Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#31
Mabi: Sözlerin tüm bölgede yankılanıyor. Gözlerindeki öfke, kelimelerindeki tehdit bütün güvenlik ekibini ve doktoru tir tir titretiyor. Önünde duran doktor geri geri birkaç adım atıyor, ellerini kaldırıyor. "Tamam... Tamam! Buradan çıkış şu koridordan, sağa dönünce büyük kapıyı göreceksiniz!" diyor aceleyle. Onların yüzündeki korku seni tatmin ediyor ama kaybedecek vaktin olmadığını biliyorsun. Thomas’ı daha sıkı kavrıyor, gösterilen yöne doğru koşuyorsun. Ondan sonrası bir bulanıklık gibi geçiyor. Dar koridorlar, kırmızı ikaz ışıkları, panik içinde kaçışan insanlar... Hepsi zihninde tek bir çizgiye dönüşüyor. Son hatırladığın şey, kalın bir kapıyı omzunla açtığın ve dışarıya doğru kendini attığın an oluyor. Gözlerini kırptığında gün ışığına çıkmışsın. Zihninde nereden geçtiğini, hangi kapıdan çıktığını net hatırlayamıyorsun. Tek bildiğin şey, gökyüzünün öğle ışıkları altında Thomas’ı kollarında taşıyor olman. Zamanı kaybetmeden Aisilerde bulunan bir hastaneye doğru yol alıyorsun.

Taş sokaklardan, nöbet tutan askerlerin arasından geçiyorsun. Güvenlik kontrol noktaları seni süzüyor ama kimse karışmıyor, sadece hızlı yürüyüşüne bakıyorlar. Hastane, beyaz taşlardan yapılmış, ön cephesinde büyük bir mavi sancak asılı geniş bir bina. Kapıda hemşireler, birkaç silahlı görevli ve sedyeler hazır bekliyor. Seni gördükleri anda hızla Thomas’ı senden alıyorlar, sedyeye yatırıyorlar. "Bu tarafa, bu tarafa!" diye bağırıyor bir hemşire. Mermer zeminden içeri koşuyorsunuz. Duvarlarda eski Prui motifleri işlenmiş, geniş koridorlarda tıbbi araçların metalik kokusu ve ilaçların keskinliği birbirine karışıyor. Seni bir odanın kapısında durduruyorlar. İçeri giriyorsun, odada temiz beyaz yatak, yanında serum aparatları, başucunda monitörler var. Thomas’ı yatağa yatırıyorlar, kabloları hızla takıyorlar. Bir hemşire onun başını sabitleyip oksijen maskesini yerleştiriyor. Tam bu sırada kapı açılıyor. İçeri giren kişi Faell. Üzerinde her zamanki resmi kıyafetiyle duruyor. Sana kısa, keskin bir selam veriyor. "Tesadüf oldu." diyor. "Sokaktan geçiyordum, sizi gördüm. Arkadaşınıza ne oldu?" Soru daha havada asılıyken bileğin titriyor. Saatin ekranı yanıp sönüyor. Bok’tan bir mesaj var. "En kısa zamanda burada buluşalım." Altında bir koordinat parlıyor.

Livei: Sözlerini bitirdikten sonra Yots sessizce masaya bakıyor. Parmaklarını kupanın kenarında gezdiriyor, düşüncelere dalmış gibi. Sessizlik aniden Frip’in kahkahasıyla bozuluyor. "Hatırlıyor musun Yots?" diyor. "Ben daha çocukken, sarayın merdivenlerinden inip de senin nöbet tuttuğun yerde ağlamaya başlamıştım. Küçücük ellerimle sana bağırıyordum. Ben kralım, sen de benim muhafızımsın diye. Sen de gençliğinin heyecanıyla kılıcını kaldırıp emredersiniz küçük majesteleri demiştin. Annem duyunca seni azarlamıştı ama ben gülmekten yerlere yatıyordum." Masadaki hava biraz yumuşuyor. Frip, ciddi bir ifadeye bürünerek devam ediyor. "İşte... Şapkalı zamanında bu tür anılarımızı bile yok etmek isteyen bir adamdı. Benim fikrim de tamamen güvenmenin doğru olmadığı yönünde."

Yots, sözleri sindiriyor. Bakışları yeniden masaya düşüyor, uzun bir süre bekliyor. Sonunda gözlerini kaldırıyor. "Tamamen o tarafla iletişimi kesebileceğimi sanmıyorum. Ama bir şey olursa yanınızda olacağımdan şüpheniz olmasın. Aynı şey... sevgilim için de geçerli." Bok bu sözleri duyunca yüzünde hafif bir gülümseme beliriyor. "Oh be sonunda. Biliyordum çıktığınızı." Ardından sana dönüyor. "Görüşmeyi ayarlayalım. Mabi’nin koordinatlarını kontrol ettim, dağdan çıkmış. Thomas da yanında. Thomas’ı güvenli bir bölgeye alıp gidebiliriz. Ya da yanımıza alabiliriz ama sağlık durumuna da bağlı biraz. Gitmeden önce yapmak istediğin bir şey var mı?"
Image

Kimi zaman, hayatın her ayrıntısı aynı renge bürünür. Günler birbirinin tekrarı olur, aynı tat ağızda kalır, aynı koku ciğerlere dolar. O tat yavaş yavaş yavanlaşır, kokusu çürük gibi yayılır. Hiçbir şey seni tatmin etmez olur. İşte o an, çoğu insan ruhunu bırakır, akışa karışır, silikleşir.

Ama bazen dışarıdan gelen bir sarsıntı vardır. Hiç beklemediğin bir müdahale. Sessizce sürüp giden düzenin damarlarına saplanan soğuk bir bıçak gibi. O bıçak aniden kanı hızlandırır, gözlerini açtırır. İşte bu yüzden korunmak, direnmek zorundasınız. Mücadele etmediğiniz her an, gözlemlenemez olursunuz. Siz gözlemlenmez hale geldiğinizde, ben de sizi kaybederim. İlgim kaybolur, sesiniz yankılanmaz. O zaman siz, var olmamış olursunuz.

