Re: [Ana Kurgu] Köprü

#11


Livei'nin örümcek ağı stili Deith'in vücudunu sarmış ve onu sabitlemişti. Aylardır bekledikleri fırsat ellerine geçmişti. Ya şimdi ya da hiç durumundaydılar. Bu iş burada bitecekti. Bok onu öldürmeleri gerektiğini söylemişti. Livei soğukkanlılıkla onaylarcasına başını salladı. Deith her an ayağa kalkabilirdi. Gücünü toparlayacaktı. An meselesiydi. Bok'un yarattığı şans ile onu şimdi etkisiz hale getirmeleri gerekiyordu. Sonsuza dek. Bu şans ellerine bir daha geçmeyebilirdi. Pisan da onlara hak vermişti. Livei yutkundu. İlk kez bir zafer kazandığını hissediyordu. İlk kez bir planı başarıya ulaşmış, ilk kez bir kötüyü cezalandırma fırsatı eline geçmişti. Bu onların eseriydi. Hepsinin azminin, alın terinin, çığlıklarının, ağlamalarının, çektikleri acının meyvesiydi. Çok emek vermişlerdi ama sonunda başarmışlardı. Pisan, Deith'e doğru ağır adımlarla yürürken Deith'in yavaş yavaş bilincini kazandığını fark etti. Pisan kanından bir kılıç oluşturmuştu. Neon elementiyle karışmış gibi parıldıyordu kılıcı. An bu andı. Pisan'ın indireceği darbe ile her şey sona erecekti. Yıllardır süren Ozæf ailesinin zulmü son bulacaktı. Gedhilfe özgürleşecekti. Livei nefesini tuttu.

Ta ki o sesi duyana kadar. Prens Ten'in babasına durması için yalvardığı o sesi. Livei şaşkınlıktan donakaldı. Thrao ve Ten koşturarak onlara doğru gelmişler, Deith'in canının bağışlanması için yalvarıyorlardı imparatora. "Siz aptal mısınız?" diyebildi Livei sadece öfkesinden sarsılan vücudunu zorlukla bastırarak. Elleri zangır zangır titriyordu. Her ikisinin de boğazına yapışıp saçlarından tutarak yerlerde sürükleme fikri çok hoşuna gitse de bunu yapmamaya çalışıyordu. Prenslerin bu derece saf, aptal, salak, gerizekalı, ılık götlü, minik orospu tanecikleri olacaklarını tahmin etmemişti. Bu adamlara güvenmişti. Zor kararlar verebileceklerine inanmıştı. Sarayda büyümüş birer şımarık çocuktan daha fazla olacaklarını ummuştu. Hepsi nafileydi. Daha kısa süre önce konuşup anlaştıkları, babasının her türlü zulmünü bilen ve onu durdurmak için gerekeni yapacağı konusunda söz veren Thrao şimdi çıkmış babasının o kadar da kötü bir adam olamayacağını iddia ediyordu. Friks, Mavi ve Bok buna öfkeyle karşı çıkmış olsalar da Livei için söylenecek bir şey yoktu. Burada o ikisiyle de savaşmaya hazırdı. Dişlerini kısarak her ikisine de gözlerinden ateşler çıkarak baktı adeta. Kendini uzun zamandır ilk kez bu kadar öfkeli hissediyordu. Bunu hissetmekte haklıydı da.
► Show Spoiler
Zira kafalarını çevirdikleri anda Deith Ozæf'in örümcek ağlarından kurtulduğunu fark ettiler. Ellerine geçen mükemmel fırsatı ILIK GÖTLÜ OROSPU ÇOCUKLARI yüzünden kaybetmişlerdi. AMCIK AĞIZLI ŞIMARIK KANCIKLAR yüzünden Deith yeniden gücüne kavuşmuş ve ayağa kalkmıştı. Kalkar kalkmaz da büyük bir patlamayla Ten'i öldürmüştü. Livei yüzünde öfkeyle karışık bir tiksinti ifadesiyle izledi tüm bu olanları. "Dooth Ozoof oldorolmoyocok!" Al işte yarrak kafalı. OSURUK AKILLI! GEBERDİN GİTTİN ÇOK İŞİNE YARADI Dİ Mİ BARIŞ NARALARI ATMAN? Bu ikisine emanet edilecekti bir de koskoca iki ülkenin geleceği, ha? Sike sürülecek akıl yoktu ki ikisinde de. Kafalarını toplasan 5 IQ etmiyordu. Deith'in yetiştirdiği çocuktan ne olacaktı ki zaten? Öfkeden tansiyonu resmen fırlamış bir halde az önce geriye doğru uçan Thrao'nun tarafına döndü. "Baban seni adam yerine koymamakta haklıymış. Çünkü sen bir HAYAL KIRIKLIĞISIN." Deith'in bir bildiği varmış demek ki. Varisinde iş olmadığını anlayınca, başka çocuk yapmak için de geç kalınca kendine mutlak bir hakimiyet kurmak istemiş adam.

"BUGÜN, DEITH OZÆF DENEN HAİN BURADA, INGENIUM HALKINA ÇEKTİRDİĞİ ZULÜM NEDENİYLE ÖLÜMLE CEZALANDIRILACAK! BU FİKRE KARŞI OLANLARIN DA SONU FARKLI OLMAYACAK! BENİ HERKES ANLADI MI?!" Kendini hayatında ilk kez bu kadar öfkeden çıldıracak gibi hissediyordu. Şu anda tek amacı Deith Ozæf'in öldürülmesiydi. Başka hiçbir şeyi umursamıyordu. "TÜM MUTLAK SON ÜYELERİ, HER ŞEYİNİZLE SALDIRMANIZI EMREDİYORUM!" Bunun ardından Livei kendine 1 ya da 2 şırınga basacaktı, gücünü maksimuma çıkartmak için ne kadar gerekiyorduysa artık o kadar basacaktı. Ardından Sezyum - Görünmezlik stilini kullanarak Deith'in arkasına geçecek ve Cıva - Sıvı Tuzağı ile dengesini kaybetmesi için uğraşacaktı. Ardından Sezyum - Ateş stili ile tüm vücudu, elleri, avuçları, ağzından ateşler çıkararak Deith'in üstüne atlayacak ve boğazına yapışacaktı. Onu cayır cayır yakmayı planlıyordu. Gerekirse Elemental İnfüzyon kullanarak hançerini sezyum ateşi ile kaplayacak ve onunla Deith'in boğazını kesecekti. Eğer Deith kendisine fiziksel bir hamle yapacak olursa da Cıva - Dönüşüm kullanarak o bölgesini sıvılaştırarak kaçınacaktı. Artık bu işi kimseye bırakmıyordu. Ne Pisan'a, ne de Wændz'e. Bugün burada ya ölecek ya da öldürecekti. Ya tarih yazacaktı ya da tarih olacaktı.

Image
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#12
Geri çekilip olanları ciddiyetle izlerken bir yandan da kendimi toparlamak için nefesimi düzenlice alıyordum. Bir enerji tüpü kullanmam gerekebilirdi o yüzden bir tanesini elimde hazır halde tutup bekleyişe geçiyordum. Livei'nin ağlarla yerinde tutturduğu Deith'in ölümü artık an meselesi sayılırdı. Sanırım onu durdurmanın başka yolu yoktu. Yarattığı kaos ve ölümlere karşı geçen her saniyede çok daha fazlası ölüyorken şu anda alternatif çözüm aramamın masumlara karşı yaptığım bir iki yüzlülük olacağını düşünüyordum. Gücüm yetseydi onu durdurur ve bütün yeteneklerini kullanamaz hale getirmeyi deneyebilirdim ama insanlıktan çıktığını daha biraz önce görmüştüm. Bu nedenle kimsenin hayatını riske atamazdım.

Aralarında geçen ufak konuşmaların ardından Deith'in işini bitirmeye ramak kalmıştı. İçimde ne olursa olsun bir huzursuzluk kaplıydı. Bitiş anını izlemeyeceğime emindim bu yüzden son kez bakışlarımı üzerinde tutuyorken durduğum sesle sesin geldiği yöne baktım. Prensler koşuyorlardı. Sessizce soluk soluğa olay yerine varmalarını izledim. Bu sırada benimle benzer düşüncede olduklarını görsem de Deith'in biraz önceki gücüne şahit olsalar şu an bunun için geç olduğunu görürler miydi bilmiyordum.

Aralarındaki tartışmayı uzaktan izlerken olayın nereye varacağına karşı endişelenmeye başlıyordum. Birbirine şu anda bağırıp tartışmak için geç değil miydi? Pisan neden duruyodu? Kararını çoktan vermişti ne de olsa. Dikkatimi onlara verdiğim sürede ansızın çıkan sesle Deith'in olduğu yere baktığımda orada olmadığını görüyordum. Sade, duygulardan arınmış bir "Eyvah" kelimesi çıkıyordu ağzımdan. Ten'in çığlığı ile gözlerim onu buluyordu hemen. Deith arkasından elini sırtına dayamıştı. Gözlerim endişeyle açılırken ben daha tepki bile veremeden yarattığı patlama ile Prens Ten'in kalbini delip geçiyordu. Prens Trao patlamanın etkisiyle savrulmuş, Ten ise anında ölmüştü. Livei'nin bağırışlarını duyuyordum ancak dikkatimi hemen yeni oluşan savaş atmosferine vermem gerekiyordu. Hızlı karar vermem gerekiyordu. Ten'in durumu üzerinden zaman geçmemiş ve gövdesinde kocaman bir delik açılmış olsa bile zaman ve biyo yeteneğimi kullanıp onarmayı denemeliydim. Ama direk Ten'e ulaşmayı denersem Deith'in doğrudan hedefi olabilirdim. Zamanımı hızlandırıp ona yetişip buraya kaçırmayı denesem bile ne kadar enerjiye mal olacağını öngöremediğim için iyileştirmeye enerjim kalır mıydı bilmiyordum. O nedenle derhal koşup Pisan'a yetişecek ve "Ten için henüz son gelmiş değil! Açıklamaya vakit yok. Seni hızlandırıyorum. Deith'i benden uzak tut yeter!" diyecek ve Pisan'ın zamanını olabildiğince hızlandıracaktım. Ona göre nasıl bir deneyim olurdu bilemiyordum ama çabucak durumunu kavrarsa iyi olacaktı. Bense yeteneğimi ne kadar süre kontrol altında tutabilirim ve dediğimi başarabilir miyim görecektim. Tersini yapabildiysem bunu da yapabileceğime inanıyordum.
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#13

Mabi: Thomas, senin duraksamadan ona baktığını fark edince bir an duraksıyor. Yüzünde beliren şaşkınlık ifadesi, onun bu sorulara hazır olmadığını gösteriyor. Derin bir nefes alıyor ve gözlerinin içine bakıyor. "Monsieur, ben..." diye başlıyor, ama sözleri ağzında kalıyor. Bakışları bir an için kaçıyor, sanki içindeki bir savaşı bastırmaya çalışıyor. Sonra derin bir nefes alıyor ve gözlerinin içine bakıyor. Gözlerini yere indirip konuşmaya devam ediyor. "Max ve ben, uzun zaman önce çok yakındık. O zamanlar, her şey daha basitti. Ancak, Max'in Dünyalılar ve Ingeniumlular arasındaki farkı asla görememesi, onunla aramızda büyük bir uçurum oluşturdu. Ed, sadece bir askerdi, ama Max'in manipülasyonlarına karşı çıkamayan biriydi. Onun için her şeyi yapabilecek biri. O gün, sana saldırmasının ardında yatan sebep bana sorarsan aynı zamanda Max'e olan sadakatiydi. Bu sadakat, onun gerçekleri görmesini engelledi." Thomas'ın gözlerinde yaşlar birikmeye başlıyor, ama gözyaşlarını tutmaya çalışıyor. "Max'in ekibi, bizim için birer dost değildi. Onlar, bizi kullanmak isteyenlerdi. Bizi eşit görmediler, bizi sadece araç olarak kullandılar. Ed'i vurmak zorunda kaldığımda, içimde bir öfke patlaması yaşadım. Çünkü, o sırada senin hayatın tehlikedeydi. Bunu yapmazsam, seni kaybedebilirdim. Evet, ben de Dünyalı olabilirim ama ben başkalarını kullanan ve gerçekleri saklayan insanlardan nefret ederim." Thomas, başını kaldırarak tekrar gözlerinin içine bakıyor. "Sana karşı dürüst olacağım, Mabi. Evet, belki de içimde bir öfke vardı, ama bu öfke, onların bizi nasıl gördüklerinden kaynaklanıyordu. Seninle savaşmaya karar verdim, çünkü senin yanında gerçek dostluk buldum. Max'in ekibiyle değil, Ingeniumlularla birlikte savaşmak istiyorum. Gerçek adaleti ve eşitliği sağlamak istiyorum." Thomas'ın bu açıklamaları üzerine, içindeki öfkenin bir kısmı yatışıyor. Onun sana karşı dürüst olduğunu hissediyorsun. Onun bu mücadelede seninle birlikte olduğunu bilmek, sana güç veriyor. Thomas'ın yüzünde bir rahatlama ifadesi beliriyor. Adımlarınızı hızlandırarak Bağ Köprüsü'ne doğru ilerlemeye devam ediyorsunuz. İkiniz de, önünüzdeki zorlu yolculuk için hazır hissediyorsunuz. İçinizdeki kararlılık, adımlarınızı daha da sağlamlaştırıyor.

