in seni çağırdığını duyunca, alıştırmaları bırakıp ekibin yanına doğru yöneliyorsun. Yavaşça adımlarını hızlandırıyorsun, çünkü onların yanına bir an önce ulaşmak istiyorsun. Zihnin hala yaptığın egzersizlerin etkisiyle dolu, kasların ise yorgun. Ekibin yanına ulaştığında, gözlerinde hafif bir yorgunluk olsa da yüzünde kararlılıkla duruyorsun. Max, senin varlığından haberdar olduğunu belli eden bir gülümsemeyle karşılıyor seni. "Millet, bu Wændz Neidthad." diyor, seni gruba tanıtarak. "Kendisi yeni üyemiz ve oldukça özel bir yeteneğe sahip." Max, konuşmasına devam ederken gözlerini senin üzerinde tutuyor. Bir süre sessizce dinliyorsun, onun söylediklerini ve grubun tepkilerini gözlemliyorsun. İçinde bir huzur ve güven hissi var, çünkü bu insanların arasında olmanın anlamı senin için büyük. Konuşma bittikten sonra, ekiptekilerin sana meraklı ve hayran bakışlarla baktığını fark ediyorsun. Max'in seni tanıtmasından sonra, bir adım öne çıkarak kendini tanıtıyorsun. Max, ekibe son bir çağrıda bulunuyor. "Wændz'i lütfen aranıza alın, tanışın, kaynaşın. Bok'u bulana kadar strateji ile ilgilenmeliyiz, sizi birazdan Sean ya da Rose alacak. Onlarla lütfen nasıl ilerleyebileceğimiz hakkında detaylı konuşun. Şimdilik takılın arkadaşlar. Biliyorum, şu an hepiniz çok gerginsiniz ve gülüp eğlenilecek bir durumda değiliz ama Bok'u bulmamız gerek. Hemen geri döneceğim, Bok ile birlikte." Max, kendini ışınlamadan hemen önce oldukça önemli bir cümle kuruyor ve gülümsüyor.

"Ha bu arada, Wændz'in gücü biyoloji ve zaman manipülasyonu."
Off Topic
Wændz Neidthad konuya dahil olmuştur. İlk turu olduğu için Livei Nyawodz ve Mabi Chüimimuta'nın öncelikli tur atması önerilir.

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#28
Bok ona çok güzel şeyler söylemişti. Onu kendine daha da çekerek sıkıca sarılmış, saçlarını okşamış ve ona onu ne kadar çok sevdiğini söylemişti. Birlikte olmalarından doğan güçlerine vurgu yaparak birlikte oldukları anların bir parça huzur bulabildiği tek an olduğunu söylemişti. Livei de aynen böyle hissediyordu. Bok'un içindeki kuvvetli hisleri duymak Livei'ye güven vermişti. Bir yandan da hafifçe hüzünlenmişti. Friks ile birlikte olduğu tüm bu süreç boyunca Bok bunları baskılıyor ve saklıyor olmalıydı, tıpkı onun kendisine yaptığı gibi. Tıpkı o sıkıntılı süreci atlattığı gibi bu sıkıntılı süreçleri de atlatacaktı. Biraz yorulması gerekliydi sadece. Bok, birlikte huzur içinde yaşayacakları bir geleceği hayal etmekten vazgeçmeyeceğini söylemiş ve birlikte her şeyin üstesinden gelebileceklerini belirtmişti. Livei onu dinlerken oldukça duygulanmıştı. Bunca zaman uğruna mücadele verdiği her şeyin anlam kazandığını hissetmişti bir anlığına. Boğazındaki yumruyu yutkunarak dindirdikten sonra titrek bir sesle "Ben de seni her şeyden çok seviyorum." diyerek sımsıkı sarıldı Bok'un boynuna.