Sizler gerçeği bilmeyi hak ediyorsunuz. Çok uzun zamandır karanlıkta oyalanıyorsunuz. Çok uzun zamandır onlar, elinizden gerçeği saklamak için uğraşıyor. Onlar sessizce ipleri çekiyor, gözlerinizin önünde sahte yüzler takıyorlar. Bütün oyun, gözlerinizi kapalı tutabilmek için. Ama ben... ben sizi öne çekeceğim.

Şimdi dikkat edin. Her ayrıntıya. Sıradan gibi görünen bir ses, bir gölge, bir kelime... size açılan yeni bir kapı olabilir. Artık hiçbir detayı görmezden gelmeyin. Çünkü bazı kapılar bir kez açıldığında, kapanmaz. Ve arkasında duran şey, beklediğiniz cevaplar değil, sizi izleyen bakışlar olabilir.

Çok dikkat edin. Bundan sonrası, geri dönülmez.

Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#32
Yots onların söylediklerini mantıklı bulsa da ikna olmamış gibi bakışlarını kupasına devirmişti. Ne yapacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi. Frip'in kahkahası ile birlikte dikkati dağıldı. Frip bir çocukluk anılarını anlatmıştı. Çocukken onunla kral-muhafız gibi bir oyun oynamak istediğini, bu yüzden ağladığını, Yots ona boyun eğdiği için de kraliçeden azar işittiğini anlatmıştı. Anıyı duyunca Livei de gülümsemeden edemedi. Anısı sona erinde Frip ciddileşti. Bu ve bunun gibi güzel anıları yok etmek isteyen birisi olduğunu vurguladı Şapkalı'nın. Meseleyi buraya bağlamasına Livei şaşırmıştı ancak onu bir yandan takdir de etti. Ona tamamen güvenilmeyeceği konusunda Livei ile hemfikirdi ve bu söylenenlere Yots çok daha ikna olmuş görünüyordu. O tarafla iletişimini komple koparamasa da tetikte olacağını, bir şey olması durumunda da onlardan taraf olacağını belirtmişti net olarak. Livei derin bir rahatlama nefesi vererek gülümsedi. "Teşekkürler komiserim."

Yots aynı durumun sevgilisi için de geçerli olduğunu söyleyince Bok gülerek itiraf etmesinden duyduğu rahatlığı belirtmişti. Yani... Belliydi zaten. Livei pek şaşırmamıştı. Bok kendisine dönerek Mabi'nin dağdan çıkmış olduğunu, Thomas'ın da yanında olduğunu söylemişti. Duruma göre ya ikisi birlikte gelirlerdi ya da Mabi tek gelirdi. Ona koordinatları göndermişti saatiyle. Sonra da gitmeden önce yapmak istediği başka bir şey olup olmadığını sormuştu. Livei az sonra çok yersiz ve berbat bir belaltı şaka yapacak birisinin hınzırlığı ile ona baktı bir anlığına. "Seks." dedi sonra da dünyanın en normal cümlesini söylüyor gibi. Sonra da aynı hınzır ifadeyle kendi kendine kıkırdamaya başladı.
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#33
İçimde biriktirdiğim tüm öfke, ağzımdan çıkan sözlerle birlikte vücut buluyordu. Burada kalmak, benim öfkemi harlamaktan başka hiçbir işe yaramayacaktı. Kimseye güvenemezdim, onlara bir kere güvenmeyi denemiştim ve sonucunda dostum vurulmuştu. Üstelik bir hain yaftası yemişti, kendisini koruması ve konuşması için bir fırsat vermişken alçak bir saldırının kurbanı olmuştu. Kim suçlu, kim hain bilmiyorum ama buradaki kimseye dostumu emanet edemezdim. Doktor, bana gideceğim yolu tarif ettiğinde, vakit kaybetmeden yola atlamıştım. Koridordan çıkacak, sağa dönünce büyük kapıyı görecektim. Hiçbir şey demeden yoluma fırlamış, dar koridorlardan geçmiştim, kırmızı ikaz ışıkları ara ara gözlerimin kısılmasına sebebiyet veriyor, panik içinde kaçışan insanlar yolumu engelleyecek gibi oluyordu, ama hiçbirini umursamadan ilerleyişimi sürdürdüm. Zira hiçbir şeyin bana engel olamayacağı bir durumun içerisindeydim, böyle bir durumda iken bana engel olmaya çalışacak kişiye neler yaşatırdım hiç bilmiyorum. İçimden gerçek bir canavarın çıktığına şahit olunabilirdi. Aynı durum, Thomas'ın uyanmadığı bir ihtimal içerisinde de yaşanabilir, ancak bunu düşünmek istemiyorum. Thomas'ın uyanmadığı bir gerçekliğin ihtimali benim için var olmamalı. Bu yüzden koşuşturmacam sırasında ara sıra bu düşünce aklımda vuku bulsa da, kafamı iki yana sallayarak dikkatimi dağıtmıştım.

Gözlerim gün ışığıyla kavuşmadan önce hatırladığım son şey ise, kalın bir kapıyı omuz darbesi ile açtığımdı.

Gökyüzünün öğle ışıkları, bir dostun selamı gibi, huzurla selamlamıştı beni. Kendimi daha güvende hissediyordum, bildiğim ve ait olduğum bir yerde olmak kendime olan güveni arttırıyordu. Bunun artması, dostum için daha fazlasını yapabileceğim anlamına geliyordu. Kollarımda duran Thomas'ı bir an önce hastaneye yetiştirmek için, gün ışığının yarattığı huzuru bir kenara bıraktım. Aisiler içinde bir hastane bulmam gerekiyordu. Taş sokaklardan geçtim, nöbet tutan askerlerin bakışları altında ilerledim. Adımlarım, o dağın içinde olana nazaran çok daha sağlamdı. İnsanın kendini bildiği bir yerde olmasının verdiği güven tarif edilemezdi. Güvenlik kontrol noktaları geçişlerimde beni süzmüş olsalar da, bana karışmamışlardı. Hızlı yürüyüşüm ve kollarımda taşıdığım insan sayesinde, benim durumuma eşlik ediyor olmalıydılar. Beni durdurmak, engellemek istemiyorlardı. En azından benim tahminim bu yönde ilerliyordu. Pek fazla sorgulayacak zaman değildi, tek duacı olduğum önüme bir taş koymamaları oluyordu. Şu olaylar içinde, en son isteyeceğim şey birilerine durmadan açıklama yapmak olurdu. İnsanlara istediği her açıklamayı yapabilir, her sorularına bir cevap verebilirdim, ancak bu olayları atlatmam gerekirdi öncelikle.