Tam köprünün girişine vardığınızda, şok edici bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Prens Ten'in bedeni, Deith Ozæf'in korkunç saldırısı sonucu paramparça olmuş halde yerde yatıyor. Gözleriniz dehşetle açılırken, Ten'in cansız bedeni, etrafa saçılmış kan ve et parçalarıyla çevrili. Thomas, gözleriyle hızlıca durumu tarıyor, her bir detayı hafızasına kazıyor. Shisha, Hae, Huld ve Gam da hemen arkanızda duraklıyorlar. Gözlerinde şok ve korku ifadeleri beliriyor. "Bu... Bu ne lan?" diyor Hae, sesi titreyerek. Shisha ise gözlerini kapatıp derin bir nefes alıyor, ardından yüzünde sert bir ifade beliriyor. "Hemen harekete geçmeliyiz." diyor kararlı bir sesle. Thomas, sana dönüp emrini bekliyor. Gözlerinde kararlılık ve sadakat var. Hızla durumu analiz ediyorsun. Deith Ozæf, Pisan Higenadon'a karşı üstünlük kurmuş durumda. Pisan'ın gözlerinde öfke ve kararlılık var, ama onun da gücü tükeniyor gibi görünüyor. Livei, Wændz, Bok ve diğerleri de etrafta savaşıyorlar, ama Deith'in gücü karşısında zor anlar yaşıyorlar. Etrafındaki savaşın gürültüsü, bağırışlar ve patlamalar arasında, geleceğin belirsizliği içinde, kararlılıkla adım atıyorsun. Bu savaş, sadece bir çatışma değil, aynı zamanda Ingenium'un kaderini belirleyecek bir an. Ve sen, bu kaderin şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaksın.

Livei: Deith, dikkatini tamamen Prens Ten'in parçalara ayrılmış bedenine odaklamış, hafifçe şoke olmuş bir halde. Yaşanan dehşet sahnesi onu bile kısa bir süreliğine afallatmış durumda. Bu durum, sen ve ekibinin harekete geçmesi için mükemmel bir fırsat yaratıyor. Senin emirlerinle, Friks hemen harekete geçiyor. Yerde gördüğü sivri bir taş parçasını eline alıyor, kolunun tamamına derin bir kesik atıyor ve çıkan kanı kullanarak oldukça keskin ve sivri bir dev iğne oluşturuyor. Bu iğneyi büyük bir hızla Deith'e fırlatıyor. Deith, anın şokuyla gelen iğneyi fark edemiyor ve iğne Deith'in karnına saplanıyor. Deith'in ağzından kan çıkarken, kendine bastığın şırıngaların ardından vücudundaki atom enerjisinin arttığını hissediyorsun. Görünmezlik stilini kullanarak başarılı bir şekilde Deith'in arkasına geçiyor ve Sıvı Tuzağı ile dengesini kaybetmesini sağlıyorsun. Tam o anda, oraya yeni gelen Hae ve o sırada orada olan Mitga, Uranyum stillerini kullanarak Deith'in bedenini uranyumla kaplıyorlar. Deith'in etrafındaki enerji, ağırlaşan uranyumun etkisiyle zayıflıyor. Shisha ve Mavi ise Neon elementini kullanarak Deith'in bedenini aşağıdan yukarı doğru yakmaya başlıyorlar. Parlak neon ışıkları, Deith'in bedeninde yanık izleri bırakıyor. Gam ve Huld, Pisan'a doğru koşarken, Gam neon elementini kullanarak Pisan'ın ayaklarını neonla kaplıyor ve bunun onun daha hızlı koşmasına yardımcı olacağını söylüyor. Aynı anda Wændz, Pisan'a dokunuyor ve onun için zamanı olabildiğince hızlandırmak için elinden geleni yapıyor. Pisan, neredeyse ışık hızında koşarak Deith'in yanına geliyor ve ona ağır bir yumruk patlatıyor. Deith'in burnu ve çenesi kırılıyor, kanlar içinde kalıyor. Deith iyice afallamışken, Bok ilk defa deneyeceğini söylediği bir yöntem ile afallamış Deith'e dokunarak tek bir dokunuşla iki kolunu da kırıyor. Deith'in çığlıkları, köprüde yankılanıyor.

Ateş stilini kullanarak Deith'in tüm vücudunu yakıyor ve kendini Elemental İnfüzyon'a hazırlıyorsun. Ateşin etkisiyle Deith'in derisi kavruluyor, etrafa yanık kokusu yayılıyor. En son Elemental İnfüzyon stilini de kullanarak hançerini sezyumla kaplıyor ve Deith'in önüne geçiyorsun. Deith Ozæf'in gözlerinde, hayatında ilk kez gerçek bir korku parıldıyor. Yıllarca hükmettiği dünyasının parmaklarının arasından kayıp gittiğini hissediyor. Karşısında duran sen ile göz göze geldiğinde, kaderinin mühürlendiğini anlıyor. Tam o anda, arkasından gelen bir ses dikkatini çekiyor. Oğlu Thrao'nun titreyen ellerinde tuttuğu silahı gördüğünde, yüzünde şaşkınlık ve ihanet duygusu beliriyor. Baba ve oğul arasında sözsüz, zamanın donduğu bir an yaşanıyor. Hançerin Deith'in boynuna doğru inerken, Thrao'nun silahından çıkan kurşun da aynı anda havayı yarıyor. İki darbe de hedefini buluyor. Deith'in gözlerinde önce şok, sonra derin bir acı ve en sonunda da tuhaf bir kabullenme ifadesi beliriyor. Yılların despotu, bir zamanlar korku salan Deith Ozæf, şimdi yerde yatıyor. Son nefesinde, belki de hayatını gözden geçiriyor, yaptığı seçimleri düşünüyor. Oğlunun yüzüne son kez bakıyor, gözlerinde pişmanlık mı var, yoksa hala o bildik öfke mi, anlamak zor. Thrao, babasının cansız bedeninin yanına çöküyor. Gözyaşları, yanaklarından süzülürken, hem bir zafer hem de derin bir kayıp hissi yaşıyor. Sen ise, etrafına bakıyorsun. Zafer kazanıldı, ama bunun getirdiği hisler karmaşık. Sevinç, rahatlama, belki biraz pişmanlık ve gelecek için endişe... Tüm bu duygular içinde karışık bir fırtına yaratıyor. Bu an, sadece bir adamın sonu değil, bir çağın kapanışı ve yeni bir dönemin başlangıcı. Ingenium, artık geri dönülemez bir şekilde değişiyor.

Thrao, yerde yatan can dostu Ten'in cansız bedenine doğru sendeleyerek ilerliyor. Dizlerinin üzerine çöküyor, titreyen elleriyle arkadaşının soğuk yüzüne dokunuyor. Gözlerinden yaşlar süzülürken, boğuk bir sesle fısıldıyor. "Neden kendini feda ettin? Bunu hak eden son kişi sendin." Pisan, ağır ve kararlı adımlarla Thrao'ya yaklaşıyor. Sesi, köprüde soğuk bir rüzgar gibi yankılanıyor. "Feda mı etti?" Thrao, başını kaldırıp Pisan'a bakıyor. Kendini açıklamaya çalışırken kelimeleri boğazında düğümleniyor. Ancak açıklama fırsatı bulamadan, Pisan'ın güçlü eli boğazını kavrayıp onu havaya kaldırıyor. Pisan'ın gözlerinde öfke ve acı dans ediyor. Sesi, bastırılmış bir öfkeyle titriyor. "Oğlumun ölümüne sen sebep oldun!" Thrao'nun yüzü, nefessizlikten kızarırken, gözlerinde ani bir öfke parıltısı beliriyor. Zorlukla konuşuyor. "Livei haklıydı... Ben bir hayal kırıklığıyım. Elimden geleni yaptım, ama... yetmedi." Bu sözler, gergin havada asılı kalıyor. Köprüde derin bir sessizlik hüküm sürüyor, sadece Thrao'nun kesik nefesleri ve Pisan'ın ağır solukları duyuluyor. İki adam arasındaki gerilim, Ingenium'un geleceğini şekillendirecek karmaşık duyguların bir yansıması gibi... Pisan, daha öfkeli bir halde bağırıyor. "Buraya gelmeseydiniz oğlum hayatta olacaktı. Onu sen buraya getirdin. Baban olacak adamın her şeye kalkışabileceğini biliyordum. Babanla aynı yere gideceksin!" Thrao ise daha çok öfkeleniyor ve "İMPARATOR!" diye bağırıyor. O kadar yüksek sesle bağırıyor ki, ses tellerini zedeliyor. "Ölmeyi oğlun seçti! Eğer sen bu kadar başına buyruk hareket etmeseydin, çok bilmişlik taslamasaydın ve hükümetinin bulgularına az da olsa kulak verseydin oğlun ölmeyecekti!" Pisan'ın kaşları daha da çatıyor, sesi daha da yükseliyor. "Ne diyorsun lan sen? Sen kim olduğunu sanıyorsun?" Thrao ise "Oğlunu senden daha çok önemseyen bir adamım sadece. Babam... Hayır, Deith, rol yapıyordu. Dünya ile iletişime geçtikten sonra daha fazla deneye gönüllü olmuş. Senin atom enerjisi nötrlemen artık işe yaramıyordu. Sürpriz bir saldırıyla hepinizi öldürecekti." diyor. Pisan ise "Siktir git oradan, evlat. Yalan söylüyorsun." diyor. Thrao "Bir önemi var mı bunun? Bak, senin oğlun öldü, benim de babam olacak adam öldü." diye cevap veriyor. Pisan, bir anlığına sessiz kalıyor. O sırada Bok ikiliye yaklaşıyor ve "Elinde böyle bir bilgi vardı ve bize söylemedin mi?" diye soruyor sinirli bir ses tonuyla. Thrao ise kafasını hala havadayken Bok'a çeviriyor ve "BİLMİYORDUM! NASIL BİLEBİLİRİM? TEN BİLİYORDU!" diyor. Bok ise "NASIL NASIL BİLEBİLİRİM AMINA KOYDUĞUMUN SALAĞI? AYNI ŞATODA YAŞIYORDUNUZ AMINA KOYAYIM!" diye bağırıyor. Thrao ise "Deith Ozæf bir psikopattı. Dünya ile görüştüğünü bile sizden öğrendim ben. Evet, Bok, ben aynı evde yaşadığım adamın emellerini ve potansiyelini bile fark edemeyecek kadar işe yaramaz, beş para etmez bir orospu çocuğuyum. Prens olmayı hak etmiyorum. Bugüne kadar hiçbir sike yaramadım, ne bir potansiyelim oldu, ne de başarım. Babamın ismini kullanarak buraya kadar geldim, Ten bile beni buraya kadar taşıdı. Bak, o yerde, ben ise hala ayaktayım. Ölen ben olmalıydım." diyor. Sonra da Pisan'a dönüyor ve "Gedhilfe hakkında çok fazla araştırma yapıyordu son zamanlarda istihbarat timleriniz. Babamın son deneyleriyle ilgili bilgiler gelmiş fakat göz atmamışsın. Ten ile birlikte göz attık. Hepinizin burada olduğunu da biliyorduk. Size ulaşmak istedik ama maalesef..." diyor. Kafasını tekrar Bok'a çeviriyor. "Sizler gibi telepatimiz, ışınlanma gücümüz ya da saatimiz yoktu. Siz zaten köprüye ayak basmışken elde ettiğimiz bilgiyi ulaştıramadık." Bok, az da olsa sakinleşiyor ve dinlemeye başlıyor.