Birbirlerine sıkı sıkıya sarıldıkları bu anlarda odanın kapısı aniden gümbürtüyle açılmıştı ve Mavi içeriye pat diye dalmıştı. Livei yerinden sıçrayarak kendini yatağın öbür ucuna attı. Max'in herkesin salonda toplanmasını istediğini söylemişti Mavi. "Kapıya vursan yeterliydi Mavi, duyar ve gelirdik." dedi Livei biraz sinir olmuş bir ses tonuyla gözlerini devirerek. Özel denen mahrem denen bir şey vardı yani, ya çırılçıplak olsalardı? Bok ile el ele salona geçtiler. Mabi de aralarına katılmıştı. Dünden kalma gibi görünüyordu. Livei ona gülümseyerek selam verdi. Max odanın ortasında oldukça ciddi bir ifadeyle Gedhilfe ve Himota arasındaki savaşın gidişatının vahim tablosunu anlatmıştı onlara. Gedhilfe kırmızı çizgiyi aşmış ve Dünya silahları ile Himota'ya saldırmaya başlamıştı. Bu da yetmezmiş gibi sivilleri hedef alıyordu. Bunun üzerine Himota da demir kullanıcılarını Gedhilfe'ye göndermişti. Memleketi ateş hattına dönmek üzereydi. İçinde büyüdüğü sokaklar, kafeler, barlar, restoranlar, tanıdığı insanlar, selam verdiği yüzler... Bok'un elini tutan elini sıktı farkında olmadan. Bunu ondan güç almadan başarmasına imkan yoktu. Max televizyonu açmıştı. Tihami'deki gibi bir savaş alanı hakimdi sokaklara. Resmen kıtasal savaş baş gösteriyordu. Her yerde çığlık atan insanlar, patlamalar, toz, duman... Livei görüntüleri izlerken bir an için nefes almayı unuttuğunu fark etti. Kanı donmuştu. Max güvenliklerini sağlamak için ikinci kıtaya, savaştan uzağa gitmeleri gerektiğini söylemişti. Siviller? Onlar ne olacaktı? Şu anda resmen ölüme terk edilmişlerdi. "Bu kabus artık sona ermeli. Deith Ozæf, Dünya'nın kendisine verdiği mutlak hakimiyet sözünü tutacağını düşünüyor. Dünya'nın ise içinde bizim var olduğumuz bir gelecek planı bile yok. Hepimizden kurtulacaklar. Bizzat kendileri söyledi bunu. Bir insan daha ne kadar ahmak olabilir?"

Dışarıdan gelen silah sesleri bir anda herkesin sesini kesmişti. Livei kulak kabarttı seslere. Neler olduğunu duyarak anlamaya çalışıyordu. Mavi cama yönelik perdeyi aralamıştı ve Huld'un ismini anmıştı. Ahmak herif dışarı mı çıkmıştı? Huld dışarıda Himotalı bir demir kullanıcısı ile kapışıyordu. Ve yeniliyordu. Friks anında ayağa kalkarak onun yanına koşmuştu. Çevredeki herkes ona durmasını işaret etse de o gitmişti. Livei bir adım atıp ona destek olmaya gitmek istedi ancak Bok tarafından durduruldu. Bok ona dönerek Prens Thrao'yu görmeye gideceğini söylemişti. "Dikkat et lütfen." Bok saniyeler içerisinde kendisini ışınlamıştı. O gittiği anda Livei bir boşluk hissetti. Ondan ne kadar güç aldığını fark etti o anda. Friks ve Huld'un kapışmasını izliyordu tüm ekip. İşler iyiye gitmiyordu. Himotalı asker çok iyiydi. Onların tüm açıklıklarını yakalayıp karşılık veriyordu. Livei öne adım atıp gidip onlara yardım etmek istedi ancak odadakiler tarafından durduruldu. Şu anda gitmesi daha çok karmaşaya yol açacaktı. Her yer cehenneme dönmüştü. Savaş alanıydı. Mavi onlara yardım etmeleri gerektiğini söylemişti. "Katılıyorum. Bunu öylece izleyemeyiz. Yardım etmemiz lazım!" Tam o esnada Etenis adeta gökten inerek onlara yardıma gelmişti. Ellerini kaldırarak demir kullanıcısını demirle kaplamış ve hareket etmesini engellemişti. Sonra da adamı oracıkta parçalarına ayırmıştı. Livei bu sahneyi izleyemeyerek başını çevirdi. Adamın çığlıkları sokaklarda yankılanmıştı. Friks ve Huld'a yardım ettiği için ona minnettardı ancak onun gibi küçücük bir çocuğun bir insanı böyle soğukkanlılıkla öldürmesi hoşuna gitmemişti. Kendisi bile onca şey yaşamasına rağmen hala birisini öldürürken çok zorlanıyordu. Hatta uzun zamandır da kimseyi öldürmesi gerekmemişti. Başka yolları bulunuyordu. Onu bayıltabilirdi de. Etenis içeri girdikten sonra Bok ile konuştuğunu ve onlara katılmak istediğini söylemişti. Anlaşılan son hadiseden sonra biraz daha sakinleşmişti. Mavi Yıldız'dan uzakta olmak istediğini söylemişti. Max gülümseyerek onun elini sıkmış ve aralarına davet etmişti.