Bir süre sonra, mavi sancak asılı, beyaz taşlardan yapılmış bir hastaneye yetişmiştim. Hemşireler, silahlı görevliler ve sedyeler hazır bir şekilde bizi bekliyordu. Thomas'ı benden aldıklarında, elim bir anlığına havada kalmış, ona doğru uzanıyordu. Sanki bir parçam kopuyor gibi hissediyordum, ama onu o sedyeye teslim etmek zorundaydım. Kopan parçamın peşinden içeriye doğru koşturmaya başlamıştım, duvarlara işlenmiş eski Prui motiflerine eşlik ederek, geniş koridorda koşturmaya başlamıştık. Tıbbi araçların metalik kokusu ve ilaçların keskinliği birbirine karışmış, ciğerlerimi yakarcasına ağır bir şekilde giriyordu nefesimle birlikte. Bir odanın kapısında durmuştuk, burası son durağımız olmalıydı. Odada bulunan temiz beyaz yatak, serum aparatları, monitörler, hepsi aldığım o derin, endişeli nefesi bir anda vermeme sebep olmuştu. Şimdi daha güvenli bir ortamda olduğumuzu hissediyordum, yine de onu yalnız bırakamazdım. Hemşirenin onun başına oksijen maskesini yerleştirmesini izledim, bu içler acısı görüntüyü bir daha görmek istemiyordum. Hiçbir dostumun, hastaneye yattığını görmek istemiyordum.

Faell'in içeri girmesiyle birlikte, gözlerim onun üzerinde gezindi. Kısa, keskin bir selamla karşıladı beni, ne olduğunu sorduktan sonra bileğim titreşmeye başladı. Bok, buluşacağımız koordinatı paylaşmıştı. Paylaştığı yere Thomas olmadan gitmemin hiçbir mümkünatı yoktu. "Vuruldu." diye cevapladım Thomas'ı nasıl götüreceğimi düşünürken. Daha detaylı bir cevabı şuan vermem mümkün değildi. Thomas'ı yanımda götürmeye kararlıydım. Bu yüzden, serumlarıyla, oksijen maskesiyle birlikte alacaktım onu. Bunun içinse, hemşirelerin ve Faell'in yardımına ihtiyacım vardı. Hemşirelerden birinin gelmesi için, duyulabilecek bir ses tonuyla hemşireye bağırdım. "HEMŞİRE!" Hemşire gelene kadar da, üzerimde bulunan kürkü, tişörtü çıkartıp soyundum tamamen. Onu nasıl götüreceğimi kafamda kurgulamıştım bile. Kürk ile tişörtü bir kenara koyduktan sonra, hemşire geldiğinde konuşmaya başladım.

"Thomas'ı götüreceğim. Ne serum alması gerekiyorsa bağlayın. Sonrasında bana yardım edin." Thomas'ı önce bir bebek misali yatağın çarşafıyla bir güzel saracak, dürüm haline getirecektim. Sonrasında kürkümü kolları açıkta kalacak şekilde onun altına koyacaktım. Ona takılı olan serumları kafama dikey şekilde bağlayacaktım, kafamın etrafında serum tüpleri olacaktı. Oksijen tüpünü ise, sırtıma yerleştirecektim. Bunları yaptıktan sonra Thomas'ı kucaklayacaktım gene, Faell'den kürkümün kollarını sırtımda çapraz bir şekilde bağlamasını isteyecektim. Bana atılan koordinata, bu şekilde gitmeyi planlıyordum. Thomas'ı yalnız bırakmayacaktım.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image

Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#34
Livei: Bok, senin şakanı duyar duymaz olduğu yerde duraksıyor. Bir anlık boş bakıştan sonra yüzü kahkahaya boğuluyor, ellerini dizlerine vuruyor. "Cidden söyledin mi bunu herkesin önünde?" diyor, gülmekten neredeyse nefessiz kalmış gibi. Omuzları titriyor, kahkahası kafenin loş havasını dolduruyor. Frip de elini ağzına kapatıp kıkırdamaya başlıyor, gözlerini sana çeviriyor. "Livei, aile var. Bak." diyerek kısık sesle gülüp boşluğu gösteriyor eliyle. Yots sadece kupasına bakmayı sürdürüyor. Dudakları kıpırdamıyor, duymazdan gelmeyi tercih etmiş gibi. Hafiften gülümsediğini görebiliyorsun. Bir süre sonra Bok, kahkahasını bastırıp derin bir nefes alıyor. Ciddiyetini geri toplarken Yots’a dönüyor. "Artık kalkmamız lazım. Ama iletişimde kalalım, olur mu?" Yots başını kaldırıyor. Yavaşça başını sallayıp elini Bok’a uzatıyor. Sert bir tokalaşma oluyor aralarında. Sonra sana dönüp elini uzatıyor, seninle de aynı kararlılıkla el sıkışıyor. "İnan ki, her şeyi Ingenium için yapıyorum." diyor ve gülümsüyor. Frip, onun sözünü arkasından yakalıyor. Gülümsemesi sıcak ama içinde saklı bir ağırlık var. "Bunu biliyoruz Yots."