Yarım Saat Önce
Himota'nın kadim kütüphanesinde, gece çoktan çökmüş durumda. Prens Thrao ve Prens Ten, etrafları kitaplar ve parşömenlerle çevrili, loş bir lambanın ışığında çalışıyorlar. Ten, eski bir belgeyi dikkatle açıyor. "Thrao, bak. Bu Gedhilfe hakkında bir rapor. Tarih... iki ay öncesine ait." Thrao hızla arkadaşının yanına geliyor. "Oku, lütfen." Ten, boğazını temizleyip okumaya başlıyor.
► Show Spoiler
Şaşkınlık içinde dosyayı okuduktan sonra Ten, başka bir dosyayı açıyor. "Thrao, bunu görmelisin. Bu... bu babanın psikolojik değerlendirmesi." Thrao hızla belgeye göz atıyor. "Oku lütfen abi." Ten okumaya başlıyor.
► Show Spoiler
Thrao ve Ten, endişeli bakışlarla birbirlerine bakıyorlar. Thrao başıyla onaylıyor ve Ten, kapıya yöneliyor. "Gardiyan!" diye sesleniyor Ten. Kısa bir süre sonra, üniformalı bir adam kapıda beliriyor. "Evet, Prens Ten?" Ten, sakin görünmeye çalışarak soruyor. "Dışarıda neler oluyor? Herhangi bir haber var mı?" Gardiyan, endişeli bir ifadeyle cevap veriyor. "Prensim, durum oldukça karışık. Mutlak Son ekibi şu anda Deith Ozæf ile savaşıyor. İmparator Pisan da orada." Thrao ve Ten şok içinde birbirlerine bakıyorlar. Thrao hızla soruyor. "Nerede? Tam olarak nerede?" Gardiyan "Köprüde, efendim. Bağ Köprüsü'nde." diye yanıtlıyor. Ten, gardiyana teşekkür ediyor ve adam ayrılıyor. İki prens tekrar belgelere dönüyorlar, ellerinde pek fazla belge de kalmıyor. "Thrao, bak!" diye bağırıyor Ten aniden. "Bu çok önemli olabilir." Thrao hızla arkadaşının yanına geliyor. Ten, yeni bulduğu belgeyi okumaya başlıyor.
► Show Spoiler
Ten, belgeleri dikkatle incelerken aniden duruyor, gözleri şaşkınlıkla açılıyor. "Thrao." diyor, sesi titreyerek. "Bak... hiçbir belge onaylanmamış. Babamın... yani İmparator Pisan'ın imzası yok. O bu raporların hiçbirini görmemiş!" Thrao hızla Ten'in yanına geliyor. "Ne? Nasıl olur? O zaman... o zaman kimse durumun ciddiyetinin farkında değil mi?" İki arkadaş, uzun bir süre sessizce oturuyor, düşüncelere dalmış halde. Thrao sonunda konuşuyor. "Peki şimdi ne yapacağız? Bu bilgileri Bok ve diğerlerine ulaştırmalıyız." Ten başını sallıyor. "Evet, ama nasıl? Doğrudan gidip söylesek, Deith bizi tehdit olarak algılayacak, hepimizi bir olarak görecek ve saldıracak." Thrao ayağa kalkıyor, odada volta atmaya başlıyor. "Belki... belki gizli bir mesaj gönderebiliriz? Ya da bir aracı kullanabiliriz?" Ten düşünceli bir şekilde cevap veriyor. "Riskli olur. Mesaj yanlış ellere geçebilir. Ya da aracı bizi ele verebilir." Thrao başka bir fikir öne sürüyor. "Peki ya kendimizi rehin olarak sunarsak? Böylece dikkatini dağıtıp, diğerlerine bilgi verme şansı yakalayabiliriz." Ten kaşlarını çatıyor. "Çok tehlikeli. Deith bizi anında etkisiz hale getirebilir. Hem de bilgileri paylaşmamıza fırsat vermeden." Fikirler ve karşı argümanlar bir süre devam ediyor. Her yeni plan, bir öncekinden daha umutsuz görünüyor. Sonunda, Ten derin bir nefes alıyor. "Thrao." diyor yavaşça. "Sanırım... sanırım birimizin kendini feda etmesi gerekecek." Thrao'nun gözleri şaşkınlıkla açılıyor. "Ne? Ne demek istiyorsun?" Ten açıklıyor. "Deith'in odağını şiddetle bozmamız gerek. Birimizin... birimizin ölümü, onu hazırlıksız yakalayabilir. Diğerleri için bir fırsat yaratabilir." Thrao hemen atılıyor. "O halde kişi ben olmalıyım. Bu benim sorumluluğum." Ten başını iki yana sallıyor. "Hayır, Thrao. Deith seni öldürmez. Sen onun oğlusun. Ama beni..." Thrao öfkeyle yerinden fırlıyor. "Hayır! Asla! Bunu yapmanı istemiyorum, Ten. Başka bir yol bulmalıyız. Bulabiliriz ayrıca. Hem baban güçlü bir adam. Yanında Mutlak Son üyeleri var, her biri çok yetenekli." Ten ise hiddetle cevap veriyor. "Olay yetenekli veya güçlü olmaları değil. Babamın gücü olmadan Deith'in sınırsız atom enerjisini nötrlemenin bir yolu yoktu, şimdi babamın gücünün de işe yaramadığını öğreniyoruz. Belgelerden birinde ağır dikkat dağıtıcı bir unsura ihtiyaç duyulduğu yazıyor. Bunu riske atarsak o çocuklardan biri de ölebilir. Babam da ölebilir. Bu riski alamayız. Saksı mıyız biz?" Birkaç dakika süren duygusal bir tartışma başlıyor. Ten, mantıklı argümanlarla Thrao'yu ikna etmeye çalışırken, Thrao duygusal tepkiler veriyor. Sonunda, Ten son kozunu oynuyor. "Thrao." diyor yumuşak bir sesle. "Sen kendi ülkenin geleceğisin. Senin yaşaman gerek. Benim yapabileceğim son şey bu. Lütfen, bırak bunu yapayım. Babamın gurur duyacağı bir şekilde öbür dünyayı boylayayım." Thrao'nun gözleri yaşlarla doluyor. "Ama...." Ten, arkadaşına sarılıyor. "Ingenium için." Uzun bir sessizlikten sonra, Thrao nihayet başını sallıyor. "Peki." diyor fısıltıyla. "Ama söz ver bana, elinden geleni yapacaksın... Hayatta kalmak için." Ten gülümsüyor. "Söz veriyorum." İki arkadaş, son hazırlıklarını yapıyor ve köprüye doğru yola çıkıyorlar. Yolda, planlarını detaylandırmaya devam ediyorlar. Thrao soruyor. "Peki, Deith'i nasıl kandıracağız? Nasıl en savunmasız halimizle karşısına çıkacağız?" Ten düşünüyor. "Belki... belki sen beni rehin almış gibi yapabilirsin? Böylece Deith'in dikkatini çekebiliriz." Thrao başını sallıyor. "Olabilir. Ya da belki ikimiz de teslim oluyormuş gibi yapabiliriz? Silahsız, savunmasız..." Tartışma devam ederken, köprüye yaklaşıyorlar. İkisi de biliyor ki, önlerindeki görev, hayatlarının en zorlu sınavı olacak. Ve belki de son sınavı...

Şimdi
Pisan, Thrao'nun dediklerini dinledikten sonra onu sertçe yere fırlatıyor ve Deith'in cansız bedenine doğru yürümeye başlıyor. Dibine kadar geliyor ve dizlerinin üstüne çöküyor. "Kızıl kafa." diyor, ilk defa Pisan'ın gözlerinden yaşların aktığını görüyorsunuz. "Bizler o kadar büyük hayal kırıklarıyız ki... Oğullarımıza bak bir de. Burada ben de ölmeliydim. Ölmediğim için çok fazla insan pişman olacak. Ama artık bir şeyler yapmak gerekiyor. Doğru olanı yapmak gerekiyor." Pisan, ayağa kalkıyor ve Livei'ye doğru ilerliyor. Gözlerinin içine bakıyor ve konuşmaya başlıyor. "Genç kızıl." Livei, kullandığı atom enerjisi yüzünden afallıyor ve yerinde durmaktan zorlanıyor. Bunu gören Pisan, Livei'yi kucaklıyor ve kucağındayken konuşmaya devam ediyor. "Her şey için teşekkür ederim. Sen ve ekibin olmasaydı bu canavarı yenemezdik. Bu canavar, bir zamanlar arkadaşımdı. Hatta can dostumdu. Ama yas tutma vakti çoktan geçti." Livei'ye sımsıkı sarılıyor. Livei, Pisan'ın kaslarının sertliğini hissediyor. Pisan, Livei'yi yavaşça yere bırakıyor. "Himota İmparatorluğu'na istediğin zaman ayak basabilirsin. Sen de, ekibin de. Her biriniz onur nişanı hak ettiniz." Thrao'ya dönüyor. Thrao yerde yatıyor. Ayağıyla dürtüyor ve "Kalk lan ayağa!" diyor. Thrao, yavaşça ayağa kalkıyor ve Pisan'ın gözlerinin içine bakıyor. Pisan kısa ve öz bir cümle ile başlıyor. "Oğlumu ben öldürdüm, sen değil." Thrao, yere bakıyor. "Acemiliğim kabul edilemez, bu yük sizin altınızda olmamalıydı. Dürüst olacağım evlat, iki dakika önce seni nasıl öldüreceğimi planlıyordum. Ama bunu yapmayacağım." Thrao, hafiften gülümserken Pisan, Thrao'ya sert bir yumruk atıyor. Thrao, metrelerce uçuyor ve köprünün taş zeminine kapaklanıyor. "Gedhilfe'nin yeni kralı bu kadar zayıf mı? Güldürme beni. Çalış, öyle gel!" diyor. Son olarak, oğlunun cansız bedeninin yanına gidiyor. Oğlunun kafasını yavaşça kaldırıyor. "Aslanım benim." Bir anda hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Yüzünü oğlunun cansız bedeninde saklıyor. Ağlamasını gizlemeye çalışırken kafasını sizlere çevirip en önemli soruyu soruyor. "Yapabileceğimiz bir şey var mı?"

Wændz: Ten'in cansız bedenine doğru ilerliyorsun, kalbinin her atışı kulaklarında yankılanıyor. Ellerini uzatıp güçlerini kullanmaya hazırlanmaya başlıyorsun. İçindeki enerjiyi topluyor, bedenindeki her hücrede yoğun bir karıncalanma hissediyorsun. Tam o anda, göz açıp kapayıncaya kadar her şey değişiyor. Bir an Ten'in cansız bedeni önünde dururken, bir anda bembeyaz bir ortamda buluyorsun kendini. Karşında Bay Zengin duruyor, yavaşça alkış tutuyor. Alkış sesleri bembeyaz boşlukta yankılanırken, bir anlığına ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Bay Zengin, alkışını bitirdikten sonra sana bakıyor, yüzünde alışılmışın dışında bir ciddiyet var. "Merak etme, başka kimseye karışmayacağım." diyor sakin bir sesle. "Ama sana bir bilgi vermem gerekiyor." Bir adım sana doğru yaklaşıyor, gözlerini seninkilere kilitliyor. "Mevcut gücünle cansız birini canlandırmaya çalışırsan, ölme ihtimalin çok yüksek. Bu çok tehlikeli bir süreç. Dikkatli olman lazım. Ha, istersen hayatta olan bir başka kişinin atom enerjisini kullanarak da kendini kurtarabilirsin. Bu bilgiyi arkadaşlarına verecek misin? Sana kalmış." Söylediklerinin ağırlığını hissediyorsun, Bay Zengin'in gözlerinde tuhaf bir ciddiyet var. Ne söyleyeceğini düşünüyor, bu bilginin önemini kavramaya çalışıyorsun. Bay Zengin'in yüz ifadesi hiç değişmeden, bir an daha sana bakıyor. Bir göz açıp kapayıncaya kadar her şey tekrar değişiyor. Yine Ten'in cansız bedeni önünde buluyorsun kendini. Bay Zengin'in sözleri kulaklarında yankılanırken, güçlerini kullanmaya devam edip etmeme konusunda tereddüt yaşıyorsun. İçindeki kararlılık ile hayatta kalma içgüdüsü arasında bir denge kurman gerektiğini biliyorsun. Bu karar, sadece Ten'in değil, senin de kaderini belirleyecek.

Off Topic
Yarım Saat Önce başlığında yer alan kısmı Thrao'nun size detaylı bir şekilde anlattığını varsayabilirsiniz.

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#14
Thomas'a sorduğum soruların cevaplarını beklerken onun tepkilerini incelemeye başladım. Sözlerinin ağzında kalışı, bakışlarının anlık kaçışları, içinde olan bir savaşı bastırmaya çalışıyor olması gelecek cevapları düşündürtüyordu. Dünyalı insanlarla ne yaşamış olabileceğini kendi kendime tahmin etmeye çalışırken, en sonunda derin bir nefes almış ve konuşmaya başlamıştı. Max'le kendisinin benim de bildiğim üzere önceden çok yakın oldukları konusuyla başlamış, ancak Ingeniumlular ve Dünyalılar arasındaki farklı görememesi ile aralarında uçurum olduğunu belirtmişti. Ed'in rolü, Max'in manipülasyonlarına karşı çıkamayan bir asker olmaktı, bu da bana saldırmasının altındaki sebeplerden birini açıklıyordu. Max'e olan sadakati beni öldürebilmesine sebep olacaktı. Bu sadakat karşısında bizim tarafımızı hiçbir şekilde görmemişti belki de, sadece kendi tarafından bakabilmişti.

Max'in ekibinin bir dost olmadığını, bizleri kullanmak isteyen kişiler olduğunu söylüyordu. Hiçbir zaman eşit görmemişlerdi bizi, bizler onlar için sadece araçtık. Ed'i vurmak zorunda kaldığında da bir öfke patlaması yaşadığını söylüyordu, ilk sebep benim hayatımın tehlikede olması olsa da, kendisi de insanlardan bir şeyleri saklayan ve başkalarını kullanan kişilerden nefret ediyordu. Bunların hepsi birleşince, Ed'i vurmamak için bir sebep kalmıyordu ortada. İçindeki öfkenin onların bizi nasıl gördüğünden kaynaklandığını söylüyordu. Bu öfkenin yanında, bizimle savaşmasının asıl sebebi ise bizim yanımızda gerçek dostluğu bulmasıydı. Max'in ekibiyle bulamadığı bu dostluğu yanımızda bulmuş, bu yüzden Ingeniumlularla birlikte savaşmak istiyordu.