Aradan uzun zaman geçmişti ve Bok hala ortada yoktu. Prens Thrao ile bu kadar uzun ne konuşuyor olabilirlerdi ki? Livei'nin endişe seviyesi gittikçe artıyordu. Özellikle daha birkaç saat önce konuştukları şeylerden sonra Bok'un başına bir şey gelmesi ihtimali onu adeta çıldırtıyordu. Max fazla vakitleri olmadığını söyleyerek onları ikinci kıtaya ışınlaması gerektiğini belirtmişti. Livei gerginlikle ayaklarını yere vurdu. Bok olmadan mı? Max herkesi ana karargaha ışınladıktan sonra dönüp Bok'u kontrol edeceğini ve onu bulacağını söylemişti. Sonrasında herkesi ışınlamak için konsantre olmaya başlamıştı. Odada parlak bir ışık çıkarken Livei gerginlikle tırnaklarını yiyordu. Sakin kalması mümkün değildi. Gözleri ışığa alıştığında çoktan ikinci kıtadaydılar. Ana karargah dedikleri mekandaydılar. Max geri dönmeden önce onları birisiyle tanıştırmak istediğini söylemişti. Bu kişinin adı Wændz'di ve kendisi Gedhilfeliydi. Çok eşsiz ve özel bir güce sahip olduğunu söylemişti Max onun. Biyoloji ve zaman manipülasyonu. "Ne?" dedi Livei bunu duyar duymaz şaşkınlıkla. "Sana da mı deney yaptılar? Ama sen çok küçüksün..." Yeni gelen kıza doğru elini uzattı. "Memnun oldum ben Livei. Kusura bakma çok gergin bir dönemdeyiz, böyle tanışalım istemezdim. Biyoloji ve zaman manipülasyonu nasıl bir şey oluyor tam olarak, ne yapıyorsun yani? Çok korkutucu duruyor da ismi." Kıza cevap vermesi için zaman tanıdı. Gözleri bir yanda Mabi ve Thomas'taydı. Kollarındaki saatleri görüyordu. Yeni gelen kızla onlar da tanıştıktan ve konuştuktan sonra bir fırsat boşluk bularak ikisini de kollarından çekti. "Mabi, Thomas. Sizden bir şey rica edebilir miyim?" Endişe dolu bir ses tonuyla devam etti. "Oturup hiçbir şey yapmadan Max'i bekleyemem. Kaygıdan aklımı yitirmek üzereyim. Saatlerinizi kullanarak bir şekilde Bok'u bulabilir misiniz? Beni yanına ışınlasanız yeter. Bir şeyler ters gitmiş olmalı yoksa Bok asla böyle gecikmezdi. Ona yardım etmem gerekiyor. Dönene kadar beni idare edersiniz. Lütfen, çok rica ediyorum." Tırnaklarını yemekten neredeyse kanatacak hale getirmişti.
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#29
Korku, heyecan, merak, gerginlik, tüm bu duyguların hepsi önce zihnimin bir köşesinde doğup bütün kafamın içine doğru yayılmış, etkisi bununla sınırlanmayıp bütün vücudumu şok etkisi yaratırcasına germeye başlamıştı. Çektiğim her bir acı, yaşadığım bu duygu seliyle birleştiğinde daha da dayanılmaz bir hale dönüşüyordu. Belki de, dayanabiliyor olmamın sebebi bu duygulardı. Bunu düşünemeyecek kadar yoğun bir işkencenin içerisindeydim, sanki her bir hücrem teker teker patlıyormuşçasına bir acı çekerken, aldığım her bir nefes sanki işlediğim bir günahmış gibi batıyordu. Bir insanın sahip olduğu her bir özellik sanki doğama tersmiş gibi, bana karşı çıkıp acı çekmeme sebebiyet veriyordu. Neredeyse insan olduğumu unutacak noktaya gidebilirdim bu işkence bir süre daha devam etseydi. Sanki, bir yerlere dokunmak, dokunma hissiyatı insanlığıma tersmiş gibi, nefes almak, koku almak, duymak, her biri insanlığa karşı işlediğim bir suçmuş gibi acı çektirmeye devam ederken, belki de bir insan olmanın bile insanlığıma karşı olduğunu düşünmeye başlayacaktım.