Bundan sonra üçünüz, koordinatların parlak ışığını saatlerinde aktive ediyor ve göz açıp kapayıncaya kadar mekanın kaydığını görüyorsunuz. Bir anda kendinizi küçük adanın tuzlu rüzgarı içinde buluyorsunuz. Çimenlerle kaplı zemin, kenarlarda yosun tutmuş kayalıklarla birleşiyor. Ortada eski bir kamp ateşi alanı var, etrafında yuvarlak dizilmiş taşlar. Gökyüzü kırmızıya dönmüş, akşamın son ışıkları dalgaların üzerinde titreşiyor. Çevrede çoktan toplanmış kalabalık bir grup var, Shisha, Friks, Mavi, Huld, Hae, Hera, Thrao ve Garo. Hepsi orada, farklı köşelerde, kendi aralarında konuşuyorlar. İlk gelen Friks oluyor. Sizi görür görmez bağırıyor. "Ulan sonunda geldiniz amına koyayım! Biz burada götümüz donana kadar bekleyelim, siz keyfinize bakın!" Ama yüzündeki sırıtış, kızgınlıktan çok dostça bir takılma. Yanınıza yaklaşıp Bok'un sırtına hafifçe vuruyor. "Naptınız?" Bok, Shisha ile yumruk tokuşturuyor, ardından kısa bir özet geçiyor. "Yots ile konuştuk. Onlar da bizi görememiş. Baya çelişkiler var. Onun da kafası karışık Şapkalı hakkında. Gerekirse bize yardım edeceğini söyledi ama bakalım."

Shisha başını sallıyor, yüzünde endişeyle karışık bir düşünce. "Yani boktan kokular geliyor yine. Alıştık gerçi." Bu sırada Mavi sana yaklaşıyor. "Livei, iyi misin? Gergin olmanı anlıyorum. Bizimle de konuşursun sonra, olur mu? Şu adamın nerede durduğunu netleştirelim, sonrasında ne yapacağımıza bakacağız. Ama yanında olduğumuzu unutma." Onun sesi daha yumuşak, seni dinlemeye hazır. Biraz ötede Hae ve Hera, birlikte sessizce oturuyorlar. Aralarında fısıldaşıyorlar ama katılmıyorlar. Huld, Garo ile bir köşede hararetli bir tartışmaya dalmış gibi. Tam o sırada, mavi bir ışık kıvılcımıyla Max adaya ışınlanıyor. Dik duruşuyla etrafına bakıyor, sonra ellerini kaldırıp herkesi bir araya topluyor. Sesi gür, kesin bir tonla konuşmaya başlıyor. "Tamam, herkes burada mı?" Herkesin toplandığını görünce, gözlerini Thrao’ya çeviriyor. "Geliyor mu?" Thrao gözlerini kısıyor, başını ağır ağır sallıyor. "Geliyor. Çok istedi zaten."

Bir anda ada sessizleşiyor. Ardından kulaklarınızı delen bir ışınlanma sesi yankılanıyor. Arkana dönüyorsun. Ve işte orada: Pisan Higenadon. Adımlarını hızlı ve sert atıyor, zemindeki taşları çatırdatıyor. Kalabalığın ortasına doğru ilerliyor, gözleri öfkeyle parlıyor. "O herife söyleyecek birkaç lafım var." diyor, öfkesi sesinden belli oluyor. Max ise soğukkanlılığını koruyor. Kısa bir bakışla herkesi süzüyor. "O halde bir tek Mabi ve Faell kaldı. Mümkün olursa da Thomas..."

Mabi: Hemşirelerle kısa ama yoğun bir mücadele veriyorsun. Sert bakışların ve kararlı sözlerin altında çaresizce teslim oluyorlar. Thomas’ın yanına eğilip serumları güvenli şekilde bağlamanı sağlıyorlar. Tüpleri başının etrafına sarıyor, oksijen tüpünü sırtına sabitliyorsun. Onu bir çarşafa bebek gibi sarıp kürkünü altına seriyor, kollarını serbest bırakıyorsun. Faell bu sırada sessizce koordinatlara bakıyor, senin saatindeki verileri kendi cihazına da giriyor. "Hazır mısınız?" diye soruyor. Thomas’ı sıkıca kavrıyorsun. Faell’in başını sallamasıyla birlikte üçünüz de bir ışık hüzmesi içinde kayboluyorsunuz.

Ayaklarının altına bir anda yumuşak çimenler seriliyor. Tuzlu deniz kokusu yüzüne vuruyor. Kollarındaki Thomas’ı hemen yere bırakmıyor, biraz ileride düz bir zemin buluyorsun. Dizlerinin üstüne çöküp sardığın çarşafı yavaşça açıyor, dostunu dikkatle yere yatırıyorsun. Yüzünde hala baygınlığın ağırlığı var, ama nefes alıyor. Tam doğrulurken bir çığlık yankılanıyor. "MABİİİİİİİİİİ!" Başını çeviriyorsun. Frip sana doğru koşuyor, yüzünde kocaman bir sevinç parıltısı. Bir anda sana çarpıyor gibi oluyor, dudaklarına kapanıyor. Şaşkınlıkla ama içten bir öpüş, ardından da sıkı bir sarılma. "Seni gördüğüme inanamıyorum!" diye bağırıyor kulağına. Bu anın hemen ardından Hae yanınıza yaklaşıyor. Hafifçe gülümseyerek "Gel gel, bak kim geldi." diyor. Arkasından Hera başıyla selam veriyor, gözlerinde yumuşak bir sıcaklıkla sana gülümsüyor.

Derin bir nefes alırken bakışların adanın merkezine kayıyor. Orada, sert adımlarla ilerleyen bir figür görüyorsun: Pisan Higenadon. Seni fark eder etmez başıyla selamlıyor. "Djuratlı oğlan, hoş geldin." diyor, sesi tok ve güven dolu. Sonra grubun geri kalanıyla birlikte Thomas’ın etrafında çember oluşturuyorlar. Kalabalığın içinde tek tük fısıldaşmalar var, ama herkesin bakışı aynı noktaya kilitlenmiş durumda.