Bizden, benden sakladığı şeylerin aslında bunlar olduğunu öğrenmek içimi bir hayli rahatlatmıştı. Ancak bir yandan da neden uzun bir süredir bu duruma sessiz kaldığını merak etmiştim. Max'in ekibinin başından beri bizi eşit görmediğini, kullandığını biliyorsa, bunu söyleme şansına sahipti. Yine de, ona kızmadım. Thomas'ın bir bildiği olabileceğini düşünmek, belki de kendince bizi korumaya çalıştığını düşünmek benim için yeterli gelmişti. Yumruğumu kaldırıp göğsüne bir kez vurdum gülümseyerek. Thomas'ın tekme attığı Dünyalı bozuntusuna söylediğim gibi, dostumun eylemlerinin her zaman arkasındayım. Bunu saklama gereği duymuşsa, içinde kendi kendine büyük bir savaş vermişse, bir sebebi vardır. Önemli olan, tüm kalbiyle yanımızda duruyor olması.

Bu mesele hallolduktan sonra köprüye yürümeye başlamıştık, ancak köprüye yaklaştığımızda gözlerimin gördüğü şeye beynim bir kaç saniye inanmak istemedi. Prens Ten'in bedeni paramparça olmuş halde yerde yatıyordu. Etrafa saçılmış kan ve et parçaları, acımasız bir sonun gerçek tablosunu yansıtıyordu. Thomas etrafı tarıyorken, Hae'nin sesini kulağımda işittim. Shisha hemen harekete geçmemiz gerektiğini söylediğinde, Thomas'a döndüm. Böylesine tehlikeli bir tablo içerisinde onun bize uzaktan yardımcı olması en mantıklı olandı. Zaten adam silah makinesi gibi bir şeydi, her yerinden silahlar fışkırıyordu. Eminim bir şekilde bize yardımcı olabilirdi ki, Ten'i bu hale getiren düşmanımız Thomas'a neler yapardı emin değilim. "Thomas, uzaktan yardımcı olabildiğin kadar olman gerek." Dedikten sonra baş parmağımı kaldırdım, işaret parmağımı ileri doğru uzattım ve diğer parmaklarımı sıkıca kapatarak elimi silah haline getirdim. "Piyuv, piyuv." Dedim gülümseyerek. Sonrasında ise, savaş alanına doğru bir adım attım.

Mutlak Son ekibinin aniden ileriye doğru bombardıman yaratmak için harekete geçmesiyle birlikte onlara ayak uydurabilmek adına ileriye doğru atıldım. Friks'in kendi yarattığı iğnesinin Deith'e saplanmasının ardından, araya girerek Mitga ve Shisha'dan önce onların hareketlerini destekleyici bir şekilde Nötron Patlaması stilini kullanmış, ardından yumruğu basıp geriye doğru çekilmiştim. Mitga ve Hae'nin kralın bedenini tamamen uranyumla kaplaması, üstüne Shisha ve Mavi'nin Neon elementi ile tüm bedenini aşağıdan yukarı doğru yakmasını izledim. Gam, Huld ve Wændz'in desteğiyle birlikte Pisan bir anda Deith'in yanına gelmiş ve ağır bir yumruk atmıştı. Burnu, çenesi kırılan kral kanlar içinde kalmış, bu ağır bombardımanın ardından Bok tek bir dokunuşla iki kolunu birden kırmıştı kralın. Aslında, kral için birazcık üzüldüm diyebilirim. Böylesine bir acıyı çekmek asla istemezdim.

Ancak, işin kötü yanı her şey bununla sınırlı kalmamıştı. Livei kendi stili ile Deith'in tüm derisini kavurmuş, o yanık deri kokusu ciğerlerime kadar işlemişti. Deith, son anlarını yaşadığını hissediyor olmalıydı ki, Thrao bir silahla karşısına çıktığında kralın yüzündeki ifade tamamen değişmişti. Baba ve oğul arasında bir ton sessiz duygunun karşılaştığı, oldukça garip bir andı. Livei'nin hançeri Deith'in boynuna doğru iniyorken, Thrao silahını ateşlemişti. Deith, bu iki hamle sonrasında ölümü tatmak için yere yığılmıştı. Son birkaç saniyesini yaşıyordu. Thrao, son saniyelerini yaşayan kralın yanına çökmüştü, hem zaferin güzel tadını tadıyor hem de babasının kaybını yaşıyordu. Ben ise, geriye doğru birkaç adım atmış, Thomas'ın yanına gitmiştim. Garip bir zafer sevincini içimde taşıyorken, kolumu Thomas'ın omzuna atmış ve gülümsemiştim. "Monsieur..." Sonrasında kafamı bir kez kafasına tokuşturmuş ve yere oturmuştum. Bundan sonra olacakları yerde oturup izlemek istiyordum.

Thrao, dostu Ten'in bedeninin yanına giderek kendini neden feda ettiğini sormuştu. Anlaşılan Pisan bu duruma sinirlenmiş olacaktı ki, Thrao'yu boğazlayıp kaldırmış ve ölümüne onun sebep olduğunu söylemişti. Thrao ise kendisinin hayal kırıklığı olduğundan bahsediyordu. Yanımda oturan Thomas'a doğru fısıldadım. "Ortalık karışır ha." Pisan buraya gelmeselerdi oğlunun hayatta olacağını söylüyordu, onu buraya getirenin Thrao olduğunu da ekliyordu. Sanırım ben olsam, ben de Thrao'yu suçlardım, bu yüzden Pisan'ı haksız bulmuyordum. Thrao ise ölmeyi Ten'in seçtiğini, imparatorun başına buyruk hareket ettiğini söylüyordu. Bir anda çenesi açılan Thrao'nun kelimeleri imparatorun zoruna gitmiş olmalıydı, adamın siniri yükselmek üzereyken tekrardan söze girmiş ve her şeyi anlatmaya başlamıştı. Deith'in rol yaptığını, atom enerjisi nötrlemesinin Deith üzerinde hiçbir işe yaramadığını söylüyordu. Tabi Pisan buna inanmamıştı.

Bir elimle ağzımı kapatıp, Thomas'ın kulağına doğru sadece onun duyabileceği bir şekilde fısıldadım. "Ten'le Deith'i nasıl bir tuttu amına koyayım? Hala babam öldü diye zırlıyor." Elimi çekip hiçbir şey olmamış gibi olanları izlemeye devam ettim. Bok böyle bir bilgiyi nasıl sakladığını söylerken Thrao'nun kendisinin bilmediğini, ancak Ten'in bildiğini söylüyordu. Tabi Bok buna daha fazla sinirlenmişti, aynı şatoda yaşadıkları için bilmesi gerektiğinden bahsederken Thrao ise Dünya ile görüştüğünü bile bizden öğrendiğini söylüyordu. Kendisinin işe yaramaz, beş para etmez bir orospu çocuğu olduğunu ekliyor, bugüne kadar da hiçbir sike yaramadığını söylüyordu. Haksız değildi, Thrao'ya bu konuda hak veriyordum. Ten'in son zamanlarda Gedhilfe hakkında çok fazla araştırma yaptığını söylüyordu, hatta son deneyler hakkında bilgileri de ele geçirmiş, ancak Ten ile birlikte göz attıklarından sonra bize ulaşmaları bir hayli vakit almış.

Thrao, Ten ile birlikte ele geçirdikleri dosyaların özetlerini geçmeye başlamıştı. Bunlardan ilk anlattığı, Güç kapasitesi ile alakalıydı. Deith'in güç seviyesi öngörülemeyen bir şekilde artışa geçmişti. Bu güç artışı, deneylerin sonucu olarak ise davranışlarında değişiklikler gözlemlendiği, Dünya ile iletişim artışı yaşandığını, İmparator ve diğer yetkililere karşı bir güvensizlik oluştuğu sonuçlarına sebep olduğu raporlanmıştı. Öneri olarak ise bu deneyin durdurulması, Pisan'ın bilgilendirilmesi ve güvenlik protokollerinin devreye sokulması raporlanmıştı. Bütün bunlara rağmen, anlaşılan pek bir şey yapılmamıştı. Bu dosyadan sonra, prensler diğer bir dosya olan Deith'in psikolojik raporunu okumaya başlıyorlardı. Güç seviyesi arttıkça zihinsel olarak büyük bozulmalar yaşamıştı kral.

İlk olarak Çoklu kişilik bozukluğuna yakalanmıştı, iki belirgin kişiliği de tespit edilmişti. Deith kişiliği anladığım kadarıyla kendi orijinal kişiliği iken, diğer kişiliği agresif ve egoist olandı. Kişilikler arası geçişler daha sık, daha belirgin bir hale geldiği de raporlanmıştı. Belki de uzun bir süredir Deith'le hiç karşılaşmamıştık. İkinci olarak, paranoid kişilik bozukluğundan müzdaripti. Aşırı şüpheci ve güvensizdi, komplo teorilerine karşı büyük inanç besliyordu ve diğer tüm yetkililere karşı paranoyası vardı. Bunun üstüne bir de narsisistik kişilik bozukluğu eklenmişti. Empatiden yoksun, kendini fazlasıyla üstte gören tavırlara bundan dolayı sahipti. Aynı zamanda, bu güç takıntısı kendisinde takıntılı düşünceler yaratmıştı, belli ki durmadan bu güçleri ve deneyleri düşünüyordu. Bu raporun risk değerlendirmesinde kendine ve çevresine zarar verme potansiyelinin yüksek olduğu, güç kullanımında kontrol kaybı riski yaşayacağı, imparatorluk adına ciddi güvenlik tehdidi oluşturacağı raporlanmıştı.

Ortaya çıkan son rapor ise, Deith'in zayıflık analiz raporuydu. Deith'in temel zayıflığı odak eksikliği olarak geçiyordu. Yaşadığı psikolojik sıkıntılar odaklanma yeteneğinde ciddi bozukluklar yaratmıştı, aynı zamanda bu odaklanma problemi atom enerjini yönlendirme kabiliyetini de etkiliyordu. Bir diğer zayıflık olarak ise aynı anda sadece tek bir saldırıya odaklanabildiği, iki veya daha fazla eşzamanlı tehditle baş etme yeteneğinin oldukça zayıf olduğu raporlanmıştı. Belki de bu bombardımanı etkili bir şekilde karşılayamamasının asıl sebeplerinden birisi buydu. Odağı bozulduğu zaman atom enerjisini hassas bir şekilde yönlendiremediği, ancak bu durumun beklenmedik enerji patlamalarına veya güç kaybına sebep olabileceği yazılmıştı. Stratejik olarak karar verme konusunda büyük güçlük çektiği, karmaşık durumları analiz etme konusunda sorunlar yaşadığı da raporlanmıştı.

Bunca rapora rağmen, Pisan bunların hiçbirini görmemişti. İş böyle olunca, imparatorun her şeyden habersiz bir şekilde köprüde savaşa tutuştuğunu öğrenmiştik. Thrao ve Ten, bu konuda kendilerince bir plan yapmaya karar vermişlerdi. Ten'den gelen fikir ise, aralarından birinin kendilerini feda etmeleri yönünde olmuştu. Deith'in odağını şiddetli bir şekilde bozacağını, birinin ölümünün onu hazırlıksız yakalayabileceğini söylemişti. Buna karşılık ise Thrao önce kendini ortaya atmıştı, ancak Ten onu öldürmeyeceği için kendini ortaya atmaya karar vermişti. Babasının gücü işe yaramadığı ve ağır bir dikkat dağıtıcı unsura ihtiyaç duydukları için, Ten kendi yaşamına bu şekilde son vermeyi mantıklı bulmuştu. Benim ne kadar mantıklı bulduğum tartışılır bir konuydu, bu yüzden içimden bile olsa yorum yapmamayı tercih ediyordum. Thrao ve Ten, bu planla birlikte köprüye gelmişler ve sonunda, gözlerimin gördüğü şey olmuştu. Ten paramparça bir şekilde yerde yatıyordu.