Acının zirvesinde, işkencenin beni tamamen yok edeceğini düşünmeye başladığım bir vakitte bir hareketlenmeyle birlikte gözlerim Şapkalı figürü gördü. Bay Zengin'e doğru ilerleyip beni bırakmasını söyledi, daha önemli olayların olduğunu söyledikten sonra aralarında ufak bir tartışma dönmeye başladı. Şimdi değilse bile sonradan ilgilenebilecekleri yönünde ikna etmeye çalışıyordu Bay Zengin'i, hatta gerekirse bunun için savaşabileceğini bile söylüyordu. İkisinin arasındaki gerilimin büyümesini ve birbirlerine girmelerini arzularken, Bay Zengin geri çekilip onun dediklerini kabullenmişti. Bunun son olacağını söylediğinde, vücudumda kalan son enerjimle tekrardan bir orta parmak çektim. Bu sefer, hem Şapkalı hem Bay Zengin için çektim. Sert duruşları arasında bu anın sonsuza kadar sürebileceğini düşünürken, çimenlerin muhteşem serinliğini tekrardan yüzümde hissetmek doğal değilmiş gibiydi. Hae ve Thomas bana bağırarak koşarken, sadece onlara baygın gözlerle bakabildim.

Artık ne yaşadığımı bile bilmiyorum.

Max, salonda hepimizi toplamış ve asıl bombayı vermişti. Gedhilfe, Himota'ya Dünya silahları ile saldırıyordu. Belki de Şapkalı ve Bay Zengin'in ilgilenmesi gereken mesele buydu. İşin içine Dünya silahları, yani onların teknolojisi girince onların da dahil olması gerekmiş olabilirdi. Gedhilfe, yani aslında Deith sivilleri hedef almaya başlamıştı. İşler artık geri dönülemeyecek bir noktaya gelmişti. Kollarımı göğsümde kavuşturduktan sonra yere bakmaya başladım. Belki de Deith'le aynı odada bulunduğumda, Elion'a değil Deith'e saldırmalı ve onu öldürmeyi denemeliydim. Bunun pişmanlığını yaşayamadan, gözlerim Himota'dan gelen canlı yayına, kulaklarım ise silah seslerine ve patlamalarına doğru yönelmişti. Siviller panik içerisinde oradan oraya kaçışırken, yaralanmış masumlar, belki de ölüler, savaşın acımasız görüntüleri yayınlanıyordu. Max televizyondaki olayları gösterdikten sonra, ikinci kıtaya geçmemiz gerektiğini söylüyordu. Neden kaçtığımızı anlamasam da, henüz sorgulama aşamasında değildim.

Dışarıdan gelen silah sesleri, odadaki herkesin dikkatini çekmişti. Mavi'nin perdeyi hızla açıp Huld'a bağırmasının ardından, demir kullanıcısına karşı bir zorluk çektiğini görüyorduk. Friks ayağa kalkıp dışarıya doğru koşturmuştu, Bok'ta Prens Thrao ile iletişime geçeceğini söyledikten sonra hızla ışınlanmıştı. Huld'un mücadelesini uzaktan izlemeye devam ederken, Friks'in de bu mücadeleye dahil olmasıyla birlikte ilginç görüntüler ortaya çıkıyordu. Ne yapacağımız konusunda bir karar veremeden, Etenis gökyüzünden bir yıldırım gibi inmiş ve Huld ile Friks'i içeri yollamıştı. Etenis Bok ile konuştuğunu ve yardım edebileceği bir şey varsa orada olması gerektiğini söylüyordu. Max onu ekibe dahil etmişti.