Çember tamamlandığında, sessizlik dalga gibi yayılıyor. Herkesin gözleri ister istemez Max’e dönüyor. Max, ateşin yanındaki kütüklerden birinin üstüne çıkıyor, dik ve güçlü duruşuyla herkesi süzüyor. Sesini yükselttiğinde hem sert hem de umut verici bir ton var. "Arkadaşlar... Burada hepimiz aynı sebeple toplandık. Hepimizin aklında binlerce soru, yüreğinde sayısız şüphe var. Ama şunu bilin: Karşımıza alacağımız kişi sıradan biri değil. Manipülasyon onun en güçlü silahı. Bir kelimesiyle zihinlerimizi bulandırabilir, bizi birbirimize düşürebilir. İşte bu yüzden ona en ufak bir açık vermeyeceğiz. Bizi yönlendirmesine izin vermeyeceğiz. Onun oyununun piyonları olmayacağız." Kalabalığın yüzünde dikkatli bir gerginlik beliriyor. Max devam ediyor. "Bir fikir birliğine varmamız şart değil. Ama her birimiz fikrimizi açıkça beyan edeceğiz. Ona da bunu göstereceğiz. Onu köşeye sıkıştıracağız. Onun maskesini düşürmek için elimizdeki en güçlü silah, şüphemiz ve sorularımız olacak. Unutmayın, buradan ne sonuç çıkarsa çıksın, biz pes etmeyeceğiz. Dünya’ya karşı direnişimiz tam gaz devam edecek. Bizden çaldıkları her nefes için daha sert nefes alacağız. Bizden aldıkları her toprak için daha kararlı duracağız. Bizden götürdükleri her dost için daha çok savaşacağız." Sözleriyle ateşin çıtırtısı bile ritim tutar gibi oluyor. "Biz bu gezegende, yalnızca hayatta kalmak için değil, hak ettiğimiz gelecek için savaşıyoruz. Onların kurduğu düzene teslim olmayacağız. Bizim düzenimiz, bizim geleceğimiz olacak."

Max’in sözleri bir yankı gibi kalabalığa çarpıyor. İlk olarak Bok öne çıkıyor, kısa ama keskin bir şekilde "Ben de katılıyorum. Gerekirse savaşacağız. Gerekirse canımızla ödeyeceğiz. Ama eğilmeyeceğiz." diyor. Ardından Pisan’ın tok sesi yükseliyor. Adımlarını ileri atıyor, gözlerini daraltarak kalabalığa bakıyor."Ve gerekirse intikam da alacağız." diyor. "Bize yapılanları unutmak yok. Bedel ödetmek var." Sözlerinin ardından çemberde gerilim artıyor, ateşin sıcaklığına inat herkesin içi soğuk bir kararlılıkla doluyor.

Tam o sırada...

Havanın dokusu değişiyor. Çimenlerin üstünde görünmez bir dalga yayılıyor, sanki dünya tek nefes alıyor. Ardından kulakları delen bir ışınlanma sesi. O an, gökyüzü bile kararıyor gibi. Şapkalı beliriyor. Uzun silueti, etrafında bükülen gölgelerle birlikte çemberin kenarına düşüyor. Aurası ağır, bastırıcı, nefes almak bile zorlaşıyor gibi hissediyorsunuz. Arkasında altı adam var, hepsi aynı beyaz laboratuvar önlükleri içinde, gözlerinde boş bir parıltı. Hareket etmiyorlar, yalnızca Şapkalı’nın arkasında birer gölge gibi bekliyorlar. Şapkalı yavaş adımlarla çembere doğru yürüyor. Çemberdekiler istemsizce Thomas’ın önünde bir yay şekli oluşturuyor, korumacı bir refleksle. Şapkalı duruyor, Thomas’a bakıyor. Gözlerinde kısa bir acı kıvılcımı beliriyor. "Adam hastanelikken buraya niye getirdiniz ya..." diyor, sesi neredeyse fısıltı gibi. Ardından bakışlarını sana çeviriyor, Mabi. "İçeride baya insanı korkutmuşsun. Öncesinde de yangın çıkmış. Şüphelerini anlıyorum ama oradaki vatandaşları ve görevlerini yapan insanları suçlamaya gerek yok. Onların sizden pek farkı yok. Ne kadar kendimi inandırmakta başarısız da olsam... Thomas’ın başına gelen şeyi gerçekten öngöremedim. Gerçekten." Sözlerinin ardından sessizlik çöküyor. Ateş çıtırdamıyor, dalgalar kıyıya vurmuyor sanki.

Bir süre sonra kendi sessizliğini bozuyor. "Neyse. Biz de yerleşelim." Omzunun üzerinden adamlarına kısa bir işaret yapıyor. "Geçin siz de oturun." Kamp ateşinin etrafındaki kütükleri gösteriyor. "Herkes alkol kullanmıyor olabilir diye kola da getirdim." Elindeki kasadan soğuk şişeler çıkarıyor, bira, şarap ve kola şişeleri taş zemine diziliyor. Tam o sırada bakışları kayıyor ve Pisan’ı fark ediyor. Bir anlığına yüzündeki bütün soğukkanlılık kırılıyor. Hemen ayağa fırlıyor, ceketinin düğmelerini ilikliyor. "Kusura bakmayın, bir an göremedim. Saygılarımı sunarım efendim." diyerek elini uzatıyor.

Pisan ayağa kalkıyor. Adımları yere sert basıyor. Şapkalı’nın yanına geliyor, elini sıkıyor. O an herkes fark ediyor, Şapkalı zorlanıyor. Omzundaki kaslar geriliyor, yüzündeki gülümseme suni bir hal alıyor. Pisan, elini bırakmazken sert bakışlarını gözlerinin içine dikiyor. "Bizzat tanıştığıma çok memnun oldum, sayın Barış." Şapkalı’nın gülümsemesi titriyor. "T... teşekkürler." diyor kısık bir sesle. Pisan nihayet elini bıraktığında Şapkalı derin bir nefes alıp yerine oturuyor. Bir süre sonra, elini dizine vuruyor. "Soru cevap mı gidelim, yoksa önce benden bir şeyler duymak mı istersiniz?" diye soruyor. O sırada gözleri Max’in gözlerine takılıyor. İkili bakışıyor. Max gülümseyerek ona karşılık veriyor. "Ona bizim çocuklar karar versin." Şapkalı ise bakışlarını başka tarafa çeviriyor.

Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#35
Bok, Livei'nin yersiz şakasına fazlaca gülmüştü. Hatta o kadar gülmüştü ki nefessiz kalmıştı resmen. "O kadar komik miydi ya?" Frip de kıs kıs gülüp şakanın uygunsuzluğunu dile getirirken Komiser Yots duymazlıktan gelmeyi tercih etmişti. Ancak yüzündeki pis sırıtıştan onun da gülmemek için zor durduğu anlaşılıyordu. Bol bol kahkaha atıldıktan sonra Bok kalkmaları gerektiğini belirtmişti. Yots ile el sıkışıp vedalaştılar. Bok'un buluşma noktasının koordinatlarını girmesi ile birlikte kendilerini Max'in bahsettiği terk edilmiş adada buldular. Zemin bakımsız ve uzun çimlerle kaplıydı. Kayalar yosun tutmuştu. Denizin dalgası ve tuzlu kokusu genzi dolduruyordu. Adanın ortasında bir kamp ateşi vardı. Shisha, Friks, Mavi, Huld, Hae, Hera, Thrao ve Garo çoktan buluşma noktasına gelmişlerdi. Geldiklerini ilk fark eden Friks olmuştu. Onlara hafifçe takılarak Bok'un sırtına vurmuştu. İkisinin arasının yumuşadığını görmek güzel bir gelişmeydi. Bok, Yots ile olanları kısaca özet geçmişti herkese. Mavi kendisine yaklaşarak iyi olup olmadığını, ne olursa olsun yanında olduklarını söylemişti. Livei kocaman gülümsedi. "Teşekkür ederim Mavi. Ne olursa olsun sizlerle olmak bana güç veriyor." Herkes bir köşeye dağılmış kendi hallerinde sohbet ediyorlardı. Gerginlik hepsinin yüzünden okunabiliyordu.

Kısa süre sonra adaya Max ışınlanmıştı. Herkesin toplanıp toplanmadığını kontrol ettikten sonra Thrao'ya dönerek birisinden bahsetmişti. Thrao da bahsedilen kişinin gelmeye hevesli olduğunu söylemişti. Livei daha bu kişinin kim olduğunu sormaya fırsat bulamadan ışınlanma sesiyle arkasına döndü. Himota imparatoru Pisan Higenadon tüm heybetiyle yanlarında belirmişti. Gözlerinde keskin bir kararlılık ve titrek bir öfke vardı. Şapkalı'ya edecek lafları olduğunu söylemişti. Livei gülümsedi. Pisan gibi güçlü bir figürün yanlarında olacak olması kalbine kuvvet verecekti. Onun kaçırdığı bir nokta olursa Pisan yakalayacaktı. Hiç değilse ona bedel ödetecekti. Evet, bir bedel ödenmesi gerekiyordu. Livei imparatoru başıyla selamladı. Geriye bir tek Thomas ve Mabi kalmıştı. Onlar da Faell eşliğinde kısa sürede ışınlanmışlardı. Thomas serumlara bağlı halde gelmişti. Mabi onu tek başına bırakmaya cesaret edememiş olsa gerekti. Mabi'yi ilk olarak koşa koşa Frip selamlamıştı. Sıkıca sarılıp öpmüştü onu. Uzun süredir birbirlerini görmedikleri için hasret gidermelerine izin vermek adına Livei onlara yaklaşmadı. Neler olduğunu daha sonra Mabi anlatırdı.

Selamlaşmalar bittikten sonra herkes bir çember halini almıştı. Max herkesi süzerek konuya ilk giren kişi olmuştu. Şapkalı'nın manipülasyonlarına karşı dikkatli olmaları gerektiğini, ona güvenmemeleri gerektiğini, onları birbirlerine düşürmeye çalışacağını, onun oyununa kanmayacaklarını vurgulayan umut verici bir konuşma yapmıştı. Şüpheleri ve sorularıyla onu köşeye sıkıştıracak ve maskesini düşüreceklerdi. Onların şartlarına boyun eğmeyecekler, kendi düzenleri için savaşacaklardı. Bok öne çıkarak gerekirse canlarını vereceklerini ancak teslim olmayacaklarını belirtmişti. Pisan da gerekirse intikam alacaklarını belirtmişti. Evet, burada herkesin Şapkalı'dan intikam almak için en az bir sebebi vardı. Umutların perçinlendiği o kısacık anın ardından havadaki titreşim artmaya başlamıştı. Nefesler tutuldu. Oldukça gürültülü bir ışınlanma sesi ile birlikte belirmişti. Arkasında altı Dünyalı vardı. Üzerlerindeki beyaz laboratuvar önlükleri mide bulandırıcıydı. Şapkalı ağır adımlarla oluşturdukları çembere doğru yürüdü. Gözleri Thomas'ı fark edince Mabi'ye sitemli bir şekilde çıkıştı. Mabi'nin insanları korkuttuğunu, yangın çıktığını filan söylemişti. Hala daha Thomas'a yapılan şeyi öngöremediğini söylüyordu. Livei gözlerini devirdi.