İmparator Pisan önce Thrao'yu fırlatmış, sonrasında ise Deith'in yanına gidip cesediyle konuşmaya başlamıştı. Kendilerinin büyük hayal kırıklıkları olduğundan bahsediyordu, burada kendisinin de ölmesi gerektiğini söylüyordu. Bundan sonra doğru olanı yapmak gerektiğini söyledikten sonra Livei'nin yanına gitmiş ve her şey için teşekkür etmişti. Deith'in için yas tutma vaktinin çoktan geçtiğini söyledikten sonra Livei'ye sarılmış ve kendisi ile ekibinin, her birinin onu nişanını hak ettiğini söylüyordu. Bundan sonra Himota'dan istediğim gibi et alıp gelebilirdim. Restoranı açmak için bir adım daha atmış olmak beni sevindirmişti. Pisan, Thrao'yu ayağıyla dürtüp onu öldürmek istediği, ancak suçun kendisinde olduğu ve onu öldürmeyeceğini söylemesinin ardından sert bir yumruk atarak prensi uçurmuştu. Gedhilfe'nin yeni kralının böylesine zayıf biri olamayacağını belirttikten sonra oğlunun bedeninin yanına gitmiş ve ağlamaya başlamıştı. Yapabileceği bir şey olup olmadığını sorguladığı esnasında sessiz kalmayı tercih etmiştim. Henüz konuşulacak çok fazla şey vardı, ancak şuan hiçbirinin yeri değildi. Şimdilik bu olayların geçmesini beklemek en mantıklısı olacaktı.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#15


Livei'nin bütün bedeni alev almıştı. Hırs, öfke ve nefretle cayır cayır yanıyordu. İçten içten körükleniyordu. Gözleri önündeki düşmanından başka hiçbir şeyi görmüyordu. Onun hayatını ellerinden alıp gitmek, gözlerindeki yaşam dolu ışıltıyı söndürmekten başka daha çok istediği bir şey yoktu. Onun çığlıkları ile ilk harekete geçen kişi Friks olmuştu. Hızlıca kolunu boydan boya kesip kanından devasa bir iğne oluşturmuştu. Bu herkese ve kendine yaptırdığı deney şırıngalarının bir temsili gibi Deith'in vücudunu delip geçmişti. Deith bu saldırının şokuyla kendini toparlamaya çalışırken kanlar içerisinde kalmıştı. O esnada da Livei kendisine iki adet şırınga basmıştı. Bunların etkisiyle atom enerjisi kapasitesinin yükseldiğini hissediyordu. Derhal aklındaki planı devreye soktu. Görünmezlik stilini kullanarak Deith onu fark etmeden arkasına geçti ve Sıvı Tuzağı ile ayağını kaydırıp yere kapaklanmasını sağladı. Adeta burnundan soluyordu ancak soluduğu şey hava değil ateşti. Deith yere kapaklanır kapaklanmaz Hae ve Mitga, uranyum stillerini kullanarak onun bedenini uranyumla kaplamışlardı. Livei Hae, Shisha ve diğerlerinin ne zaman geldiğini fark etmemişti bile. Gözü hiçbir şeyi görmeyeceği kadar çileden çıkmıştı. Shisha ve Mavi neon elementlerini kullanarak Deith'in bedenini yakmaya başlamışlardı. Gam, Huld ve Wændz ise Pisan'ı güçlendirip onu hızlandırmışlardı. Pisan bir şimşek hızında uçarak Deith'e hızla yumruk geçirmişti. Deith'in burnu ve çenesi kırılmıştı. Kanlar ve yanıklar içerisindeydi. Hiçbir şey bitmemişti. Bok yeni deneyeceğini söylediği bir gücünü kullanarak tek dokunuşla Deith'in kollarını kırmıştı. Despot kralın çığlığı tüm köprüde yankılanmıştı.

Livei her şeyi sona erdirmeden önce Deith'in üzerine çullandı. Ateş stilini kullanarak onun o kıymetsiz et parçası bedenini cayır cayır yaktı. Yanık et kokusu ciğerlerini doldurana kadar devam etti buna. Son olarak Elemental İnfüzyon ile sezyum ateşi ile kapladığı hançerini çıkardı. Deith'in gözlerine baktı son bir kez. O gözlerde aradığı korkuyu buldu. İşte bu, her şeye değmişti. O esnada arkasında birisini hissetti. Thrao, elinde bir Dünya silahı ile babasına nişan almıştı. Deith'in gözlerindeki korku, ihanet ve öfke karışımı duygu dalgalanmaları ile değişiyordu. Livei hançerini kaldırıp Deith'in boğazına sapladığında çıkan kan tüm yüzüne ve vücuduna sıçradı. Aynı anda Thrao'nun silahından çıkan kurşun da Deith'in kafasına isabet etmişti. Kralın gözlerindeki yaşam enerjisi büyük bir hızla yerini cansız, boş bakışlara bıraktı. Livei zorlukla soluk alarak Deith'in üzerinden kalkıp kenara çekildi. Yüzüne bulaşan kanı üzerindeki tişörte sildi. Nefesini toplamaya çalışırken hala olayın şokundaydı. Deith Ozæf'i öldürmüştü. Başarmıştı. Bunca zamandır istediği şeye ulaşmıştı. Artık her şey değişecekti. Himota ve Gedhilfe arasındaki anlamsız savaş son bulacaktı, daha fazla kan dökülmeyecekti. Deinzeiler artık korkarak, saklanarak yaşamayacaklardı. Onlara verdiği sözü tutmuştu. Bunu birlikte başarmışlardı.

Livei kendine gelmeye uğraşırken Thrao, Ten'in cansız bedeninin başında yas tutmaya başlamıştı. O esnada aralarında Pisan ile ciddi bir kavga başladı. Pisan onu neredeyse öldürecekti. Livei de çok kızgındı ona. Onlar olmasa Deith'i hiçbir kayıp olmadan öldüreceklerdi. Ancak Thrao durumun böyle olmadığını, Ten'in kendini feda ettiğini, Deith Ozæf'in numara yaptığını ve aslında herkesi öldürecek büyük bir hamle planladığını söylemişti. Bunu nereden biliyordu? Ve böylece tüm gerçekler gün yüzüne dökülmüştü. Ten, babasının önemsemediği bazı belgeleri gözden geçirmişti ve Deith Ozæf'in gücünün gerçek potansiyelini anlatan evrakları okumuştu. Tüm bunlar bu savaş patlak vermeden çok kısa süre önce olmuştu. Bundan ötürü de plan yapacak ve hazırlanacak zamanları olmamıştı. Kayıp sayısını azaltmak için kendilerini feda etmeye karar vermişlerdi. Evraklarda yazana göre elde ettiği güçler Deith Ozæf'i delirtmişti. Artık iki kişiliği vardı ve bu kişilikler arasında çok hızlı bir şekilde gidip geliyordu. Ten'i öldürdükten sonra afallaması da buna bağlı olmalıydı. Livei'nin içini derin bir hüzün kapladı. Böyle olmamalıydı. Bu çok adiceydi. Haksızlıktı bu. Nereden bilebilirlerdi ki?

Pisan bunları duyduktan sonra fazlasıyla yıkılmıştı. Kendisine seslendiğini fark etti. Livei harcadığı atom enerjisi miktarı yüzünden ayakta dahi zorlukla durabiliyordu. Bunu fark eden Pisan onu hızlıca kucaklamış ve başarılarından ötürü tebrik etmişti. Ona o kadar sıkı sarılmıştı ki Livei neredeyse nefessiz kalıp boğulacaktı. "Teşekkürler efendim." diyebildi soluk soluğa kalmış bir vaziyette. Artık Himota İmparatorluğu'nun onların bir yoldaşı olduğunu, istedikleri gibi girip çıkabileceklerini söylemişti onlara. Bu Livei için fazlasıyla bir ödül sayılırdı. Himota'nın onların destekçisi olmasından daha büyük ne elde edebilirlerdi ki? Sonrasında Pisan yerde yatan Thrao'yu ayağa kaldırmış ve ona oğlunu öldüren kişinin kendisi olduğunu, Thrao'nun suçu olmadığını söylemişti. Acemiliğinin kabul edilemeyeceğini söyleyerek Thrao'ya şaka yollu vurmuştu. Bu yumruğun etkisiyle Thrao metrelerce geriye doğru uçmuştu. Kral olarak güçlenmesini söylüyordu ona ama Thrao bu saldırıdan sağ çıkacak mıydı Livei merak etmişti. Savaşa neredeyse hiç katkı sağlamadan herkesten çok darbe almıştı çocuk şu birkaç dakikada. Livei gözleriyle ilk olarak Bok'u ve ekibindeki diğerlerini taradı. Herkes tek parça görünüyordu. Bok'a doğru koşup ona sıkıca sarıldı. Hiçbir şey söylemedi. Bok zaten onun aklından geçenleri duyabilirdi, bunu biliyordu. Ardından tek tek, Friks ve Mavi öncelikli olmak üzere herkese sarıldı. Bunu hep birlikte başarmışlardı. Oğlunun ölüsünün başında ağlamakta olan Pisan'a döndü ardından. "Hayır, oğlunuzu siz öldürmediniz. Thrao da öldürmedi. Oğlunuzu Deith Ozæf adındaki güçten gözü dönmüş canavar öldürdü. Kendinize yüklenmeyin. Yapılabilecek bir şey var mı bilmiyorum ama Wændz belki güçlerini kullanarak bir şeyler deneyebilir." dedikten sonra Wændz'e baktı. Kızcağız biraz sarsılmış görünüyordu nedense.

Livei bunun ardından taş köprüde yere çakılmış Thrao'ya doğru sakince ilerlemeye başladı. Başının ucuna gelip ona elini uzattı ayağa kaldırmak için. "Ülkemizin yeni kralına ettiğim ilk laf tam bir hayal kırıklığı olduğu ha? Mizacıma uyuyor." dedikten sonra kendi kendine kıkırdadı zayıfça. Onu yerden kaldırdıktan sonra sıkıca sarıldı destekleyici bir şekilde. "Özür dilerim Thrao. Deith'i öldürmek için elime geçen tek fırsatı sizin çocukça davranışınız yüzünden kaybettim zannettim. Aklımın ucundan dahi geçmedi başka planınız olduğu. Sonuçta o senin babandı. Gerçekten üzgünüm. Kendimi kaybettim öfkeden." dedikten sonra derin bir soluk aldı. "Yeni kralımız Thrao Ozæf'i tebrik ediyorum. Umuyorum ki babanın yanlışlarını takip etmezsin ve Gedhilfe'ye yaraşır bir lider olursun. Ülkemizi hak ettiği görkeme getirmek için birlikte çalışabileceğimizi de umuyorum. Ve yine umuyorum ki bunca yıldır her türlü zorbalığa göğüs geren, korkarak gölgelerde yaşayan Deinzei halkına da hak ettikleri hayatı sunarsın. Omuzlarında beklentilerle dolu büyük bir yük olacak kral." dedikten sonra ekibindeki Deinzei arkadaşlarına dönerek gülümsedi. Onların da uzun zamandır bu anı beklediklerini biliyordu.
Image
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#16
Olanların ardından ne yapacağımı bilemeden birkaç saniye donakalmıştım. Pisan'ın akan gözyaşlarının farkındaydım ama Bay Zengin'in uyarısı, birilerinin kesinlikle öleceğinin garantisi gibi olmuştu. Bay Zengin ile ilk kez iletişime geçmiştim ve keşke biraz daha vakit geçirebilseydim ama malesef belki de aramızdaki konuşmalar burada bir an olarak bile akmamış, söyleyeceğini söyleyip beni geri yollamıştı.

Ten'in canlandırmak için gereken enerjiyi dışarıdan almam gerekiyordu. Bu halimde kendi başıma denersem ölme ihtimalim vardı. Pisan? Pisan oğlu için canını vermeye dünden razı görünüyordu ve bunu onun enerjisini alarak yapabileceğimi söylersem kabul edeceğine emindim ama böyle bir şeyi yapmayı ben kabul edebilir miydim? Enerjiyi çekmenin nasıl bir etkisi olduğunu Meinsu üzerinden istemsizce öğrenmiştim. Onu yalnızca araştırmak istemiştim oysaki. Biyoloji üzerine olan yeteneklerim zamana kıyasla daha mı tehlikeliydi bilemiyordum ama kendi ellerimle böylesine bir acıya sebep olabilir miydim?

Livei ben bunları düşünüyorken konuşmaya başlamış ve adımı ağzına aldığında minik bir irkilmeyle bakışlarımı üzerine götürmüştüm. Tüm olanlara olan üzüntümün üzerine duramıyordum bile. İçten içe sarsılmıştım böyle bir noktada olduğum için. Konuşmalarını sürdürürken kendi iç dünyama dönüyordum. Her şeyi anlatmalı mıydım?