Bok'un hala dönmemiş olmasının verdiği gerginlikle birlikte, herkesi İkinci Kıta'ya ışınlamak gerektiğini söylüyordu. Odada bulunan herkes ve ben de dahil olmak üzere bu kararı onaylamıştık. Max bizi İkinci Kıta'daki Direniş karargahına ışınlayacağını söylüyordu. Oraya vardığımızda geri dönüp Bok'u kontrol edeceğini ve bulacağını da ekliyordu. Max hepimizi toplu ışınlayacağını söyledikten sonra Direniş karargahına ışınlamış, geriye dönmeden önce de yeni biriyle tanıştırmak istediğini söylemişti. Wændz adlı bu kız, ekibimizin yeni üyesiydi ve kendisinin çok önemli bir gücü olduğunu söylüyordu. Kendisinin gücünün biyoloji ve zaman manipülasyonu olduğunu söylüyordu. Böylesine bir gücü nasıl edindiğinden emin değildim, ancak Livei'nin söze girmesiyle birlikte bunun bir deney sonucu olduğunu öğrenmiştim. "Selam Wændz ben Mabi Mabi! Bir kere söyleyince hoş, iki kere söyleyince daha hoş." dedim kocaman gülümseyerek. Bunun ardından kolumda Livei'nin elini hissetmemle birlikte geriye doğru çekilmiş ve onu dinlemeye başlamıştım. Hiçbir şey yapmadan Max'i bekleyemeyeceğini söylüyordu, onu Bok'un yanına ışınlamamızdan bahsediyordu. Böyle bir şeyi kabul etmem mümkün değildi.

"Üzgünüm, bunu kabul edemem." diyerek söze girdim. Sonrasında Thomas'ın beline ellerimi atıp bir süre arandıktan sonra tabancasını aldım. Jüme'yi vurduğu bu aleti kullanmak istiyordum. Böylesine muhteşem bir alet yanımda iyi bir güvenlik olacaktı. "Bu ekibin lideri sensin Livei. Şuan burada kalıp stratejimizi belirlemen ve ekibi toparlaman gerekiyor. Bir süreliğine en azından." dedikten sonra tabancayı belime doğrulttum ve gözlerimi Thomas'a doğrulttum. "2 saat. Sadece 2 saati saatinden takip et. Eğer 3 saat içerisinde Bok'la birlikte dönmemiş olursam, Livei'yi yanımıza ışınla." Dedikten sonra elimi saatime atıp, Bok'un yanına ışınlanabilmek için koordinatları ayarlamaya başladım. Koordinatları ayarladıktan sonra "Sadece 2 saat Livei. Şimdilik, ekibin başında durman gerekiyor. Özellikle yeni bir ekip üyesi gelmişken. Eğer iki saat dolduğunda burada olmazsam, Thomas seni getirecektir." Dedikten sonra ışınlanmayı başlatacağım.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son & Wændz Neidthad] Dağlar Bağlar

#30
Günler süren hem elementimi geliştirme, hem de bu özel yetenek hakkında vakit geçirdiğim süre zarfında ne derece ilerleme kat edebildiğimi kestiremiyor olsam da elimden geleni sürekli yapıyordum. Geçen sürede ne yazık ki Gam ile pek fazla vakit geçiremiyor olsam da onun da bu gelecekteki yerini benim tercihimle almış olması üzerimdeki sorumululuğu ve ciddiyeti arttırıyordu.

Bunca yolu geçmiş ve bunca belayı bir şekilde atlatmış biri olarak bundan daha fazlasına dayanabilmek için ve belki de bütün her şeyi bir kenara bırakıp kendi yolumda ilerleyebilmek için sürekli güçlenmem gerekiyordu. Kimseyle doğrudan bir bağlılık kurmamıştım, kimseye de eskiden güvendiğim gibi güvenemiyordum. Yalnızca Gam hakkında emin olduklarım vardı, o da benim gibi bir mağdurdu. Fakat ben daha fazla mağduriyet yaşamaktan bıkmıştım. Karşılık vermek için elime geçen fırsatları değerlendirmeyi seçmiştim. Böylece ne yaptığımı bilerek antrenmanlarıma sıkı sıkıya bağlı bir gelişim göstermek istiyordum.