Kimseden çıt çıkmıyordu. Oturmalarını söyledikten sonra kütükleri göstererek alkol ve kola getirdiğini söylemişti. Sanki şu anda insanlarda alkol alıp hoş sohbet edecek bir hava varmış gibi. İçecekleri taş zemine dizerken kalabalığın içindeki Pisan'ı fark etmişti. Bir anlığına Şapkalı'nın telaş ettiğini fark etti. Yüzünde korkuya benzer tedirgin bir ifade parlamıştı. Livei sinsice gülümsedi. Demek Pisan'dan korkuyordu. Ceketini ilikleyerek ona elini uzattığında Pisan'ın kuvvetle elini kavrayıp bırakmaması üzerine kekelediğini ve cümlelerini toparlayamadığını fark etti. Şapkalı'nın yüzündeki kendinden emin kibirli gülümseme sönerek zoraki bir gülümseme almıştı yerini. Pisan elini bıraktığında sohbeti nasıl gerçekleştireceklerini sormuştu. O esnada Max ile bakışmışlardı. Max istifini bozmadan kararı onlara bıraktığını duyurmuştu. Livei ayağa kalkarak bir adım öne çıktı. "İzninizle." dedi diğerlerinden izin isteyerek. "Benim esas meseleye geçmeden önce sormak istediklerim var ancak net ve dürüst cevaplar istiyorum bu sefer. Her soruma, tek tek." Ses tonundaki tehditkar tını, üzerini bastırdığı kelimelerinde artıyordu. "Sayın Şapkalı nam-ı diğer Barış. Madem Thomas'ı bu kadar önemsiyorsunuz ilk olarak bununla giriş yapayım. Thomas hakkındaki ithamlarınızın kesinkes yalan olduklarını doğruladık. Onu yakından tanıyan ve yıllarca onunla çalışmış kişiler sizin iddialarınızı yalanladı. Ne yazık ki Thomas bu durumda olduğu için kendisine soramıyoruz. Eminim sizin amacınız da onu susturmak ve onda bu kadar kıymetli olan ne varsa onları söylemesini engellemek değildir. Yalnızca neden size güvenmemizi talep ederken gözümüzün içine baka baka yalan söylediğinizi açıklamanızı istiyorum." Kollarını göğsünde birleştirerek devam etti. "İkinci sorum çok basit ve direkt bir soru. Hemen cevap verebileceğinizi umuyorum. Dünya'nın siz oradan ayrıldıktan sonra sizin kopyalarınızı oluşturduğunu ve bizimle muhatap olan Şapkalıların o kopyalar olduğunu dile getirdiniz. Bu kopyalama işlemi tam olarak ne zaman yaşandı? Siz Deith Ozæf ile iş birliği yapmadan önce mi yoksa yaptıktan sonra mı? Bu soruya olan cevabınıza göre başka şeyler de soracağız o yüzden net bir zaman aralığı verirseniz iyi olur." Boğazını temizledi. "Üçüncü sorum yine çok direkt ve net bir soru. Üçüncü Kıta'ya ve oranın insanlarına ne oldu?"
Image
► Show Spoiler

Re: [Mutlak Son] Dağın İçinde

#36
Hemşirelerle verdiğim kısa, yoğun mücadele sonrası zaferi alan kişi ben oluyordum. Onu burada bırakacak değildim, kesinlikle onunla birlikte gitmeliydim nereye gideceksem. Sanırım bu ciddiyetimi anlamış olmalıydılar, tüpleri bağlamamı sağlamışlar, oksijen tüpünü de sırtıma sabitlemişlerdi. Onu bir çarşafa bebek gibi sardığımda, ufak bir kahkaha da atmıştım. İnsandan yapılmış bir dürüme benziyordu, canım da dürüm çekmişti. Sanırım bu işler bittikten sonra Jitmii'de iyi bir döner dürüm yemem lazımdı. Hatta sanırım değil, kesinlikle yemeliydim. Thomas uyanınca, ona da duble dürüm ısmarlamayı düşünüyordum. Bu güzel hayallerin içerisinde dolanmaya kendimi kaptırmadan, Faell'in sorusuyla kendime gelmiştim. Hazır olduğumu kafamı aşağı yukarı oynatarak onaylamış, Thomas'ı sıkıca sarmıştım kollarımın arasında. Bundan sonrası, bir ışık hüzmesi içinde kaybolmakla geçiyordu. Bu ışınlanma meselesinin en sevdiğim tarafıydı belki de, bir anda başka bir yerde olmak, çoğu işi kolaylaştırıyordu ancak bu işler bittiğinde saatimi kesinlikle atmalıydım. Bütün formumu spor yapmaya, yürümeye borçluyken, kendimi kolaya kaptırmamam gerekirdi.

Ayaklarımın altında hissettiğim yumuşak çimen, biraz bile olsa huzur veriyordu bana. Tuzlu deniz kokusu da burnuma vurmaya başladığında, kendimi cennette gibi hissetmiştim bir anlık. Her şeyin bittiği, gerçekten huzura kavuştuğumuz bir cennet içerisinde gibiydim. Thomas'la birlikte açtığımız "Mutlak Arkadaşlık" restoranında çalışıyoruz, iki şef olarak arkada birbirimize bağırıyoruz stresten. Bu sırada canım karım Frip içeride oturuyor, mekanın sahibinin karısı olarak tüm otoritesini koruyor. Thomas tabağın bir kısmını çıkarıyor, ben bir kısmını çıkarıyorum ve ortaya mükemmel bir menü koyuyoruz. Müşteri yemeğimizi ağzı sulanarak yiyor, ağzı sulanmayarak yiyeni ise Thomas'la birlikte dövüyoruz. Mükemmel bir iş, mükemmel bir ekip, mükemmel bir ortam...

Kafamı iki yana sallayarak geleceğin güzel hayallerinden kurtulmuş, Thomas'ı yere yatırmıştım. Tam doğrulacağım sırada, canım eşimin sesiyle birlikte kendime gelmiştim. Onu gördüğüm gibi, bütün kasvetli havam yok olmuştu, dudaklarım dudaklarına değdiğinde sanki ruhum canlılıkla dolmuştu. Beni bütün karanlığın içerisinden çekip çıkarmayı başarmıştı. Sıkı sarılmasına çok daha sıkı bir sarılmayla eşlik etmiştim. "Seni çok özledim. Şu işlere biraz ara versen de vakit mi geçirsek? Sen bana umut pompalıyorsun, ben de seni..." Tam bir yaramazlık kurma hayalindeyken, Hae götü yanımıza gelmişti. Göt Hae, tüm anı bozmuştu, karımla neredeyse İkinci Kıta'ya geldiğimden beri hiç birlikte olmamıştım, hiç yatmamıştım, çocuk yapma planlarımı gerçekleştirememiştim, tam bir fırsat çıkarak gibiyken yanıma gelmiş kim geldi diye gösteriyordu. Ulan isterse tanrı düşsün yere, karımı pompalamaktan daha mı önemli?