İki adım geri atmıştım. Başımı iki yana olumsuz manada salladıktan sonra kimseye bakacak yüz bulamıyor, kaçırdığım bir boşluğa yönlendiriyordum bakışlarımı. Sesimin titrememesi için kendimi zorluyor ve “Ben… Ben kimin yaşayıp kimin öleceğine karar veremem. Başkası buna karar verse bile buna sebep olamam. Yapamam, böyle bir şey yapılamaz, yapılmamalı!” diyordum. “Atom enerjisi yüksek birini ellerimle öldürmeden bir başkasına yeniden hayat vermem mümkün görünmüyor, üzgünüm…” diyordum. Ardından bakışlarım Deith’e kayıyordu. “Durdurulmuş Hükümdar Deith kadar büyük enerjiye sahip olunsaydı belki sonuç değişirdi. Prens Ten’in bedeninin bozulmaması için bir yol bulabilirseniz, yeteneklerim üzerine hâkim olduğumda yeniden deneyebilirim belki. Bilmiyorum... Ben... Ben böylesine bir yarı tanrı rolüne bürünmek yerine imkanım varken Deith'i incelemeliyim... Başına gelenlere sebep olanları öğrenir, belki çözüm bile bulurum” dedikten sonra Deith’in cesedine doğru ilerliyordum. Onun bedenine çeşitli deneyler yapılmış ve kapasitesinin artışına bedeni alışamamıştı sanırım. Hücrelerinin yeniden programlanması benim kabiliyetimin bilimsel olarak denenmiş olmasına benziyordu. Bunu bilim adamları olmadan yetkin olduğumda kendi başıma da yapabilirdim. Onun mevcut yapısının örneğini elde etmeliydim. Bir tüp içerisine saklanmalıydı belki vücudundan bir parça. O yüzden eğilip bedenine dokunuyor ve odaklanıyordum. İnsanların yapılarını değiştirebileceğimi söylemişlerdi. Yapısını değiştirebilmek için öncelikle neyi değiştireceğimi bilmem gerekiyordu. Bu yüzden onu okumalı ve neler yapabileceğime yönelik kendimi test etmeliydim.
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#17
Livei: Thrao, sendeleyerek yerden kalkarken yüzünde acı dolu bir ifade var. Senin uzattığın eli tutarak, zorlukla da olsa ayağa kalkmayı başarıyor. Yüzü hala yaşadığı duygusal ve fiziksel çarpışmaların izlerini taşıyor, ancak gözlerinde bir kıvılcım var, yeniden ayağa kalkma isteği, bir amaç bulma arzusuyla parıldayan bir kıvılcım. Senin desteğinle güç bulduğunu hissediyor, derin bir nefes alarak bakışlarını sana çeviriyor. Dudakları hafifçe titrerken, bir şeyler söylemek için dilini döndürmeye çalışıyor, ancak kelimeler bir an için ağzında düğümleniyor. "Livei..." diye başlıyor, sesi hala titrek ve zayıf. "Bana yardım ettiğin için teşekkür ederim. Ben... her şey çok hızlı gelişti. Kendimi bu kadar aciz hissetmemiştim. Ama senin yardımların olmasaydı, belki de işler çok daha farklı sonuçlanacaktı. Seni hayal kırıklığına uğratmayacağım, sizi hayal kırıklığına uğratmayacağım. Gedhilfe'nin yeni kralı olarak, sorumluluklarımın farkındayım ve bu yükü taşımak için gereken gücü bulacağım. Buna yemin ediyorum." Thrao'nun sesi gittikçe kararlı hale gelirken, gözlerinde beliren yaşlar, onun bu anın ciddiyetini ne kadar derinden hissettiğini gösteriyor. Sesi, ilk defa bu kadar sağlam ve net çıkıyor. "Babamın hatalarını tekrarlamayacağım, Livei. Gedhilfe halkını hak ettiği refaha ve barışa kavuşturmak için elimden geleni yapacağım. Ülkemiz uzun zamandır korku ve baskı altında yaşıyor. İnsanlarımız, özellikle de belli başlı insanlarımız Deith Ozæf'in gölgesinde ezildi. Ama bu karanlık dönemin sona erdiğini herkes bilsin. Gedhilfe'nin halkı artık özgür olacak, geleceğe umutla bakabilecek."

Seninle göz göze geliyor, bakışlarındaki ciddiyet seni şaşırtıyor. "Bu ülkenin kralı olarak, sadece güçle değil, adaletle hükmedeceğim. İnsanların sesini duyacak, onların ihtiyaçlarını öncelikleyeceğim. Onların güvenini kazanmak, bir krallığın temeli olmalı. Bu halkın hak ettiği saygıyı ve güvenliği sağlamak için çalışacağım. Deinzei halkının da hak ettiği hayatı sunmak için elimden gelenin en iyisini yapacağım." Thrao, bu sözleri söylerken yüzünde oluşan kararlı ifade, onun gerçekten değişmeye ve gelişmeye istekli olduğunu gösteriyor. İçinde taşıdığı korku ve kaygılar, yerini kararlılığa ve azme bırakıyor. Senin desteğinle ayağa kalkmış olmanın, ona nasıl bir güç verdiğini fark ediyorsun. Bu yeni kralın, ülkesini hak ettiği yere getirmek için gerçekten mücadele edeceğine dair bir inanç beliriyor içinde. Thrao'nun, omuzlarındaki büyük yükü taşımaya hazır olduğunu görüyorsun, ve bu yükü taşırken yalnız olmayacağını bilmek, seni de bir nebze olsun rahatlatıyor. Thrao, son olarak "Gedhilfe'yi yeniden inşa edeceğiz, halkımıza hak ettiği barışı ve refahı getireceğiz. Bu yeni dönemde, senin gibi dostlarımın yanımda olmasını istiyorum. Birlikte, bu ülkeyi hak ettiği geleceğe taşıyacağız." diyor ve sana minnetle bakıyor. Bu sözleriyle, hem kendine hem de sana bir söz veriyor: Gedhilfe'nin karanlık günleri sona erdi, ve bu yeni dönemde, barış ve adalet hüküm sürecek.

Friks, Thrao'nun yanıtını duyduktan sonra kısık bir kahkaha atarak "Hocam, hazır elin değmişken benim şu arama iznini de geri çeksen? Biz savaştan çıktık, burada sen kral oldun, kuralları sen koyarsın. Hem kim seni durdurabilir ki koçum?" diyor, gözlerini kısarak bakıyor. "Her köprüden geçene kimlik sormak sana düşmez kardeşim. Adamlar beni hala mafyaymışım gibi göstermeye çalıştı amına koyayım." Thrao, bu kez daha rahat bir şekilde gülümsüyor. "Tamam, Friks, haklısın. O arama izni işini kaldırıyorum." diyor elini havaya kaldırarak. "Bu kadar saçma bir şeyi savunmakla vakit kaybetmeye gerek yok. Zaten benim işim, Gedhilfe'yi yeniden inşa etmek, her önüne geleni didik didik etmek değil." Friks, Thrao'nun bu sözleri üzerine daha da keyiflenerek "İşte bu! Kral Thrao be! Beton yetmez beton! Bir de içki yasalarını biraz daha hafifletirsek..." diyor, göz kırparak. "Sonuçta sen artık burada kuralları koyan adamsın. Herkese, kimin patron olduğunu göstermek senin elinde." Mavi, bu diyaloğu izlerken gülümseyerek "İyi ki varsın kardeşim, sen olmasan kim taşak geçecek ve ortamı sakinleştirecek?" diyor. "Ama Friks'in de dediği gibi, kral sensin, Thrao. Kuralları koymak da, gerektiğinde esnetmek de senin elinde. Biz sana güveniyoruz, ve senin liderliğinde Gedhilfe'nin yeniden yükseleceğine inanıyoruz." Thrao, bu destek dolu sözler karşısında daha da rahatlayarak "Teşekkür ederim, adaşım. Friks, senin taşak geçmelerin olmasa bu işin hiç tadı çıkmazdı zaten. Gedhilfe'yi yeniden inşa ederken, dostlarımın yanımda olduğunu bilmek bana güç veriyor. Kuralları doğru zamanda koyacağız, ama gerektiğinde de esneteceğiz. Bu ülkenin geleceğini birlikte şekillendireceğiz." diyor. Bir anda Thrao'nun yüzü düşüyor. "Annemle konuşmam gerekecek..." diyor ve gökyüzüne bakıyor. "Ailemizde görebileceğiniz en masum insan annem. Ne diyeceğim kadına? Onun çok şey bilmediğine eminim." Kısa bir sessizlik oluyor. "Neyse, bu benim kendi başıma çözmem gereken bir şey. Sağ olun çocuklar." diyor ve ceketini silkeledikten sonra cebinden bir telsiz çıkarıyor. "Üç kraliyet polisi gönderin, Bağ Köprüsü, acil. Bir de bizimkini yollayın." Gülümsüyor ve beklemeye başlıyor. Siz de dikkatinizi Pisan Higenadon ve etrafında gelişen olaylara çeviriyorsunuz.

Wændz: Deith'in cansız bedenine doğru ilerlerken adımlarının ağırlığını hissediyorsun. İçinde beliren o tuhaf karışım, bir yanda merak ve araştırma isteği, diğer yanda ise hissettiğin hüzün ve çaresizlik. Bay Zengin'in uyarıları hala kulaklarında yankılanıyor, ama içindeki bilim insanı, bu fırsatı kaçırmak istemiyor. Deith'in bedeni, gözlerinin önünde hareketsiz yatarken, onun hücrelerini anlamak, belki de bir çözüm bulmak istiyorsun. Eğilip bedenine dokunduğunda, ilk başta bir soğukluk hissi yayılıyor avuçlarına. Deith'in vücudu, yaşamdan tamamen kopmuş, hücreleri artık ölü. Atom enerjini kullanarak bu ölü hücreleri anlamaya çalışıyorsun, ama ne kadar denesen de, bir yanıt alamıyorsun. Hücrelerin içinde dolaşan enerjinin, tamamen sönmüş olduğunu hissediyorsun. Onları canlandırmak için atom enerjisini yönlendirmeye çalışıyorsun, ama bir tür boşluğa çarpıyormuş gibi, enerjin bedenin içindeki hiçbir şeye etki etmiyor. Sanki tüm hücreler, içlerindeki yaşam kıvılcımını kaybetmiş, ve senin gücünle bile geri getirilemeyecek bir hale gelmişler. Daha da odaklanıyorsun, parmaklarınla Deith'in tenine daha sıkı bir şekilde bastırıyorsun. Belki, belki bir şeyler değiştirebilirsin, diye düşünüyorsun. Enerjini hücrelerin içine yönlendiriyorsun, ama bu ölü dokunun, artık hiçbir tepki vermediğini fark ediyorsun. Her bir hücre, sanki karanlık bir boşluğa hapsedilmiş gibi, enerjini içine çekmeden emiyor. Denemelerin gittikçe daha da umutsuzlaşıyor, ama içindeki bu yenilgi duygusu sana daha fazla baskı yapıyor.

Bir an için, tüm çabalarının boşuna olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorsun. Deith'in bedeni artık sadece bir kabuk, içinde hiçbir yaşam izi kalmamış. Ne kadar güçlü olursan ol, bu noktada hiçbir şey yapamayacağını anlıyorsun. Elin, yavaşça Deith'in bedeninden geri çekiliyor, içindeki derin çaresizlik ve hayal kırıklığı hissiyle baş başa kalıyorsun. Tam o anda, yanında bir hareketlilik hissediyorsun. Mitga, sessizce yanına çökmüş, seni izliyor. Gözlerinde bir anlayış ve merak karışımı var. "Etkileyici bir güç, Wændz." diye başlıyor, sesi yumuşak ama dikkatli. "Ancak, Ten'i canlandırmaya çalıştığında ne kadar atom enerjisi harcayacağını hiç düşündün mü? Bu kadar büyük bir işlem, senin enerjini ne kadar zorlar, biliyor musun?" Mitga'nın bu sorusu seni bir an için duraksatıyor. Bay Zengin'in uyarıları tekrar zihninde yankılanıyor. Ten'i canlandırmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini biliyorsun, ama Mitga'nın bu doğrudan sorusu, seni daha da derin düşüncelere sürüklüyor. Mitga, senin yüzündeki ifadeyi gördükten sonra hafifçe gülümsüyor. "Bu arada, düzgünce tanışmadık sanırım." diyor, elini sana doğru uzatarak. "Ben Mitga. Mabi'nin klonuyum. Umarım uzun süreli bir tanışıklığımız olur. Sıkılmamanı sağlamak için elimden geleni yaparım." Sesi sıcak ve samimi, elini sıkmanı beklerken, gözlerinde bir tanışmanın verdiği o hoş gerginlik var. Bu durum, senin için yeni bir farkındalık anı oluyor. Mitga'nın varlığı, sana hem kendi gücünün sınırlarını hem de bu yeni dostluğun önemini hatırlatıyor. Bir an için, içinde hissettiğin karışık duyguların yerini, hafif bir rahatlama ve kabul duygusu alıyor. Etrafındaki insanlar, seninle aynı amaç için burada, ve bu yolculukta yalnız değilsin. Mitga'nın elini sıktığında, bu bağın güçleneceğini hissediyorsun.