Sabahın köründen beri antrenmanlarıma devam ediyordum. Uzun süre çalışmanın vermiş olduğu yorgunlukla vücudumun gitgide daha az tepki verdiğini hissediyor ve mola vermem gerektiğini fark ediyordum. Nitekim Max'ın seslendiğini duyduğumda bir anda kendimi gevşetip, yorgunluğum bütün vücuduma yayılmış, omuzlarım düşmüştü. Başımı Max'a çevirip elimi parmağımla bir saniye işareti yaptıktan sonra bekledikten sonra onun yanındakileri görme fırsatım olmuştu. Sırtımı iyice bir gerip esnettikten sonra derin bir nefes aldım ve hızlı adımlarla oldukları yere gittim.

Max bana en başta bazı isimler vermişti ve sanırım bu tanımadığım yüzler onlara aitti. Kızıl saçlı olanın Gedhilfe'li olduğu belliydi. Ancak ona pek bakamadan karşımdaki devasa adama bakışlarım kayıyordu. Başımı epey yukarı kaldırıp görebildiğim bu adamın boyu ne kadardı acaba. İri cüssesinin yanında iki kolu gövdem kadar sanırım. O yüzden ona bakarken şaşkınlığımı gizleyememiştim. Bu sırada Max adımı söylemişti. Dikkatimi gruba yönlendirdiğimde yeniden biraz önceki ciddiyetime geri dönmek durumunda kalmıştım. Yeteneğimin özel olduğunu söylemişti. Ardından da kaynaşmamızı istemişti. Bok denen kişiyi bulana kadar stratejiye odaklanmalıymışız. Takılın dedi. Konuşmasının sonunda ise bombayı patlattı. Evet, yeteneğim böylesine tehlikeli, çift yetenekti. Üstüne kalsiyum elementimin olması iyice sorun oluşturan biri olmama neden olsa da asıl tehlike bu özel yetenekten geliyordu.

Kırmızı saçlı genç kadın yeteneğimi öğrendiği gibi şaşırmıştı. Deney yaptıklarını söylemiş küçük olduğumu vurgulamıştı. Yaşıma göre daha neler yaşadığımı bilse bence bu aralarındaki en küçüğü kalırdı. Çünkü özel yeteneğimi keşfetmek üzere deney yapan bilimadamları bana çeşitli acılar çektirmemişlerdi. Aksine hepsinin ölümüne sebep olmuştum.

Kendisini tanıttıktan sonra böyle bir zamanda tanışmamızın zamansızlığından bahsetmiş ve yeteneğimin ne olduğunu sormuştu. Yüzümde istemsizce hafif bir tebessüm belirmişti sıcakkanlılığına karşı. "Ben de memnun oldum Livei, Mavi Yıldızın komutanlarından biri olup oradan kurtulmamın yanında deney biraz hafif kalıyor sanırım. Hmm... Belki de tam tersi. Başıma gelen her şey fötr şapkalı bir figürden başladı belki inanmazsın ama..." demiştim hafif eğlenceli tonda. Artık başıma gelen felaketleri dalgaya alıyor olmam da psikolojik olarak ayrı bir seviyede olduğumu gösteriyordu belki de. Ardından "yeteneğimle ilgili kontrolsüzce kullandığımda ölümcül olduğu dışında bir şey bilmiyordum. Onun dışında tanı konulmuş olması bile benim için iyi oldu. Üzerine çalışmadıkça neler yapabileceğimi sanırım bilemeyeceğim" demiştim. Livei'nin ara ara gözlerinin yanındakilere kayıyor oluşunu fark etmiştim konuşmam sırasında. Belli ki dikkati başka bir yerdeydi. O yüzden daha konuşmayı uzatmak istememiştim.

Livei'nin ardından iri yarı adam söze girmişti. İsminin Mabi Mabi olduğunu söylediğinde yüzümdeki tebessüm iyice artmış biraz önceki yorgunluğu unutmuş gibi gözlerim parıldamıştı. Neşeyle "Tanıştığıma memnun oldum Mabi Mabi!" demiştim. Biraz önce dikkatimi fazla dağıttığımı fark edip daha sakin ve ciddi bir duruş alıp diğerlerinin bir şey söyleyip söylemeyeceğine yönelik dikkatimi onlara veriyordum.
► Show Spoiler
Locked

Return to “Direniş Üssü”

cron