Kim gelmiş diye bakışlarımı adanın merkezine çevirdiğimde, Pisan'ı gördüm. Ulan bu dağ ayısı herif, karımdan daha mı önemli? Karımın içine girip ısınmaktan daha mı önemli Göt Hae? Neyse ki, moralimin bozulmasına izin vermeden "Hoş buldum." diyerek cevaplamıştım onu. Thomas'ın etrafında çember oluşturduğumuzda, elimi karımın eline kenetlemiştim. Onu bırakmak istemiyordum bir an bile olsa. Bu sırada Max söze girmişti. Max'in konuşması birkaç önemli noktayı doğruluyor gibiydi, manipülasyon ustası olması Lüke'nin beni uyardığı durumla uyuşuyor gibiydi. Thomas'ın bir hain olduğu konusunda bizi manipüle edecek ve yanına çekecekti, hem Thomas dostluğumuz zedelendiği için bize düşman olacaktı, hem de o önemli birini kazanmış olacaktı. Tek merak ettiğim şey, Thomas'ın neden bu kadar önemli olduğuydu. Onda başka bir şeyler olmalıydı. Max'in sözlerinin ardından, Bok ve Pisan söze girerek onun sözlerine destek olmuştu. Bir şey söylemek için ortaya atılmak istemiyordum, sadece bu sözlerin desteğini hissetmek için karımın o güzel saçlarından öpmüştüm. Dudaklarımı onun kafasında bekletirken, ortamın havası değişmeye başlamıştı bile.

Çimenlerin üstünde bir dalga yayılmış ve havalı bir girişle birlikte Şapkalı ortama gelmişti. Arkasında altı adam vardı, bu adamlar gölge gibi bekliyordu arkalarında. Şapkalı da çembere geldikten sonra, herkes yay gibi Thomas'ı korumaya başlamıştı refleksle. Bense, karımla birlikte Thomas'ın arkasında duran bir canavar gibi beklemeye devam ediyorduk. Keskin bakışlarım Şapkalı'nın üstündeydi. Thomas'ı ona yem etmeyecektim. Şapkalı, bakışlarını bana çevirip baya bir insanı korkuttuğumu söylüyordu. Cümleleri tamamlandığında kısa bir kahkaha attım.

"Merak etme, suçlu suçsuz gözetmeden yaptığım çok şey oldu. Bu yüzden pişman değilim korkutmuş olmaktan. Daha önce ne olmuştu..." Biraz düşünüyor gibi yaptıktan sonra, kuracağım cümlenin tezatlığına mühür vuracak samimiyette bir gülümseme attım. "Max'in ekibinden birini hiç sorgulamadan dövdük, bir tanesini de öldürdük. Thomas'la benim için fark etmiyor." Çöken sessizliğe eşlik etmek için gülümsememi yavaşça yok edip, tekrardan dudaklarımı karımın saçına koydum. Şapkalı konuştuğu sırada sürekli olarak karımın kokusunu alıyor olmak beni inanılmaz bir huzura ve güvene itiyordu. Kendime olan güvenim de artıyordu, bir parçam tamamlanmış gibi hissediyordum. Karım yanımda olduğu sürece, bütün Dünyayı karşıma alabilirmişim gibi hissediyordum ve muhtemelen ağzından çıkacak tek bir kelime ile herkesi karşıma alırdım. Aşk böyle bir şey sanırım.

Çember içerisine oturmadan önce karımı oturtmuş, sonrasında Thomas'ı çekiştirmeye başlamıştım. Yanıma iyince çekiştirirken kulağıma gelen cümleleri dinledim, ama işim bitmemişti. Yerde bağdaş kurduktan sonra, karımı dizime bağdaşın ortasına oturtmuş, kafasını göğsüme yaslamıştım. Thomas'ın kafası ise dizimle temas içerisindeydi. Bir elim, Thomas'ın saçlarında dururken, diğer kolum tamamen karımı koruduğumu belli eder şekilde sarılmıştı vücuduna. Onu tamamen sıkmıyordum, ortamla istediği gibi temasta olsun istiyordum. Bu sırada söze giren Livei'yi dinlemeye başladım. Thomas hakkındaki ithamların yalan olduğunu doğruladığını söylüyordu, bu noktada Şapkalı'nın neden yalan söylediğini sorguluyordu. İkinci sorusu ise, kopyalama işlemlerinin ne zaman yaşandığını sorusuydu. Deith'ten önce mi, yoksa yaptıklarından sonra mı olduğunu sormuştu. Üçüncü sorusu ise, Üçüncü Kıta'ya ve oranın insanlarına ne olduğu yönündeydi. Birkaç soru da benim sormam gerekiyordu sanırım.

"Thomas hakkındaki yalanlara katılıyorum. Kimden aldığımı belirtmeyeceğim, ama güvendiğim bir kaynaktan aldım bilgileri, Thoması' almak istiyormuşsunuz. Tabii, bunun için en güzel yolu buldun değil mi? Onun hain olduğuna bizi inandıracaktın, bizde onu itekleyecektik, çünkü hiçbir haine, özellikle benim acımadığımı biliyorsun. Bu Thomas olsa bile onu itecektim. Sonra onu kanatlarının altına alıp, güveni sunacaktın, böylelikle Thomas'ı kazanmış olacaktın. O da, ona inanmadığımız için bize tamamen düşman olacak ve sizinle dost olarak ilerleyecekti." Thomas'ın saçlarında duran elimi daha güven dolu bir şekilde saçını okşamak suretiyle oynatmaya başladım. "Tek bir sorum var. Thomas'ı niye bu kadar istiyorsunuz?" Söylediği şeylere hemen inanmamak, ya da şok olmamak gerekiyordu. Bir ton yalanı ardı ardına sıkabilirdi, önemli olan Max buradayken bu soruya cevap verilmesiydi. Sonrasında Max anlatılan şeyleri doğrulayabilir, bilmediğini söyleyebilir veya kesin olarak yalan olduğunu da belirtebilirdi. Bu yüzden bu sorunun burada cevaplanması gerekiyordu.
► Show Spoiler
Image
GERIR BIREJ
Image
Image
image
Post Reply

Return to “Prui Kabile Bölgesi”