Mitga’nın uzattığı eli sıkarken, o an içinde bir şeyler değişiyor. Güçlerini istemsizce devreye soktuğunu fark ediyorsun. Mitga’ya dokunduğun anda, onun yapısıyla ilgili bir şeyler öğrenmeye başlıyorsun. İçindeki enerji, sanki onun bedenini tarıyor, ve bir anda Mitga’nın yapısıyla ilgili detaylar zihnine akmaya başlıyor. Uranyum ve kalsiyum elementlerini kullandığını, bu elementlerin onun bedeninde nasıl bir araya geldiğini hissediyorsun. Mitga’nın vücudundaki atom enerjisi ise beklediğinden çok daha karmaşık ve düzensiz. Sanki içindeki enerji bir şekilde çarpışıyor, uyumlu bir akış bulmakta zorlanıyor. Bu düzensizlik, onun güçlerini ne kadar etkileyebilir, ne kadar güvende olduğunu sorgulamana neden oluyor. Mitga’nın elini bırakırken, öğrendiklerin zihninde yankılanıyor. Ona bu keşfini söyleyip söylememe konusunda tereddüt ediyorsun. Mitga, bu düzensizliğin farkında mı? Ya da bu durum onun için tehlikeli olabilir mi? İçindeki bilim insanı, onu uyarman gerektiğini söylüyor, ama aynı zamanda, bu bilgiyi paylaşmanın nasıl bir etkisi olacağını kestiremiyorsun. Mitga, senin elini sıkarken farkında değilmiş gibi görünüyor, yüzünde hala sıcak bir gülümseme var. Onunla bu keşfi paylaşmadan önce bir an daha düşünüyorsun. Eğer şimdi bir şey söylemezsen, belki de ileride bu bilgi çok daha önemli hale gelebilir. Ama şimdilik, bu yükü tek başına taşıyıp taşımamaya karar vermen gerekiyor.

Mabi: Thrao'nun kraliyet polisleri köprüye vardığında, aniden bir huzursuzluk hissiyle başını onlara doğru çeviriyorsun. Polislerin arasında düzenli bir şekilde yürüyen figürlere göz gezdirirken, en arkalarda birinin dikkatini çektiğini fark ediyorsun. Birkaç adım daha yaklaştığında, bu kişinin diğerlerinden farklı olduğunu fark ediyorsun. Figürün silueti ve duruşu tanıdık geliyor, ama zihnin bir süreliğine bu görüntüyü anlamlandırmakta zorlanıyor. Gözlerini kısarak daha dikkatli bakıyorsun ve bir anda gerçeği fark ediyorsun: Bu, Frip. Frip’i burada görmek, seni sarsıyor. Bir an için her şey bulanıklaşıyor, dünya senin etrafında dönüyor gibi hissediyorsun. Şok dalgası vücuduna yayılıyor, zihnin bu anı kavramaya çalışırken kalbin hızla atmaya başlıyor. Frip’in burada olması… Bu, hiç beklemediğin bir durum. Onun neden burada olduğunu, nasıl bu kraliyet polislerinin arasında olduğunu anlamaya çalışıyorsun, ama her şey bir an için çok fazla geliyor. Tam bu anın ağırlığıyla mücadele ederken, Thrao’nun elinin omzuna dokunduğunu hissediyorsun. Onun bu basit hareketi, seni biraz olsun gerçek dünyaya geri getiriyor. "Bol şans kanka." diye fısıldıyor Thrao, sesi hem destekleyici hem de anlayışlı. Ardından, seni ve Frip’i yalnız bırakarak geri çekiliyor, kraliyet polislerinin arasına karışıyor. Thomas da bu anın hassasiyetini fark ederek, aradan sıvışıp Pisan ve diğerlerinin yanına gitmek için fırsatı değerlendiriyor. Frip, adımlarını sana doğru yavaşça atarken, kalbin hala hızlıca çarpıyor. Onun duruşunda ve yüz ifadesinde alışkın olduğun soğukluk var. Gözleri, sanki seni bir kez daha tartıyor, eski bir düşmanı gözler gibi bakıyor sana. Frip, sonunda tam karşında durduğunda, birkaç saniyeliğine gözlerini senden ayırmadan, yüzünde hiçbir duygu belirtisi göstermeden duruyor.

Sonunda, sesi titremeyen, keskin ve soğuk bir tonla konuşmaya başlıyor. "İyi misin? Yaralandın mı?" Sorusunun altında bir şeyler gizli, ama bunu anlamak senin için zor. Sanki her kelimeyi seçerek, isteksizce söylüyor, ve bu durum seni daha da huzursuz ediyor. Onun soğuk ve tripli tavrını hissediyorsun, ama içinde beliren duyguları bir an için anlamlandıramıyorsun. Bu, senin için başka bir sınav gibi. Frip’in bu sorusu, onunla olan geçmişinizin ağırlığını ve karmaşıklığını yeniden yüzeye çıkarıyor. Bir saniyeliğine arkana bakıyorsun ve neredeyse herkesin sizi izlediğini fark ediyorsun. Yoksa Kudretli Ayı bir geri dönüş mü yapacak? Her şey bir sonraki Ingenium turunda, sizlerle, Ingenium TV'de!

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#18
Kulaklarım, bir ton kıkırdama, bir ton konuşmayı zihnime aktarmaya çalışsa da, pek oralı değildim. Aklımın tam olarak nerede olduğundan, zihnimin neden bu kadar bulanıklaştığından emin değildim. Belki de bunca zaman sonra en büyük düşmanlarımızdan birinden kurtulmuş olmak içimi rahatlatmıştı, ancak bu rahatlıkla nereye varacağımdan emin değildim. Thrao'nun bir kral olmuş olmasının geleceğe nasıl etki edeceğini görmek, izlemek içimi rahatlatmayan tek şeydi belki de. Ne yapacağından emin değildim, nasıl biri olduğunu tam olarak bilmiyordum. Yine de, derin bir nefes aldım. Her şeyin bitmiş olmasının verdiği tüm yükü atmak için, bu nefesi öyle bir dışarı verdim ki, belki de kendimi bile uçurabilirdim. Şimdi nasıl bir adım atmalıydık, bu Dünyalı insanları ne yapacaktık, Max'in ekibi ne olacaktı sorularını göz ardı etmek istiyordum bir süre. Üstelik ekibimin de burnu boktan yeni çıkmışken, onları tekrardan bir sıkıntının içine çekmek istemiyordum. Herkes biraz rahatlamayı, biraz nefeslenmeyi hak ediyordu.

Ancak benim rahatlığım, sanırım Thrao'nun çağırdığı polislerin köprüye varmasıyla sona eriyordu. Polislerin arasında yürüyen figürlere, sanki içime doğmuşçasına göz gezdirirken, bir kişi fazlasıyla dikkatimi çekti. Duruşu, silüeti o kadar tanıdık geliyordu ki, kim olduğunu çıkarabilmek için gözlerimi kısarak bakmıştım. Ancak gözlerim ve zihnim arasındaki bağlantı kesilmiş gibi, birkaç saniye daha onun kim olduğunu anlamakta zorlandım. Frip, karşımda canlı kanlı duruyor ve üstelik kraliyet polisi olarak görev alıyordu. Kalbimin atış hızına yetişememek, ilk defa başıma gelmese de şuan yaşanan o kadar şiddetliydi ki, bundan kurtulmak için kalbimi söküp atabilirdim. Ruhuma vurulmuş bir zincir gibi acıyordu canım. Aklıma bin bir türlü soru akın ediyordu, neden buradaydı, neden kraliyet polislerinin arasındaydı? Hiçbirinin cevabını veremediğim gibi, soruların hızına yetişmek dahi pek mümkün olmuyordu.

Donup kalmıştım olduğum yerde. Ne yapmam gerektiğini, ne yapacağımı bilmiyordum. Onca riskli olayın içinden sıyrılmış, insanları öldürürken gözünü bile kırpmamış ben, bir kadına yenilmiştim. Ruhumla, bedenimle, kişiliğimle, tüm benliğimle yenilmiştim ona. Belki de hayatımda yaşadığım en mutlu yenilgiydi. Elimi uzatmak istesem de vücudumun kaskatı kesilişi, sanki onun ruhuna dokunmak istermişçesine uzandığını hissettiğim o varlıksız elim, her şey üst üste binip beni tüm gerçeklikten koparıyordu. Bunca zaman, sanki Frip'i değil de kendimi terk etmişim gibi hissediyordum. Ben, arkamda kendimi bırakmıştım, hem de onun iyiliğine olduğunu düşünerek. Bu ağırlığın altında fiziksel olarak olmasa da, ruhumun ezildiğini hissediyordum.

Thrao'nun omzuma dokunması ve kulağıma fısıldamasıyla bir nebze olsun kendime gelme fırsatını bulmuştum. Sanırım olanlardan haberdar olmuştu. Belki de kuzeni olduğu için, ona anlatma gereği duymuş olabilirdi, ya da kraliyet polisi olabilmek için. Her neyse, bu durumu çok sorgulayamadan tekrardan gözlerim Frip'in gözlerine daldı. Kızıl saçlarının arasındaki mavilikte gökyüzünü izlediğimi hissediyordum. Gözleri, bu gökyüzünün en güzel ışıldayan yıldızlarıydı adeta. Bir gülüşü, bu yıldızların arasında tüm güzelliğiyle ışığını saçan bir ay gibiydi. O tanıdığım gözlerin bana düşmanı gözler gibi bakması, kalbime saplanan bir bıçaktı. Şimdiye kadar hiç deneyimlemediğim kadar derin bir yaraydı. Onda fark ettiğim her bir detayın, kalbimin şeklini oluşturduğunu fark ettim. Keskin ve soğuk bir tonda konuşmaya başladığındaysa, arkamda sadece Mabi'yi değil, aynı zamanda kalbimin şeklini de kaybetmiştim.

Sorusunun altında bir şeyleri gizlediğini fark edebiliyordum, ancak anlamlandıramıyordum. Vücudumun daha fazla ayakta durmakta zorlandığını hissedebiliyordum. Neredeyse herkes bizi izliyorken, onu kaybetmek istemediğim konusunda emindim. Gözlerimi, eskiden izlediğim o gözlere bıraktım. Sorusuna vereceğim cevabın ne olması gerektiğini bilmiyordum.

İyi miyim? Değilim.

Yaralandın mı? Evet. Ruhumun ve kalbimin yaralandığını biliyorum. Ama gösteremem. Görmek zorundasın.

Zangır zangır titreyen bacaklarımın, daha fazla dayanmak istemediğinin farkındaydım. Sol bacağımı serbest bırakıp, Frip'in önünde sol dizimin üstüne düştüm. Elimle yerden biraz destek aldıktan sonra, sağ ayağımı yerde tutarak destek aldım. Hayatımda aldığım en güzel yenilginin kazananına diz çöküyordum. Hiçbir utancım, hiçbir pişmanlığım yoktu. Ona yenilgimi açıklamak istiyordum. Nasıl yapacağımı bilmesem de, onunla son bir kez konuşmam gerektiğini düşünüyordum. Belki de son konuşmamız, belki de yeni hayatımızın ilk konuşması olurdu.

"Sana geçmişte yaşattığım endişeler için özür dilerim." Diyerek başladı ağzımdan çıkan cümleler. Bir özrü hak ettiğini düşünüyordum. "Rüyamda seni görsem, ölmeyi dilerdim, senin kollarında orada yaşamak için. Karanlıkta seni görsem, kör olmayı dilerdim, seninle kollarında orada yaşamak için. Gözlerinde yıldızları gördüğümde, gökyüzünde yaşamak istedim, senin kollarında yaşamak için. Şimdiyse karşımdasın, yaşamımı sana adamak isterim, senin kollarında yaşamak için." Ellerimin boş olduğunun farkında olsam da, sol elimi küçük bir kutu tutar gibi Frip'e uzattım. Sağ elimle bu hayali kutunun kapağını açtım. "Benimle, minik Frip Frip ve Mabi Mabi'lerin olduğu bir yaşama adım atmak ister misin? Benimle evlenir misin?" Gözlerimi Frip'in gözlerine diktim ciddiyetimi göstermek için. Eğer kabul ederse, buradan kalkıp hemen ona bir yüzük alacak ve hiç geciktirmeden evleneceğim.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#19
Thrao zorlukla konuşmaya başlayabilmişti. Hala üst üste gelen olayların şokunda gibiydi. Zihni tüm bu durumu analiz etmeye çalışırken Livei'nin ona olan desteğinden manevi bir güç almış gibi görünüyordu. Onları hayal kırıklığına uğratmayacağını, sorumluluk sahibi bir kral olacağını, babasının hatalarını tekrarlamayacağını, Gedhilfe'yi özgürlük ve umut dolu bir geleceğin beklediğini söylemişti. Bakışlarında yavaş yavaş sorumluluktan gelen ciddiyet ve kararlılık okunuyordu. İnsanlara adaletle hükmedeceğini, insanlarını güvende tutacağını ve ihtiyaçlarını karşılayacağını, Deinzei halkına da hak ettikleri hayatı sunacağını söylemişti. Livei rahatlayarak gülümsedi. Thrao'ya yaklaşıp sırtına dostane ve güven verici bir şekilde pat pat vurdu. "Arkandayız kral!" Livei'nin gözleri, Thrao'nun son sözleri ile hafifçe doldu. Gedhilfe'yi yeniden inşa edeceği bu günlerde dostlarının da onunla olmasını talep ediyordu. Livei dolu dolu gözlerle gülümsedi. "Onur duyarım." Bu duygusallık uzun zamandır uğruna mücadele ettiği bir şeyi başarmaktan gelen keyif ve rahatlık hissindendi. Tüm bu Dünya olaylarından da önce, Livei hayatını Deinzei halkının haklarını alabilmesi uğruna harcayacağına dair kendine yemin etmişti. Polislik kariyerini ve ailesinin ideallerini bu uğurda tehlikeye atmıştı. Bok ona bu kararı ve duruşu sayesinde aşık olmuştu. Tüm bu dostlarını bu yolda kazanmıştı. Mavi'nin Kızıl Kan Cemiyeti tarafından kaçırıldığı gün gözlerinden düşen yaşları hala bugün gibi hatırlıyordu. Kendine bir yemin etmişti. Patronları Lujein'e bir söz vermişti. Bu insanlara hak ettikleri hayatı yaşatacaktı. Onlar hala buradayken, hala hayattayken onlara özgürlüklerini geri verecekti. Gedhilfe Kralı ile ne olursa olsun mücadele edecekti. Başarmıştı da. En büyük ve ilk amacını, onu Livei yapan görevini tamamlamıştı. Bunun huzuruyla göz yaşlarını çaktırmadan koluna sildi.

Hemen arkalarında biten Friks, her zamanki şen şakrak tavırlarıyla ortamın ciddiyetini almıştı. Kraldan, üzerindeki arama emrini kaldırmasını rica etmiş, bununla da yetinmeyip içki yasaları konusunda pazarlık etmeye girişmişti. Livei şen bir kahkaha attı. Friks'in en çok bu yönünü seviyordu. En umutsuz kaldıkları anlarda dahi bir şekilde neşe katıyordu. Mavi de bunu dile getirmişti anında. "Artık Deinzei Özgürlük Hareketi'ne ihtiyacınız kalmadı. Kendinizle gurur duymalısınız. Başardık!" dedi neşeli bir şekilde ikisine dönerek. "Bu mutlu haberi diğerlerine de duyurmalıyız. Aslında biraz dinlenmeye ve rahatlamaya hepimizin ihtiyacı var." Thrao bu durumla ilgili annesiyle konuşması gerektiğini söylemişti. "Livei Hanıma benden selam söyle Thrao. Hatırlar mı beni bilmem ama çok kısa bir tanışıklığımız olmuştu. İnanılmaz kibar bir hanımefendi kendisi. Eminim ne kadar zor bir karar verdiğini anlayınca seninle gurur duyacaktır." Adaşı olan Kraliçe ile çıktığı ilk görevde tanışmıştı. O zamanlar Deith de sevilen ve sayılan bir kraldı. Her şey ne kadar da hızlı değişmişti. Şimdi onun ölüsüne bakıyor ve üzerine tükürmemek için kendini zor tutuyordu.

Thrao kraliyet polislerini çağırdıktan sonra Livei ilgisini Pisan ve Wændz'in tarafına yöneltti. Ten'in diriltilmesi ile ilgili olarak neler döndüğünü merak ediyordu. Wændz pek anlam ifade etmeyen bir şeyler söylemişti. Birisini öldürmesi gerektiğini, bu kararı vermeye hakkı olmadığını dile getirmişti. Daha sonra Deith Ozæf'in ölü bedeninin yanına giderek onu incelemeye başlamıştı. Mitga ile konuşuyorlardı. Livei onların bu prosedürün çok fazla atom enerjisi harcayacağı ile ilgili konuşmalarına kulak misafiri olunca taşları yerine oturttu. "Bu onun ölümüne mi sebep olur?" dedi endişeyle Mitga'nın yanına giderek. Bu sorusuna cevap beklemeden Pisan'a yöneldi. Biliyordu. İmparator oğlu için kendi canını öne sürecekti. O bir babaydı sonuçta. "Buna hiç gerek yok." dedi lafa nasıl girmesi gerektiğinden emin olamayarak. "Bir başkasının Ten yerine ölmesine gerek yok. Oğlunuz olduğunun ve sizin için ne kadar kıymetli olduğunun farkındayım. Ne kadar acı verici olduğunu da tahmin edebiliyorum. Ama bir başka canı onunla takas etmek bana doğru gelmiyor. Başka yolu olmalı. Belki başka bir yolu bulunabilir." dedi kendine çok da güvenmeyen bir ses tonuyla. Başka bir yolu var mıydı en ufak bir fikri dahi yoktu.

O esnada arka plandan gelen seslerle dikkati dağıldı. Önemli bir olayı kaçırıyor gibiydi. Thrao'nun çağırdığı kraliyet polislerinin arasında kuzeni Frip'in de olduğunu fark etti. Frip ile Mabi, aralarındaki olaylı ayrılıktan sonra ilk kez bir araya geliyorlardı. Livei büyük bir heyecanla olacakları seyretmeye başladı. Başkalarının aşk hayatına burnunu sokmayı pek münasip görmese de dostu Mabi için önemli olduğunu bildiği bu olayı kaçıramazdı. Mabi her ne kadar her ikisinin de iyiliği için ondan ayrılmış olsa da bu ayrılığın ona çok acı verdiği belliydi. Frip de belli etmese de kendini Mabi'nin kollarına atmamak için zor duruyor gibiydi. Kalbi kırıldığı ve bir anda terk edildiği için soğuk davranıyordu Mabi'ye. Tam o anda Livei, Mabi'nin tek dizinin üstüne çöktüğünü fark etti. Konuşmaları duyabilmek için biraz daha yaklaştı. Mabi özür dileyerek başlamıştı. Sonrasında ise "seni seviyorum" demeden dünyanın en tatlı "seni seviyorum" konuşmasını yapmıştı ona. Livei yüzündeki tebessümün kocaman bir gülümsemeye evrildiğini hissetti. Mabi cebinden hayali bir yüzük çıkarıp Frip'e evlenme teklif etmişti! Frip kabul ederse Mabi ve Thrao kayınbirader olacaklardı! Mabi, Gedhilfe kraliyetinden olacaktı! Bu çok heyecan vericiydi. Livei anın heyecanı ve coşkusuyla alkış tutup ıslık atmaya başladı. "EVET DE! EVET DE! EVET DE!" Frip'in ne tepki vereceğini izlemeye devam ederken yavaşça geri çekilip ikisine özel bir an tanımaya karar verdi. Deith Ozæf'i öldürdükten hemen sonra, savaş alanının ortasında ona evlenme teklif etmiş olması garip bir şekilde romantikti. Alışılagelen bir romantizm değildi elbet ancak verdiği sembolik mesaj yeterliydi. "Artık güvendeyiz, başardım, senin için başardım, hepsi senin içindi" demenin bir yoluydu. Livei, Mabi ile gurur duyuyordu. Romantik ortamın tesiri altında kalarak kalabalıkta gözleriyle Bok'u aradı. Onu bulduğunda kimseye çaktırmadan yanına geçti ve ellerini onunkilerle kenetledi. "Bana benimle gurur duyduğunu söylediğin zamanı hatırlıyor musun? Satıcı abinin düğününden hemen sonra, oteldeyken." dedi fısıldar gibi bir ses tonuyla başka kimsenin duymasını istemediğini belli ederek. "Deinzeileri savunmak için kendimi riske attığımı öğrendiğinde, kendi rahatımı değil onları seçtiğim için gurur duyduğunu söylemiştin benimle. Bana neden aşık olduğunu daha iyi anladığını söylemiştin. Sonuna kadar yanımda olacağını söylemiştin." Gözleri yeniden dolmaya başlarken zorlukla yutkundu. "Bunca zaman, senin o sözcüklerine tutunarak hayatta kaldım ve ilerlemeye devam edebildim. Sen yokken bile gözlerimi kapatıp o sahneleri yeniden ve yeniden yaşadım tekrar umut bulabilmek için. Ve şimdi ben... Artık bunu söyleyebilirim. Ben başardım Bok. Biz başardık. Hep sana bunu söylemek istemiştim. Biz başardık. Başardık. Artık ben de kendimle gurur duyabilirim."
Image
► Show Spoiler

Re: [Ana Kurgu] Köprü

#20
Deith’in hücrelerini anlamak için dokunuyordum. Başta hissettiğim şey yalnızca soğukluktan ibaret oluyordu ama çabalamaya devam ediyordum. Enerjimi kullanarak işlemi tekrar etmeye çalışsam da yaydığım enerji bedenindeki hiçbir şeye etki etmiyordu. Ancak pes etmiyor ve daha sıkı bastırarak yeniden deniyordum. Bir şeylerin değişebileceğine olan inancımı kaybetmemeye çalışsam da olan tek şey yaydığım enerjinin emilip geriye bir sonuç döndürmemesi oluyordu.

Ne yazık ki bir sonuca varamamıştım bu şekilde. Cesedin karşısında yorgun bir nefes verebildim sadece. Elimi yavaşça üzerinden çektiğimde kendimi bunalıma sokmak üzereyken hissettiğim hareketliliğe dönmüştüm. Mabi Mabi’nin ikizi yanıma gelmişti. Yanıma çökmüş olsa da hala devasa duran bedenine karşı yanıma gelene kadar varlığını fark edememiş olmama şaşırmıştım. Gücümün etkileyici olduğunu söylemişti. Bir cevap veya tepki veremedim. Ardından ne kadar enerji harcanması gerektiğini hesapladım mı diye sordu. Ölüme götürebilecek kadar büyük bir enerji olduğunu Bay Zengin’den öğrenmiştim. Ama hiç denemeden öylece geri dönersem de hiçbir şey yapmamış olmanın pişmanlığını yaşayacağımdan emindim. O yüzden çabalamıştım ama olmamıştı…

Livei’nin gelip sözlerime karşı olayı anlayıp verdiği cevapla üzerimden bir sorumluluk kalkmış gibi hissediyordum. Bir başka yolu olmalı dediğinde az önce yaşadığım umutsuzlukla onu destekleyebilecek bir adım atmaya çekinmiştim. Ancak belki Ten için başaramayacak olsam da bunun yolunu bulacağıma olan inancımı kaybetmemiştim. Belki dediğim gibi Ten iyi korunursa bunu başarabilirdim ancak bu nasıl olabilirdi, orasını bilemiyordum.

Ben bu başarısızlık düşünceleri içinde kaybolmaya başlamışken düzgünce tanışamadığımızı söyleyince bir anda bakışlarım canlanmıştı. Elini uzatıp adının Mitga olduğunu söylemiş ardından Mabi’nin klonu olduğunu eklemişti. Bir an bakışlarım uzay boşluğuna gitmiş ve ne dediğini anlamlandırmaya çalışmıştım. Ancak uzun süreli tanışıklık isteği ve sıkılmamam için elinden geleni yapacağını söylemesi beni uzay boşluğundan hemen geri getiriyordu. Bu kadar kısa sürede bu kadar şaşırtıcı cümleleri giriş cümlelerinde kurmuş olması hem garip hem de komik gelmiş ve yüzümde bir gülümseme belirmişti. Elimi sıkmamı bekliyorken gözlerindeki gerginliği görebiliyordum. Elimi eline götürürken “Memnun oldum Mitga, çok naziksin” diyordum. Devamında bir iki cümle daha kurma hazırlığı yapıyor olsam da içimde bir şeyler değişmişti. İçimdeki enerji sanki bedenini tarıyor ve Mitga’nın yapısıyla ilgili detayları zihnime aktarıyor gibiydi. Uranyum ve kalsiyum elementleri kullandığını hissediyordum. Enerjisi beklediğimden karmaşık ve düzensizdi. Uyum sorunu yaşıyor gibiydi. Bu durum bu şekilde devam ederse bir sorun yaratır mı emin değildim. Araştırılması gerekiyordu. Ancak daha da önemlisi Mitga’nın bundan haberi var mıydı?

Gözlerindeki pozitif enerjiye karşı onu endişelendirmek istemiyordum ancak bunu bilmesi gerekiyordu. O yüzden konuşmaya başlayacakken diğer tarafta bir hareketlilik görmüştüm. Mabi oradaydı ve diz çökmüştü. Mitga’nın elini bırakıp yanında durmuş neler olduğunu çözmeye çalışıyorken bir anda gelen evlilik teklifini duyduğumda “İnanılmaz!” demiştim heyecanla. Livei çok daha fazla coşmuş ve kendini kaptırıp evet demesi için baskılamaya başlamıştı. Kaotik ortamda böylesine bir olayın gerçekleşmesine ne denebilirdi ki? Ne olacağına yönelik kendimi iyice kaptırmadan Mitga’ya kafamı göklere kaldırıp “Vücudunda ufak bir farklılık hissettim. Uygun bir zaman rahmetli Max’ın tesisinde bir kontrol edelim olur mu?” diyebilmiştim küçük bir meseleden bahseder gibi. Böyle bir ortamda durduk yere karmaşa çıkarmayı istememiştim. Onu dinledikten yeni kralımız Thrao’yu bulmalıydım. Ondan teknolojik destek sözü almam gerekiyordu. Belki Gedhilfe’de bir araştırma tesisinde yetkin olmalıydım bilemiyordum ancak potansiyelimi arttırmam için her türlü desteğe razıydım.
► Show Spoiler
Locked

Return to “New Marigold”

cron